Selçuk Üniversitesi Kurumsal Akademik Arşivi

DSpace@Selçuk, Selçuk Üniversitesi tarafından doğrudan ve dolaylı olarak yayınlanan; kitap, makale, tez, bildiri, rapor, araştırma verisi gibi tüm akademik kaynakları uluslararası standartlarda dijital ortamda depolar, Üniversitenin akademik performansını izlemeye aracılık eder, kaynakları uzun süreli saklar ve için telif haklarına uygun olarak Açık Erişime sunar.




 

Güncel Gönderiler

Öğe
AAA hastalarının klinik laboratuar ve genetik özelliklerin incelenmesi, genetik mutasyonlar ile klinik ve laboratuar özelliklerinin ilişkisinin incelenmesi
(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Dikmen, İbrahim; Arslan, Şükrü
Akdeniz Ateşi (AAA); genellikle ateş ve ağrının eşlik ettiği periton, plevra, sinovyum gibi seröz zarların inflamasyonu ile karakterize, otozomal resesif geçişli, otoinflamatuar bir hastalıktır. AAA tanısı klinik olarak konulur. MEVF gen mutasyonları keşfedildikten sonra, genotipin fenotipe etkisi ile ilgili bir çok çalışma yapılmış, bazı araştırmalarda genotip ile fenotip arasında ilişki bulunurken, bazılarında bulunamamıştır. Bu çalışmanın amacı, AAA tanısı ile takip ve tedavi edilen hastaların demografik özelliklerini ortaya koymak, klinik ve laboratuar özelliklerini belirlemek ve bunların genetik mutasyonlar ile ilişkisini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Selçuk Üniversite Hastanesi Çocuk Romatoloji Kliniğinde 2016-2018 yıllarında AAA tanısıyla takip ve tedavi edilmekte olan 189 hasta dosyası retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Çalışma grubumuz Selçuk Üniversite Hastanesi Çocuk Romatoloji Kliniğinde takip ve tedavi edilmekte olan ve AAA tanısı klinik bulgular ve genetik analiz sonucu ile konulmuş 18 yaş altı 189 hastadan oluşturuldu. Hastalardan 90'ı erkek (%47.6), 99'i kız (%52.4) idi. Hastalarımızın yaş ortalaması 143,25±47,80 ay idi. Hastalığın klinik bulgularının başladığı ortalama yaş 61,24± 38,95 ay, ortalama tanı alma yaşı ise 90,55±45,61 ay idi. Hastalarımızın aile öyküsü sorgulandığında anne – baba akrabalığı % 12,2, ailede AAA olma öyküsü % 51,9 olduğu görülmüştür. Hastalarımızda en sık görülen klinik bulgu karın ağrısı idi (%95,2). 10 hastada (%5,3) apendektomi öyküsü mevcuttu. Hastalarımızın % 53,4'ünde (101 hasta) eklem tutulumu mevcuttu. Artriti olan hastalarda en sık tutulan eklem ayak bileği idi. Çalışma grubumuzdaki 189 hastanın genetik analiz sonuçları incelendiğinde, en sık 100 hastada görülen M694V(%52,4) mutasyonudur. İkinci en sık görğlen genetik mutasyon ise M680I (%24,3) idi. Bu genetik çeşitlilik sonuçlarına göre hastalarımızı üç farklı gruplandırma yaparak inceledik. Buna göre; 1)Birinci gruplandırmada hastalarımızı M694V homozigot, M694V heterozigot, M694V birleşik heterozigot ve diğerleri olarak dörede ayırdık. 2)İkinci gruplandırmada hastalarımızı M680I homozigot, M680I heterozigot, M680I birleşik heterozigot ve diğerleri olarak dörde ayırdık. 3)Üçüncü gruplandırmada hastalarımızı homozigot mutasyonu olan, birleşik heterozigot mutasyonu olan, heterozigot mutasyonu olan ve mutasyon saptanamayan olarak dört gruba ayırdık. Sonuç: Hastalarımızı M694V homozigot, M694V heterozigot, M694V birleşik heterozigot ve diğerleri olarak dörde ayırdığımızda M694V homozigot grupta belirgin derecede artrit bulguları daha yüksek düzeyde olduğunu bulduk. Göğüs ağrısının M694V heterozigot grupta diğer gruplardan daha düşük düzeylerde olduğunu tespit ettik. Hastaları M680I homozigot, M680I heterozigot, M680I birleşik heterozigot ve diğerleri olarak dörde ayırdığımızda M680I mutasyonu içermeyen grupta karın ağrısı, kusma, ishal, myalji, amiloidoz ve tedavi öncesi atak sıklığının daha düşük düzeylerde olduğunu tespit ettik. Hastaları homozigot, heterozigot, birleşik heterozigot ve mutasyon olmayanlar olarak ayırdığımızda ise birleşik heterozigot ve homozigot mutasyonu olan grupta tedavi sonrası atak sıklığının daha yüksek olduğunu tespit ettik.
Öğe
Rotator manşet deneysel yırtık modelinde düşük enerjili lazer tedavisinin tendon-kemik iyileşmesine etkileri
(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Odabaşı, Egemen; Erkoçak, Ömer Faruk
Rotator manşet yırtıkları dördüncü dekaddan sonra ortaya çıkan dejeneratif süreç sonucu yırtığa ve omuz fonksiyonları kaybına kadar ilerleyen kronik bir hastalıktır. Cerrahi tedavisinde iyileşme tendon-kemik iyileşmesi ile gerçekleşmektedir. Bizim amacımız biyostimulasyon için kullanılan Düşük Enerjili Laser Tedavisinin (DELT) tendon kemik iyileşmesindeki etkilerini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda toplamda 4 grup bulunmaktadır. 1. Grup 4. Hafta sakrifiye edilen kontrol grubu 2. Grup 4. Hafta sakrifiye edilen DELT yapılan grup 3. Grup 8. Hafta sakrifiye edilen kontrol grubu 4. Grup ise cerrahi sonrası DELT yapılan grup. 60 adet rat sağ taraflı supraspinatus tendonu subakromial mesafeden humerus başı ve yapışma yeri ortaya çıkarılacak şekilde çevre dokudan disseke edildikten sonra, SSP tendonu bursal taraftan tam kat kesildi. Daha sonra yapışma yerine 4-0 yuvarlak prolen sütur ile Masson Allen tekniği ile dikildi. Postoperatif DELT yapılan gruplar için postoperatif hemen başlamak üzere üçer gün arayla toplamda sekiz seans seans başı 24 j/ cm2 enerji ile biyostimulasyon yapıldı. 4. Ve 8. Haftalarda sakrifiye edilen ratlara biyomekanik ve histopatolojik inceleme yapıldı. Histopatoloji için parafin bloklardan elde edilen kesitlere tüm gruplar için histokimyasal: Hematoksilen Eozin, Safranin O ve İmmunhistokimyasal: CD31, Ki67, VEGF, TGF beta boyama yöntemleri uygulandı ve incelendi. Biyomekanik için çekme testi uygulandı maksimum yük, maksimum uzama ve stiffness bulguları incelendi. Bulgular: Grup1 ve 2 de Hücresellik, Tenosite benzer hücre oranı, Paralel dizilim gösteren hücre oranı, Paralel dizilim gösteren lif oranı, Tendon-kemik yeniden düzenlenmesi ve Vaskülarite ölçümleri arasında anlamlı bir fark bulunmuştur(p<0.05). 4. Hafta DELT uygulanan grupta mature tendon lifine benzerlik ve Kİ-67 dışında belirgin anlamlı bir iyileşme söz konusudur. Hücresellik, Tenosite benzer hücre oranı ve Tendon-kemik yeniden düzenlenmesi ölçümleri bakımından grup 3 ve grup 4 arasında anlamlı bir fark bulunamamıştır(p>0.05). Ancak gruplara (3 ve 4) göre Paralel dizilim gösteren hücre oranı, Paralel dizilim gösteren lif oranı, Matür tendon lifine benzeyen geniş çaplı lif oranı, Vaskülarite ve Ki-67 (%) ölçümleri arasında anlamlı bir fark bulunmuştur(p<0.05). DELT etkisi 8. Haftada 4. Haftadaki kadar etkili bulunmamıştır. Biyomekanikte Stiffness ölçümlerinin grup 1 ve grup 2 arasındaki fark anlamlı bulunmuştur. (p<0.05). Yani DELT uygulanan grupta 4. Haftada stiffness anlamlı olarak yüksek çıkmıştır ancak 8. Haftada anlamlı fark bulunamamıştır. Tartışma ve Sonuç: Çalışmamızın bulgularını göz önünde bulundurduğumuzda DELT özellikle iyileşmenin erken döneminde (İnlamasyon ve Proliferasyonda) 4. Haftada hem biyomekanik açıdan hemde histopatolojik etki göstermiştir. Rehabilitasyon süresinin kısaltılması rerüptür oranlarının azaltılması veya rerüptür sonrası tedavi şansını arttırması açısından DELT umut vadedebilir daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.
Öğe
Güçlü antioksidanlar quercetin ve propolisin periferik sinir iyileşmesi üzerine etkilerinin karşılaştırılması
(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Yeşil, Yusuf Ziya; Acar, Mehmet Ali
Travmatik periferik sinir yaralanmaları tüm yaşlarda kişinin ve ekstremite disfonksiyonunun en önemli sebeplerindendir. Travmaya başvuran tüm hastaların yaklaşık % 2 ila 3'ünün periferik sinir yaralanmaları nedeniyle başvurdukları bilinmektedir. Pleksus ve kök yaralanmalarıyla birlikte bu oran %5 lere çıkmaktadır. Tedavide cerrahi halen altın standarttır. Fakat iyileşmeyi hızlandırıcı ve yardımcı çok sayıda ajan araştırılmaktadır. Bu çalışmanın amacı antioksidan antienflamatuar etkili 2 ajanın sinir iyileşmesine etkisinin incelenmesidir. The aim of this study is to investigate the effect of 2 antioxidant anti-inflammatory agents on nerve healing. Gereç ve Yöntem: Çalışmada 46 adet wistar albino rat kullanıldı. Her ratın sol siyatik siniri trifurkasyonun 1 cm proksimalinden nörotimezis uygulanarak hasar verildi. Ratlar, Sadece nörotimezis sonrası koaptasyon uygulanan Sütur grubu, nörotimezis sonrası koaptasyon uygulanan ve dimetil sülfoksit verilen DMSO grubu, nörotimezis sonrası koaptasyon uygulanan ve quercetin verilen Quercetin grubu, nörotimezis sonrası koaptasyon uygulanan ve propolis verilen Propolis grubu , nörotimezis sonrası koaptasyon uygulanan ve Quercetin+Propolis verilen Quercetin + Propolis gruplarına ayrıldı. 8 gün grubuna uygun ajanı almış ve 10 hafta boyunca takip edilmiştir.10 hafta sonunda ratlara öncelikle fonksiyonel testler yapılmış, daha sonra sakrifiye edilerek gastrokinemius ıslak ağırlık testi, histopatolojik ve ultrastructural elektron mikroskopisi incelemeleri yapılmıştır. Bulgular: Motor fonksiyon testlerinde Quercetin+Propolis grubunun,Propolis,DMSO ve Sütur gruplarına göre istatiksel olarak anlamlı farkı bulundu (p<0,006). Quercetin grubunun DMSO ve Sütur gruplarına göre daha iyi motor iyileşme sağladığı görülmüştür. Duyu fonksiyon testlerinde gruplar arası anlamlı fark görülmemiştir (p=0,696). Histopatolojik incelemede Q+P grubunun diğer gruplara oranla daha iyi fibrozis skorları (p<0,022) ,dejenerasyon değerlerinde düşüklük (p<0,003), rejenerasyonun sağlanması ve akson sayısında artış (p<0,022) sağladığı görülmüştür ve istatiksel olarak anlamlı bulunmuştur . Kapiller damar sayısında ortalama değerleri 3,41 olan Propolis ile Quercetin+Propolis grubunun DMSO grubuna göre anlamlı iyileşme sağladığı görülmüştür. Gastrokinemius ıslak ağırlıkları ölçülerek elde edilen iyileşme yüzdesi değerlerinde gruplar arasında anlamlı fark bulunamamıştır (p=0,438). Tartışma ve Sonuç : Bu çalışmada Quercetin ve Propolisin özellikle birlikte kullanımının sinir rejenerasyonu ve iyileşme sürecine olumlu etkilerinin olduğu düşünülmüştür. Bulgularımız sinir iyileşmesi üzerine yapılan çalışmalara öngörü sağlayabilir.
Öğe
Antenatal steroid yapılan ve yapılmayan hastaların solunum morbiditeleri ve tansiyon değerleri
(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Esatoğlu, Çağlasu; Konak, Murat
Preterm doğum, özellikle 32 haftalık gebelikten önce daha yüksek mortalite, solunum sıkıntısı sendromu (RDS) ve diğer morbiditelerin riskini taşır. 35 yıldan uzun bir süredir antenatal steroid (ANS) kullanımının prematüre bebeklerde yenidoğan solunum sıkıntısı sendromu ve diğer morbidite insidansını azalttığı bilinmektedir. Biz çalışmamızda yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yatarak tedavi edilen doğum haftası ≤ 32 hafta olan antenatal steroid yapılan ve yapılmayan prematüre bebeklerin solunum morbiditelerini ve kan basıncı değerlerini karşılaştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntemler: Bu çalışma Ocak 2012-Aralık 2018 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi'nde takip ve tedavi edilen ≤ 32 haftalık 116 prematüre bebek antenatal steroid uygulanmayan, tek doz steroid uygulanan ve iki doz steroid uygulanan olmak üzere üç gruba ayrıldı; solunum morbiditeleri ve kan basıncı değerlerinin incelendi. Hastane dosyaları geriye dönük incelenerek çalışma yürütüldü. Çalışmaya alınan bebeklerin doğumlarının Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Doğum Servisinde olmasına özen gösterildi. Bebeğin cinsiyeti, doğum kilosu, doğum şekli, annenin yaşı, gestasyonel yaşı, 1. ve 5.dk apgar değeri, hastanın hastanede yatış süresi, solunum problemleri (respiratuar distres sendromu, yenidoğan geçici takipnesi) ve kan basıncı ile ilgili özellikleri, İKK, sürfaktan kullanımı gibi özelliklerle ilgili bilgiler neonatal ve maternal dosyalardan elde edildi. Hastaların postnatal ilk 72 saatte 2 saatlik aralıklarla osilometrik yöntemle ölçülmüş sistolik, diyastolik kan basınçları ve sayılan kalp tepe atımları dosyalardan elde edildi. Ortalama Kan Basıncı: Sistolik x 1/3+Diastolik x 2/3 olarak hesaplandı. İstatistiksel testlerde 0.05'in altındaki p değerleri istatiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Olgular antenatal steroid uygulanmayan (Grup-I) 22 bebek, tek doz steroid uygulanan (Grup-II) 20 bebek ve iki doz steroid uygulanan (Grup-III) 74 bebek olmak üzere üç gruba ayrıldı. Her üç grup, cinsiyet, anne yaşı, hastanede yatış süreleri, gestasyonel yaş, 1. ve 5. dk Apgar skorları, ortalama entübasyon süresi, CPAP/NIPPV desteği oranı, ortalama CPAP/NIPPV süresi, sürfaktan kullanımı, inotrop kullanımı, İKK varlığı ve sağ kalım açısından değerlendirildiğinde anlamlı fark olmadığı görülmüştür (p>0.05). Her üç grup RDS, TTN, BPD varlığı açısından kıyaslandığında gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark olmadığı görülmüştür (p>0.05). Her üç grubun ortalama kan basıncı değerleri karşılaştırıldığında, gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark görülmemiştir (p>0.05). Gruplar doğum ağırlığı bakımından karşılaştırıldığında, istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu görüldü (p:0,043). Doğum şekli açısından gruplar karşılaştırıldığında, Grup-III'de anlamlı olarak sezaryen oranının daha yüksek olduğu görüldü (p:0,002). Grupların entübasyon oranı karşılaştırıldığında, Grup-III'de anlamlı olarak entübasyon oranının daha yüksek olduğu görüldü (p:0,048). Hastaların geriye dönük incelemesinde gestasyonel haftaları ile sağ kalım açısından istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu görüldü (p:0,001). Sonuç: Antenatal steroidler preterm infantları solunum yolu sorunlarından korumak için yaklaşık 30 yıldır bilinmekte ve kullanılmaktadır. Yayınlanmış çok sayıda randomize kontrollü çalışmada antenatal steroidlerin solunum, sinir sistemi ve gastrointestinal sistem üzerine faydalı etkileri gösterilmiştir. Antenatal steroidlerin özellikle aşırı düşük doğum ağırlığı olan prematürelerde KB desteği gereksinimini azalttığı bildirilmektedir. Her yıl antenatal steroidden faydalanmayan, her yıl 1 milyondan fazla preterm ölüm olduğu göz önüne alındığında, bu müdahalenin her yıl 500.000 yenidoğan ölümünü önleme potansiyeli vardır.
Öğe
İmmünglobulin tedavisi alan down sendromlu hastaların değerlendirilmesi
(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Direk, Nevin; Artaç, Hasibe
Down sendromu (DS) en sık görülen, en iyi bilinen, yaşam beklentisi gün geçtikçe artan bir kromozomal hastalıktır. Eşlik eden sık solunum yolu enfeksiyonları ve komorbiditeler, morbidite ve mortaliteyi etkilemektedir. DS olan hastalarda immünglobulin tedavisi ile ilgili bilgiler yetersizdir. Bu çalışma ile DS'lu çocuklarda immünglobulin replasman tedavisi (İgRT)'nin etkisi, tedaviden önceki ve sonraki klinik ve laboratuvar bulgularının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk İmmünoloji ve Alerji Bölümü'nde 2010-2018 yılları arasında takipli olan 76 Down sendromlu hasta çalışmaya alındı. Retrospektif olarak demografik özellikleri (yaş, cinsiyet), ek hastalıkları, tam kan sayımları, immünglobulin düzeyleri (IgG, IgA, IgM), periferik lenfosit alt grupları (CD3+ , CD4+ , CD8+ T hücre, CD19+ B hücre, CD16-56+ NK hücre), enfeksiyon sıklığı, türleri, hastaneye yatış sıklığı, profilaktik antibiyotik kullanımı ve aşı yanıtları değerlendirildi. Grup 1'in verileri hem Grup 2 ile hem de İgRT öncesi ve sonrasındaki immünolojik parametreler ile karşılaştırıldı. Down sendromlu İgRT alan 28 hasta grup 1 (18 erkek, 17,5±25,5 ay), almayan 48 hasta grup 2 (25 erkek, 67±55,6 ay) olarak belirlendi. Grup 1'de İgRT sonrası enfeksiyonların sayı ve şiddetinde, antibiyotik kullanım ve hastaneye yatış sıklığında azalma olduğu görüldü (p<0.05). Benzer klinik iyileşme grup 2'de profilaktik antibiyotik sonrasında da görüldü (p<0.05). Grup 1'de IgG, IgA Grup 2'ye göre daha düşük saptandı. İgRT sonrası IgG ve IgA değeri daha yüksek saptandı (p<0.05). CD4+ T hücre sayısının ve CD3+ T lenfosit yüzdesinin yaşa göre düzeyinde immünglobulin tedavisi sonrasında anlamlı düzelme izlendi (p<0.01 ve p:0,04). CD8+ T hücre ve CD16-56+ NK hücre sayısında tedavi öncesi ve sonrası anlamlı fark saptanmadı. Bu çalışma ile Down sendromunda İgRT'nin klinik olarak etkili olduğu gösterildi. Sık enfeksiyonla başvuran DS'lu hastaların hipogamaglobulinemisi varsa antibiotik proflaksisine ilave olarak İgRT göz önünde bulundurulmalıdır.