Diş Hekimliği Fakültesi Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Cinsiyetin ve menstrual siklus döneminin sabit ortodontik tedavi sırasında algılanan ağrı ve hayat kalitesi üzerindeki etkisi(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2021) Öztürk, Merve; İleri, ZehraBu klinik çalışmamızın amacı, cinsiyetin ve menstrual siklusun ortodontik tedavi başlangıcında algılanan ağrı düzeylerini ölçmek ve hayat kalitesi üzerindeki etkisini karşılaştırmalı olarak araştırmaktır. Çalışmamıza her grupta 30 kişi olmak üzere 60 birey dahil edilmiştir. Hastaların yaşları 16-22 arasında bulunmaktadır. Sabit ortodontik tedavi kararı verilen hastalara üç farklı durumda üç farklı periyotta VAS, VRS-4 ve OHIP-14 anketleri yapılmıştır. Anket sonuçları erkekler ve menstrual döneme göre ikiye ayrılmış kız grupları (foliküler ve luteal) olacak şekilde 3 grup açısından karşılaştırılmıştır. Hastalardan veri toplama zamanları, tedavi öncesi (T0), tedaviye başlandıktan 4 saat sonra (T1) ve 24 saat sonra (T2) olarak belirlenmiştir. Çiğneme, ön dişlerle ısırma ve arka dişlerle ısırma sırasında hissettikleri ağrı düzeylerini ölçmek için VAS ve VRS-4 anketlerini, hayat kalitesini değerlendirmek amacıyla da OHIP-14 anketini doldurmaları istenmiştir. Üç zamanda üç grup arasında (Erkek, Kız Foliküler, Kız Luteal) OHIP, VAS, VRS-4 değerlerinin karşılaştırılmasında Kruskal Wallis H testi kullanılmıştır. İki grup arasında (Kız Foliküler, Kız Luteal) OHIP, VAS, VRS-4 değerlerinin karşılaştırılmasında Mann Whitney U testi kullanılmıştır. OHIP sorularının tek tek karşılaştırılmasında Ki-kare testi kullanılmıştır. Tedaviden 4 saat sonra (T1) çiğneme sırasında hissedilen ağrı algısı bakımından erkek grubu ile luteal faz kız grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmuştur ve luteal faz kız grubunda hissedilen ağrı algısı daha fazladır. T1 döneminde arka dişlerle ısırma yapıldığında hissedilen ağrı algısı bakımından erkek grubu ile hem foliküler hem de luteal kız grupları arasında anlamlı olarak bir fark bulunmuştur ve arka dişlerle ısırmada hissedilen ağrı algısı erkeklerde daha düşük olduğu görülmüştür. Tedaviden 24 saat sonra (T2) alınan VAS ölçümleri sonucuna göre üç grup arasında çiğneme sırasında, ön dişlerle ısırma yapıldığında ve arka dişlerle ısırma yapıldığında hissedilen ağrı algısı bakımından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır. Çalışmamızın sonucunda üç farklı periyotta üç grupta da hayat kalitesi açısından gruplar arası istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır. Tedavi başlagıcından sonraki 24. saatte ortodontik ağrı en üst seviyeye ulaşmaktadır. Ortodontik tedavi başlagıcında hayat kalitesi düşmektedir. Luteal fazda, foliküler faz ve erkeklere göre hissedilen ağrı miktarı daha yüksektir.Öğe Diş hekimliği öğrencileri tarafından yapılan kök kanal tedavilerinin teknik kalitesinin değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2021) Duru, Ayşe; Aydınbelge, Hale ArıBu retrospektif çalışmanın amacı, Selçuk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Endodonti Kliniği'nde 2018-2019 yılları arasında 5. sınıf stajyer diş hekimleri tarafından yapılmış kök kanal tedavilerinin periapikal radyograf üzerinde teknik kalitesini incelemek, yapılan iyatrojenik hataları tespit etmek ve bu hataların olası sebeplerini incelemek ve tedavi kalitesinin arttırılmasına katkıda bulunmaktır. Çalışmamızda 2018 Eylül-2019 Haziran tarihleri arasında 5. sınıf stajyer diş hekimlerinin paslanmaz çelik eğelerle, lateral kondenzasyonla yapmış olduğu 1235 dişe ait kök kanal tedavisinin radyografik teknik kalitesi değerlendirilmiştir. Kök kanal tedavileri; kök kanal dolum uzunluğu ve radyolojik apeks arasındaki mesafe 0-2 mm ise, kök kanal dolumu homojen, kök kanal dolumu kurondan apekse doğru daralarak konik bir formda izleniyorsa ve kök kanal tedavisi gerçekleştirilmiş diş alet kırığı, basamak oluşumu, zipping, strip perforasyon gibi iyatrojenik hatalar içermiyorsa yeterli-başarılı kabul edilmiştir. Kök kanal dolgu kalitesi ile diş grupları arasındaki ilişkinin istatistiksel değerlendirmesi ki-kare testi kullanılarak yapılmıştır (p=0.050). Kök kanalının eğimli veya düz olması da değerlendirilmiştir. Kabul edilir başarılı kök kanal dolumu 1235 dişten 780 (%63,2) dişte görülmüştür. Maksilladaki dişler (%67,8), mandibuladaki dişlerden (%58) daha başarılı (p<0,050) bulunmuş ve her iki çenede molar dişlerin başarısı (%47), anterior (%84,9) ve premolar (%80,8) bölgedeki dişlerin başarısından düşük bulunmuştur (p<0,050). Toplam dişlerin %13,5 inde iyatrojenik hata görülmüştür. Eğimli kök kanallarında iyatrojenik hata oranının arttığı (%68,6) ve yeterli kök kanal dolum oranının (%17) azaldığı görülmüştür. Bu çalışmamızda, 5. sınıf stajyer öğrenciler tarafından yapılan kök kanal tedavilerinin radyografik teknik kalitesini etkileyen en önemli faktörler; dişin ağız içinde bulunduğu lokalizasyon ve kök kanallarının eğimli olması bulunmuştur.Öğe İki farklı molar distalizasyon yönteminin molar erüpsiyon safhalarına göre sonlu elemanlar yöntemi ı̇le incelenmesı̇(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2021) Akar, Selda; İleri, ZehraBu çalışmada, modifiye palatinal ankraj plağı ve bukkal minivida kullanılarak yapılan iki farklı molar distalizasyon yönteminin ikinci ve üçüncü molar dişlerin farklı sürme evrelerine göre sonlu elemanlar yöntemi ile değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Molar erüpsiyon evreleri şu şekildedir; evre 1: İkinci molar diş birinci moların servikal üçlüsünde, evre 2: İkinci molar diş tamamen sürmüş, evre 3: Üçüncü molar diş ikinci moların servikal üçlü seviyesindedir. İki distalizasyon mekaniği modeli; palatinalde modifiye palatal ankraj plağı (MPAP) ve bukkal tarafa yerleştirilmiş mini vidalardan oluşmaktadır. Birinci molar dişte ve periodontal ligamette oluşan en yüksek Von Mises stres değerlerinin tüm modellerde dişin kuvvet uygulanan bölgesinde oluştuğu tespit edilirken en düşük stres değerlerinin ise kök uçlarında oluştuğu belirlenmiştir. Sagıttal yönde yer değiştirme miktarına bakıldığında her iki mekanikte de birinci molar dişlerde distale devrilme görülmektedir ancak palatinalden kuvvet uygulamasının, molar dişlerde daha fazla distale devrilme yaptığı sonucuna varılmıştır. Her iki mekanikte de evre 1'den evre 3'e doğru birinci molar dişin distale hareket miktarında azalma görülmüştür. Birinci molar dişler palatinal mekanikte mesiopalatinal, bukkal mekanikte mesiobukkal rotasyona uğramıştır. Molar erüpsiyon evrelerine göre karşılaştırıldığında her iki mekanikte de evre 1'de en fazla rotasyon görülmüştür. Vertikal yönde yer değiştirme miktarına bakıldığında tüm modellerde mesial tüberküllerde ekstrüzyon, distobukkal tüberküllerde intrüzyon görülmüştür. Sabit tedavide distalizasyonda ikinci molar dişin tamamen sürmüş olması daha paralel hareket sağlamakla birlikte distalizasyon miktarını azaltmaktadır. İkinci molar ve üçüncü molar diş folikülünün olması her iki mekanikte de birinci molar dişin distalizasyon miktarını olumsuz etkilemiştir.Öğe Farklı periodontal durumlarda dişeti oluğu sıvısında WNT-5a, sFRP5, Il-8, RANKL ve OPG düzeylerinin karşılaştırılması(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2021) Güneş, Müslüme; Marakoğlu, İsmailPeriodontal dokularda patojenik dental biyofilme karşı gelişen konağın immüno-enflamatuvar yanıtı periodontal sağlık/hastalık dengesi ile doğrudan ilişkili olup hastalık patogenizini anlamaya yönelik yapılan çalışmalar önem kazanmaktadır. Bu çalışmada farklı periodontal durumlarda DOS WNT-5a, sFRP5, IL-8, RANKL ve OPG seviyelerinin kesitsel olarak incelenmesi ve periodontal klinik parametreler ile DOS sitokin seviyeleri arasındaki ilişkiyi araştırmak hedeflenmiştir. Bu çalışma periodontal sağlık ve hastalık durumlarında DOS sFRP5 seviyelerinin değerlendirildiği ilk araştırmadır. Çalışmaya, Selçuk Üniversitesi Periodontoloji Anabilim Dalı kliniğine başvuran sistemik olarak sağlıklı ve sigara içmeyen 81 gönüllü birey dahil edildi. Sondlama cep derinliği (SCD), klinik ataşman seviyesi (KAS), plak indeksi (Pİ), gingival indeks (Gİ)ve sondlamada kanama yüzdesi olmak üzere klinik periodontal kayıtlar alınarak ve radyografik inceleme ile teşhis konan hastalar çalışma gruplarına ayrıldı. Periodontal teşhiste "Periodontal ve Peri-implant Hastalık ve Durumların Sınıflandırılması 2017" kriterleri kullanılarak bireyler gruplandırıldı: periodontal olarak sağlıklı (S) 20, gingivitis (G) 20, periodontitis derece B (B) 20 (alt grup: Evre II:11 ve Evre III: 9), periodontitis derece C (C) 21 (alt grup: Evre III:12 ve Evre IV: 9). Her yarım çenede bir diş olmak üzere toplam dört dişten standart kağıt şeritler (Periopaper) ile DOS örnekleri toplandı ve hacim ölçümleri Periotron cihazı ile yapıldıktan sonra tek Eppendorf tüpte -80˚C'de saklandı. DOS sitokin seviyeleri ELISA yöntemi ile analiz edildi. DOS WNT-5a seviyesi açısından B grubu ile S, G ve C grupları arasında anlamlı bir farklılık tespit edilmiş olup ortalamalara bakıldığında en yüksek sırasıyla G, B, S ve C'dir. Çalışma grupları arasında DOS sFRP5, RANKL, OPG ve IL-8 seviyeleri açısından anlamlı bir farklılık görülmedi. Alt grupların karşılaştırmasında B grubu evre III'ün C grubu evre III'e göre DOS RANKL konsantrasyon seviyesi, RANKL/OPG konsantrasyon oranı ve IL-8 total miktar seviyesi anlamlı olarak daha yüksek bulundu. WNT-5a/sFRP5 oranının G grubunda, RANKL/OPG oranının S grubunda peridontitis olanlara göre anlamlı olarak daha yüksek olduğu görüldü. KAS ile DOS WNT-5a seviyesi ve WNT-5a/sFRP5 oranı arasında ayrıca klinik parametreler (KAS hariç) ve DOS hacmi ile RANKL/OPG oranı arasında anlamlı ve negatif yönlü bir ilişki saptandı. VKİ ile SCD ve KAS arasında anlamlı ve pozitif yönlü ilişkili, yaş ile WNT-5a/sFRP5 oranı arasında anlamlı ve negatif yönlü ilişkili bulundu. WNT-5a ve sFRP5 agonist-antagonist çiftinin enflamasyondaki spesifik rolü dokuya özgü immün mikro-ortama veya immüno-enflamatuvar yanıtın aşamasına bağlı olabilir. Kemik metabolizmasında da WNT-5a'nın etkisini hücre tipine özgü farklı post-translasyonel modifikasyonlarından kaynaklanabilecek bir etki olarak yanıt veren hücreler belirleyip tek taraflı olarak osteogenez veya osteoklastogenezi teşvik etmekten çok kemik homeostazına katkıda bulunduğu varsayılmaktadır. Çalışma sonuçlarında da KAS ile DOS WNT-5a ve WNT-5a/sFRP5 oranı negatif korelasyon gösterdiği için periodontal hastalık teşhis ve prognozunda WNT-5a ve sFRP5 rolünün ve RANKL/OPG sistemi ve IL-8 kemokin ağı ile ilişkisinin daha iyi anlaşılması ve terapötik potansiyellerinin değerlendirilebilmesi için daha fazla ileri çalışmaya ihtiyaç vardır.Öğe Periodontal splintlerde farklı splint tasarımı ve materyallerinin stres dağılımı üzerine etkisi: Üç boyutlu sonlu eleman analizi(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2021) Gülbey, Erkin; Hakkı, Sema S.Periodontal hastalık nedeniyle dişlerin etrafındaki ilerleyici ataçman kaybı, diş hareketliliğinin artmasına neden olabilir. Bu da hastanın konforunu, fonksiyonunu ve estetiğini olumsuz etkiler. Periodontal splintleme, fonksiyonel ve parafonksiyonel kuvvetleri yeniden dağıtarak stabilitenin sağlanmasına yardımcı olur. Periodontal splintleme için fiber destekli kompozit, kompozit rezin ve metal destekli kompozit sıklıkla kullanılır. Çalışmamızda, anteriorda ve posteriorda periodontal defektli dişlerin splintlenmesinde farklı materyal ve splint tasarımlarının sonlu elemanlar stres analizi ile kıyaslanması amaçlanmaktadır. Çalışmamızda BT görüntüsünden faydalanılarak anteriorda 12, posteriorda 36 model ile farklı defekt tipleri ve farklı splint materyallerinin kullanıldığı çalışma grupları oluşturulmuştur. Hazırlanan modellerde çiğneme kuvvetleri simüle edilerek diş ve çevre dokular üzerinde oluşan maksimum principal ve Von Mises stresleri sonlu elemanlar stres analizi değerlendirildi. Çalışmamızda horizontal defektli anterior splint modellerinde dikey kuvvetler uygulanarak spongiyoz kemik analizlerinde en fazla stres 43 ve 33, en az 42 ve 32, kortikal kemikte en fazla 43 ve 33, en az 31 ve 41, oblik kuvvetlerle spongiyoz kemikte en fazla 43 ve 33, en az 41 ve 31, kortikal kemikte en fazla 42 ve 32, en az 41 ve 31, vertikal defektli anterior splint modellerinde dikey kuvvetlerle spongiyoz kemikte en fazla 42, en az 31, oblik kuvvetlerle en fazla 43 ve 33, en az 31, kortikal kemikte en fazla 32, en az 31, oblik kuvvetlerle en fazla 41, en az 31; furkasyon defektli posterior modellerde spongiyoz ve kortikal kemikte dikey kuvvet analizlerinde en fazla stres 37, en az 35, oblik kuvvetlerde en fazla 37, en az 36, horizontal defektli posterior splint modellerinde spongiyoz ve kortikal kemikte dikey ve oblik kuvvet analizlerinde en fazla 37, en az 36, vertikal defektli posterior splint modellerinde spongiyoz kemikte dikey ve oblik kuvvet analizlerinde en fazla 37, en az 36, kortikal kemikte dikey kuvvetlerle en fazla 36, en az 35, oblik kuvvetlerle en fazla 37, en az 36 numaralı diş bölgelerinde ölçüldü. Elde edilen sonuçlar değerlendirildiğinde her hastada aynı splint çeşidini uygulamaktansa defekt şekline göre uygulanacak splintin çeşidi değerlendirilebilir çünkü çalışmamızda görüldüğü kadarıyla çeşitli splint tasarımlarıyla çalışmamızdaki defekt tiplerinde değişken sonuçlar gözlenmiştir.Öğe Maksiller sinüs hacminin dental ark formu ve palatal kemik derinliği ile ilişkisinin konik ışınlı bilgisyarlı tomografi ile retrospektif olarak değerlendirmesi(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2021) Çelikel, Erkan Taner; Yaşar, FüsunMaksiller sinüs paranazal sinüslerin en büyüğü olup tabanını maksillanın alveolar parçasının oluşturduğu piramit şeklinde bir yapıdır. Posterior maksiller dişlerle yakın bir anatomik ve fonksiyonel ilişki içindedir. Maksiller sinüs morfolojisi ve boyutlarını değerlendirme prosedürleri dentofasiyal görüntüleme teknolojilerindeki yeni gelişmelerle birlikte iyileşmiştir. Konvansiyonel iki boyutlu radyografilere göre, konik-ışınlı bilgisayarlı tomografi (KIBT), dental ve çene-yüz bölgeleri hakkında 3 boyutlu olarak detaylı bilgi sağlar. KIBT, geleneksel bilgisayarlı tomografiden (BT) daha düşük radyasyon dozu, daha kısa bir kazanım süresi ve daha düşük maliyetler gibi bazı avantajlara sahiptir. Bu çalışmanın amacı, KIBT ile görüntüsü alınmış hastaların görüntüleri üzerinde maksiller alveoler kemik ile palatal kemik arasındaki açı (MAK-PK), palatal derinliğin uzunluğu ve sinüs hacimleri hesaplanıp incelenecektir. Dental ark formu aksiyel kesitlerde incelenip sınıflandırılacaktır. Dental ark formunun, palatal derinliğin ve MAP-PK açısının sinüs hacminin ilişkisi incelenecektir. Ölçümler güvenilirlik açısından üç hafta sonra aynı gözlemci tarafından tekrarlanacaktır. Bu çalışmada 236 (106 kadın, 130 erkek) hastaya ait KIBT görüntüleri incelenmiştir. Maksiller sinüsün tam olarak izlenebildiği konik ışınlı bilgisayarlı tomografi görüntüleri çalışmaya dahil edilecektir. Ayrıca düşük diagnostik kalitede olan görüntüler çalışmaya dâhil edilmeyecektir. İstatistiksel analiz için SPSS (Statistical Package for Social Sciences, versiyon 22) kullanılmıştır. Çalışmamızdan elde edilen bulgulara göre sağ ve sol maksiller sinüs hacmi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmadığı, erkeklerdeki maksiller sinüs hacminin ise kadınlara göre anlamlı derecede yüksek olduğu görülmüştür. Dental ark formuyla maksiller sinüs hacmi karşılaştırıldığında sadece konik ark formuyla kare ark formu arasında anlamlı bir fark bulunmuştur. Palatal derinlik ile maksiller sinüs hacim ortalaması arasında anlamlı pozitif zayıf korelasyon olduğu görülmüştür. MAK-PK açısı ile maksiller sinüs hacmi arasında bir ilişki bulunamamıştır. Yaş arttıkça maksiller sinüs hacminde azalma görülmektedir. Posterior maksillada yapılacak cerrahi operasyonlar için maksiller sinüsün özelliklerini ve kapladığı alanı bilmek ayrıca maksiller sinüsün hacminin hangi kriterlere göre değiştiğini bilmek gerekir.Öğe Konya ili ve çevresinde yaşayan çocuklarda büyük azı-keser hipomineralizasyonu etiyolojisinin incelenmesi(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2021) Seloğlu, Aslı; Kahvecioğlu, FirdevsBüyük azı-keser hipomineralizasyonu (BAKH) daimi birinci molar ve daimi kesici dişlerin etkilendiği gelişimsel bir mine defektidir. Etiyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte çevresel etkenlerin ve sistemik durumların, büyük azı-keser hipomineralizasyonunda olası etkenler olabileceği düşünülmektedir. Hipomineralize molarlar çürük oluşumuna sağlıklı dişlere göre daha çok yatkındır ve diş yapısının hızlı yıkımı sonucu ciddi restoratif problemler gözlenmektedir. Keserlerde ise sınırlı opak lezyonlar gözlenir ve mine yıkımı yaygın değildir. BAKH gözlenen dişlerin tedavisi, mine defektinin şiddetine bağlıdır. Mevcut literature göre BAKH; sebepleri üzerinde hâlâ tartışmalar olan, popülasyonda oldukça sık görülen ve gerek fizyolojik gerekse sosyal açıdan hayatı etkileyen multifaktöriyel bir rahatsızlıktır. Olası etiyolojik faktörlerin belirlenmesiyle, hastaların erken teşhis edilerek BAKH açısından bilgilendirilmesi ve koruyucu tedavilerin uygulanması, restoratif tedavilerden daha makul bir tedavi seçeneğidir. Bu amaçla, BAKH etiyolojisi üzerine araştırmalar önem kazanmaktadır. Bu tez çalışmasında, büyük azı-keser hipomineralizasyonu bulunan hastaların ebeveynlerinden elde edilen verilerin, sağlıklı çocukların ebeveynlerinden elde edilen verilerle kıyaslanarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Çalışma, 2020 yılı içerisinde Selçuk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Pedodonti Anabilim Dalında büyük azı-keser hipomineralizasyonu olduğu belirlenen 104 çocuk hasta, 104 sağlıklı çocuk ve onların ebeveynleri arasında gerçekleştirilmiştir. Çalışmada, ebeveynlere geçerliliği ve güvenilirliği kanıtlanmış büyük azı-keser hipomineralizasyonunun olası etiyolojik faktörlerini içeren bir anket uygulanmıştır. Elde edilen sonuçlara göre, gebeliğin son 3 ayında geçirilen maternal hastalıklar gibi prenatal faktörler ile erken doğum ve doğum komplikasyonları gibi perinatal faktörlerin, emzirme süresinin, yaşamın ilk 4 yılında alınan florür, kalsiyum ve vitamin desteklerinin, döküntülü çocukluk çağı hastalıklarının, böbrek rahatsızlıklarının ve idrar yolu enfeksiyonlarının BAKH tablosunu etkilemediği görülmüştür. Yaşamın ilk 4 yılında sıklıkla geçirilen diyare ve ateş ataklarının, febril konvülsiyonun, astım, adenoid enfeksiyonları gibi üst solunum yolu hastalıkları ve pnömoni ile bronşit gibi alt solunum yolu hastalıklarının BAKH oluşumunda etkili olduğu tespit edilmiştir. Çalışmamız, daha önceki benzer çalışmaların sonuçlarıyla paralel olarak, farklı çevresel ve tıbbi faktörlerin BAKH ile alakalı olabileceğini göstermiştir. Çocuktaki tıbbi hastalıklar ile defektli mine oluşumu arasındaki ilişki, BAKH olgularının erken teşhisinde çocuk doktorlarının önemine dikkat çekmektedir. BAKH olgularının erken teşhisi sayesinde, ebeveynlerin bu konuya ilgilerinin arttırılabileceği ve koruyucu tedavilerin uygulanması ile BAKH'lı dişlerin prognozunun olumlu etkileneceği düşünülmektedir.Öğe İki farklı ortodontik ark telinin bakteri adezyonu ve yüzey pürüzlülüğü açısından değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2021) Geçgel, Emel Bican; Baka, Zeliha MügeBu çalışmanın amacı, copper-nikel titanyum (Cu-NiTi) ve süper elastik nikel titanyum (SE-NiTi) ark tellerini bakteri adezyonu ve yüzey pürüzlülüğü açısından değerlendirmek ve yüzey pürüzlülüğünün mikrobiyal adezyona katkısı olup olmadığını araştırmaktır. Standart edgewise braket sistemi ile ortodontik tedavi gören 20 hasta (ortalama yaş, 14.7±1.2 yıl; 12 kız, 8 erkek) dahil edilmiş ve bölünmüş ağız çalışması dizaynına uygun olarak 0,019 "x0,025" ark telleri randomizasyona göre uygulanmıştır. Cu-NiTi ve SE-NiTi ark telleri uygulandıktan 4 hafta sonra (T1) Streptococus mutans (S.mutans) ve Lactobacillus casei (L.casei) adezyonu açısından real-time polimeraz zincir reaksiyonu (real-time PCR) ile değerlendirilmiştir. Yüzey pürüzlülüğü ark telleri hastalara uygulanmadan önce (T0) ve uygulandıktan 4 hafta sonra (T1) atomik kuvvet mikroskobu (AFM) ile incelenmiştir. İstatistiksel analiz için bağımsız iki örneklem t-testi ve bağımlı iki örneklem t-testi ve Pearson korelasyon testi kullanılmıştır. S.mutans ve L.casei sayıları, tüm ark tellerinde artış göstermekle birlikte, Cu-NiTi ve SE-NiTi ark telleri arasında bakteri adezyonu açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır (p>0.05). Her iki grupta da alt ve üst ark telleri arasında bakteri adezyonu açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark görülmemiştir (p>0.05). Ark tellerinin yüzey pürüzlülüğünde istatistiksel olarak anlamlı bir artış izlenirken (p<0.05), gruplar arası karşılaştırmada anlamlı bir fark bulunmamıştır (p>0.05). Yüzey pürüzlülüğü ile bakteri adezyonu arasında zayıf pozitif korelasyon bulunmuştur. Cu-NiTi ve SE-NiTi ark telleri, S.mutans ve L.casei adezyonu ve yüzey pürüzlülüğü açısından birbirinden farklı değildir.Öğe Ebeveynlik tarzının ve ebeveyn duygusal zekâsının çocuğun dental kaygısı üzerine etkileri(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2021) Yiğit, Adem; Yıldırım, SibelDental kaygı, belirli bir uyarana maruz kalmaksızın kişinin dental tedavilere karşı hissettiği korku ve endişe hali olarak tanımlanmaktadır. Dental kaygı günümüzde çocuk hastalarda önemli düzeyde sorun teşkil etmektedir. Dental kaygının öncelikli olarak çocuk ve aile üzerine olmakla birlikte diş hekimleri için de pek çok olumsuz etkisi vardır. Dental kaygı düzeyi yüksek olan bireylerde, tedavi gereksinimlerini ertelemeleri ile paralel olarak yaşam kalitesinin düştüğü, tedaviden kaçınma ve bunun sonucu olarak ağız ve diş sağlığı ile ilgili problemlerin arttığı belirtilmiştir. Bu sebeple, çocuklarda dental kaygı ve diş tedavilerine karşı duyulan korku çoğu ülkede halk sağlığı problemi olarak kabul edilmiştir. Dental kaygı bir çok nedene bağlı olan bir fenomendir. Yaş, sosyal ve duygusal gelişim düzeyi, mizaç, mental ya da gelişimsel bozukluklar, genetik faktörler, geçmişteki olumsuz dental deneyimler, ebeveynlik tarzı, ebebeynin duygusal zeka düzeyi çocuğun dental kaygı seviyesini etkileyebilmektedir. Bu tez çalışmasının amacı, Selçuk Üniversitesi Pedodonti Anabilim Dalı'na çeşitli dental şikâyetlerle başvuran çocuk hastaların dental kaygıları ile ebeveynlik tarzları ve ebeveyn duygusal zekâsı arasındaki ilişkiyi incelemektir. Bu amaç için de 2020 yılı içinde Selçuk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Pedodonti Kliniğine çeşitli dental şikâyetlerle başvuran 7-12 yaş arası 105 adet çocuk hasta ve ebeveynlerine uygulanan anketler incelenmiştir. Çocuk hastalara dental kaygı seviyesini ölçmek için çocuk korku değerlendirme skalası-dental alt ölçeği uygulanırken, ebeveynlerine ise ebeveynlik tarzlarını tespit etmek için ebeveynlik stilleri ve boyutları ölçeği ve duygusal zekâ düzeylerini ölçmek için gözden geçirilmiş schuttle duygusal zekâ ölçeği uygulanmıştır. Elde edilen sonuçlara göre demokratik, otoriter ve izin veren ebeveynlik ile çocuğun dental kaygısı arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Ebeveynin duygusal zekâsı ile çocuğun dental kaygısı arasında anlamlı bir sonuç bulunamamıştır. Demokratik ebeveynlik ile ebeveyn duygusal zekâsı arasında pozitif kolerasyon bulunurken, izin veren ebeveynlik ile ebeveyn duygusal zekâsı arasında negatif kolerasyon bulunmuştur. Ebeveynlik tarzı ve ebeveyn duygusal zekâsının çocuğun dental kaygısı üzerine etkileri ile ilgili çalışmalar sayıca yetersiz olup konu ile ilgili daha çok çalışma yapılması gerekmektedir.Öğe Gömülü 3. molar dişi çekilecek hastalarda ayrıntılı aydınlatılmış onamın anksiyete üzerine etkisi(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2020) Beder, Mevlüt; Durmuş, HasanÇalışmamızın amacı, gömülü 3. molar dişi çekimi için hazırlanan aydınlatılmış onam formunda yer alan tıbbi bilgilerin, hastalar üzerindeki psikolojik ve fizyolojik etkilerinin araştırılmasıdır. Bu çalışma, herhangi sistemik veya psikolojik problemi olmayan, yaşları 18 ile 45 yaş arası değişen, 50'si erkek 50'si kadın olmak üzere 100 hasta üzerinde gerçekleştirildi. Daha önce gömülü üçüncü molar diş çektiren hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Hastaların anksiyete skorlarını belirlemek için, Vizüel Analog Skala (VAS) ve Modifiye Dental Anksiyete Skalası (MDAS) kullanılmış; vital değerlerini belirlemek için ise kan basıncı, oksijen saturasyonu ve nabız değerleri ölçülmüştür. Tüm hastalara, aydınlatılmış onamı okumadan önce ve okuduktan sonra olmak üzere; iki kez MDAS ve VAS skalaları yöneltilmiş ve hastaların vital değerleri ölçülmüştür. Hastaların skalalara verdiği cevaplar ve vital bulgularına göre, aydınlatılmış onamın hasta anksiyetesi üzerindeki etkisi değerlendirilmiştir. Sonuç olarak, aydınlatılmış onam ile yeterli ve açık bir şekilde bilgi verildiğinde; hastaların anksiyete skorlarının önemli düzeyde azaldığı ve vital bulgularının stabil hale geldiği görülmektedir. Bu durum, hem hasta hem de hekim için daha güvenli bir cerrahi ortam hazırlanmasına yardımcı olmaktadır.Öğe Konya ili ve çevresinde yaşayan 9-15 yaş grubu çocuklarda daimi premolar hipodonti prevalansı: Retrospektif çalışma(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2020) Coşkun, Aysun Tagar; Yıldırım, SibelBu tez çalışmasında 2017-2019 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Pedodonti Anabilimdalı'na başvuran 9-15 yaş aralığındaki hastalardan alınan panoramik röntgen kayıtları incelenerek premolar hipodonti prevalansı belirlenmiştir. Elde edilen verilerin; premolar hipodontisinin birinci ve ikinci premolar dişler arasındaki dağılımı, cinsiyet, lokalizasyon, unilateral/bilateral görülme sıklığı, retine süt molar dişlerde infraoklüzyon görülme sıklığı, retine infraoklüze veya çekilmiş ya da eksfoliye olmuş retine süt molar olgularında komşu diş devrilmesi varlığı parametreleri doğrultusunda incelenmesi amaçlanmıştır. Bu tezde elde edilen verileri analiz etmek için veri kontrollü betimleyici istatistikler kullanılmış ve frekans analizi yapılmıştır. Yapılan frekans analizleri aracılığı ile değişkenlerin oranları ve yüzdeleri belirlenmiştir. Bu tez çalışmasında premolar hipodonti prevalansı %5.4 olarak belirlenmiştir. Birinci premolar hipodonti prevalansı %0.33, ikinci premolar hipodonti prevalansı %5.2 olarak belirlenmiştir. En çok eksikliği belirlenen mandibular ikinci premolar dişlerin hipodonti prevalansı %4.4 olarak belirlenmiştir. Maksiller ikinci premolar hipodonti prevalansı ise %1.9 olarak bulunmuştur. Premolar germ eksikliği belirlenen dişlerin %10'unu daimi birinci premolar hipodontisinin, %90'ını ise daimi ikinci premolar hipodontisinin oluşturduğu, birinci premolar hipodontisinin maksillada, ikinci premolar hipodontisinin ise mandibulada daha sık gözlendiği sonucuna varılmıştır. Bu tezde elde edilen veriler premolar hipodontisinin kızlarda daha yaygın gözlendiğini göstermektedir. Premolar hipodontisinin bilateral eksikliği de unilateral eksikliğe kıyasla daha yaygın görülmüştür. Bu çalışmada %23.6 oranında altında daimi diş germi olmayan retine süt azıların infraoklüzyonda olduğu gözlenmiştir. Premolar hipodontisi olduğu tespit edilen hastalar arasından retine süt moların infraoklüze olduğu ve retine süt moların çekilmesi yada eksfoliye olması sebebiyle ağız içinde olmadığı olgularda ilişkili bölgeye komşu diş devrilmesinin varlığı değerlendirilmiş, %44.7 oranında ilişkili bölgede bu devrilme hareketi sebebiyle yer kaybı gözlendiği belirlenmiştir. Ülkemizde hipodonti prevalansına dair birçok veri olmasına rağmen, premolar hipodonti prevalans değerlerinin bu çalışmalarda ayrıca belirtilmemiş olması sebebiyle premolar hipodonti prevalans değerlerinin karşılaştırılabileceği çalışma sayısı yetersiz bulunmuştur, konuya dair yapılacak daha çok çalışmaya gereksinim duyulmaktadır. Pedodontistlerin ve genel diş hekimlerinin infraoklüze dişleri olan hastaları teşhis etmek için eşsiz bir konumda olmaları sebebiyle konuya ilişkin farkındalığın artması gerekmektedir.Öğe Altı yaş dişlerine direkt ve indirekt yöntemlerle uygulanan farklı kompozit sistemlerinin retrospektif olarak değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2020) Aydındoğan, Merve; Botsalı, Murat SelimBu çalışmanın amacı altı yaş dişlerine direkt ve indirekt yöntemle uygulanan farklı kompozit sistemlerin uzun dönem klinik başarısının retrospektif olarak incelenmesidir. Bu tez çalışmasında Selçuk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Pedodonti Anabilim Dalında 2012-2013 yılları arasında toplamda 100 dişe uygulanan direkt ve indirekt kompozit restorasyonlar arasından ulaşılabilen 60'ı retrospektif olarak değerlendirildi. Direkt yöntemde Aelite LS Posterior ve Clearfil Photo Posterior, indirekt yöntemde Estenia ve Tescera ATL kompozit sistemleri incelendi. Klinik değerlendirme; diş hassasiyeti, marjinal adaptasyon, marjinal renklenme, renk uyumu, retansiyon, yüzey görünümü, anatomik form ve sekonder çürük kriterlerinin incelenebildiği modifiye USPHS kriterlerine göre yapıldı. Kompozit rezinler tek tek ve direkt ve indirekt kompozit sistemi olarak bu kriterlere göre değerlendirildi. İstatistiksel analiz için SPSS 24.0 paket programı kullanıldı. Elde edilen veriler Ki-kare testi, Cochran's Q testi ve MC Nemar testi ile değerlendirildi. En az 7 yıllık takibi yapılan kompozit rezin restorasyonların değerlendirildiği bu çalışmada, değerlendirmeye alınan kompozit rezin sistemlerin tümünün klinik olarak tatmin edici başarı seviyelerinde olduğu görüldü. Değerlendirilen restorasyonlar arasında istatistiksel fark olmadığı görüldü. Direkt ve indirekt kompozit rezin sistemlerin benzer klinik başarı gösterdiği ve modifiye USPHS kriterleri arasında istatistiksel anlamlı farklılık olmadığı tespit edildi. Teknik hassasiyet gerektiren ve daha maliyetli olan indirekt teknikle uygulanan kompozit rezinlerin direkt kompozit rezin sistemlere göre uzun dönem klinik başarı açısından avantaj sağlamadığı ve bu sebepten tercih üstünlüğü olmadığı söylenebilir.Öğe Osteomeatal kompleksin anatomik varyasyonları ile maksiller sinüs membran kalınlığı arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2021) Yapıcı, Damla Eda; Hakkı, Sema S.Sinüs tabanı yükseltme cerrahisinin en çok görülen komplikasyonu olan maksiller sinüs membranının perforasyonunda membranın elastikiyeti ve kalınlığı etkilidir. Membran kalınlığını etkileyebilecek anatomik faktörlerin bilinmesi, cerrahi sırasında ve sonrasında oluşabilecek komplikasyonların önüne geçilmesini sağlayabilir. Bu çalışmada maksiller sinüs ostiumu ve etrafını içeren bir bölge olan osteomeatal kompleksteki anatomik varyasyonlar ile maksiller sinüs membranı arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlandı. Çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakületsi Radyoloji Anabilim Dalı'na yönlendirilmiş hastalardan alınan, maksiller sinüs ve osteomeatal kompleksin görüldüğü bilgisayarlı tomografiler incelendi. 1022 hastaya ait 1957 adet sinüs değerlendirilerek maksiller sinüs mukozasının kalınlığı ölçüldü ve görünümü (normal, poliopid kalınlaşma, düz kalınlaşma, ostiumda obstrüksiyon) not edildi. Ostium çapı (OC), infundibulum uzunluğu (IU) ve etmoid bulla çapı (EBC) ölçüldü. Haller hücresi varlığı (HHV), septa varlığı (SV), konka bülloza varlığı (KBV), unsinat proses anatomik varyasyonları değerlendirildi ve unsinat prosesin superior ataçmanı (UPSA) sınıflandırıldı (Tip 1, Tip 2, Tip 3, Tip 4, Tip 5, Tip 6). Gruplar arasındaki ilişkileri değerledirmek için Pearson's Chi-squared ve Kruskal-Wallis testleri uygulandı ve 0.05'ten küçük p değeri anlamlı olarak kabul edildi. Çalışmada incelenen sinüslerin %54'ünde maksiller sinüs mukozasının 2 mm'den kalın olduğu ve en çok görülen kalınlaşmanın düz kalınlaşma olduğu, ostium obstrüksiyonu durumunda ise mukoza kalınlığının 10 mm'nin üzerine çıktığı görüldü. Erkeklerde polipoid kalınlaşma ve ostium obstrüksiyonu kadınlardan daha fazla görüldü. Erkeklerdeki ortalama mukoza kalınığı, OC, IU ve EBC kadınlardakinden anlamlı olarak daha büyük belirlendi. OC'nin daha büyük olduğu sinüslerde ostiumda obstrüksiyon görülme oranı da anlamlı olarak daha fazla bulundu. IU'nun ise normal mukoza görünümü olan sinüslerde daha kısa olduğu belirlendi. EBC'nin, mukozada kalınlaşma olan gruplarda anlamlı olarak daha büyük olduğu görüldü. HHV ile düz ve polipoid mukozal kalınlaşma arasında anlamlı bir ilişki olduğu belirlendi. KBV ve SV ile mukoza kalınlaşması arasında anlamlı bir ilişki olmadığı anlaşıldı. Normal unsinat proses tipinde, diğer varyasyonlarla kıyaslandığında normal mukoza görülme oranının da anlamlı olarak daha fazla (%45) olduğu görüldü. UPSA'nın Tip 3, Tip 4 ve Tip 6 olduğu durumlarda mukoza kalınlığının, polipoid görünümün ve ostium obstrüksiyonunun anlamlı şekilde arttığı belirlendi. Bu çalışmanın sonuçları, osteomeatal kompleksteki anatomik varyasyonların maksiller sinüs mukozasına olan etkisini göstermiştir. Sinüs tabanı yükseltme cerrahisinden önce hekimlerin bu varyasyonları dikkate almaları ve osteomeatal bölgeyi yorumlayabilmeleri gerekmektedir.Öğe 7-11 yaş aralığındaki çocuklarda görülen dental kaygı sıklığı ile diş çürüğü arasındaki ilişki(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2020) Yıldız, Gamze; Yıldırım, SibelDental korku, diş tedavisi sırasında ortaya çıkan spesifik tehdit edici durumlara karşı gösterilen olumsuz duygusal bir reaksiyondur. Dental kaygı ise dental işlemler sırasında korkunç tecrübeler yaşanılabileceği konusunda duyulan endişe, kontrolün yitirilmesi ve buna bağlı anormal emosyonel tavırlar sergilenmesi olarak tanımlanır. Dental korku ve kaygının, diğer pek çok korkudan ayrı tutulması ve bu kadar önemli bir çalışma alanı olmasının sebebi; korkunun neticesinde ciddi ağız sağlığı problemlerinin oluşmasıdır. Dental kaygı ve dental korku, çocuk ve ergenlerin problemleri arasında dikkate değer düzeyde yer almaktadır. Bazı çocuklar dental tedavileri kabul ederken, bazıları; diş hekimi koltuğunda oturmayı, muayene edilmeyi ve tedavi protokolünü, olumsuz duygusal reaksiyonlar göstererek ciddi şekilde reddetmektedir. Dental kaygı düzeyi yüksek olan bireylerde, tedavi gereksinimlerini ertelemeleri ile paralel olarak, yaşam kalitelerinin düştüğü, tedaviden kaçınma ve diş çürüğü görülme sıklığının arttığı belirtilmiştir. Dental kaygısı olan hastalar diş hekimine genellikle acil durumlarda başvurdukları için bu durum korkularını daha da artırabilir ve sonuç olarak bu hastalara doğru şekilde yaklaşılmazsa bu kısır döngü devam edebilir. Bu tez çalışmasının amacı, Selçuk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Pedodonti Anabilim Dalı'na çeşitli dental şikayetlerle başvuran çocuk hastaların, dental kaygısının, ağızlarında var olan toplam çürük, dolgulu ve çekilmiş diş sayısı ile olan ilişkisini incelemektir. Bu amaç için de 2019 yılı içinde Selçuk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Pedodonti Kliniğine çeşitli dental şikayetlerle başvuran 7-11 yaş arası 105 adet çocuğa uygulanan anketler incelendi ve bu hastalara ait DMFT ve dmft indeksleri kaydedildi. Çocuk hastalara dental kaygı seviyesini ölçmek için çocuk korku değerlendirme skalası-dental alt ölçeği uygulandı. Elde edilen sonuçlara göre, hastaların dental kaygı skorları ile DMFT/dmft değerleri arasında anlamlı bir ilişki bulunamadı. Tez çalışmasına dahil edilen hastaların ortalama kaygı skorları düşük çıktığı için çürükle anlamlı bir ilişki bulunamadı. Dental kaygı ve diş çürüğü arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalar sayıca yetersiz olup bu konu ile ilgili daha çok çalışma yapılması gerekmektedir.Öğe Gastroözofageal reflü hastalığı bulunan çocuklarda ağız diş sağlığına bağlı yaşam kalitesi ve dental erozyonunun değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2020) Öztürk, Gül Didem; Tosun, GülBu tez çalışmasında, gastroözofageal reflü tanısı konmuş, 8-14 yaş aralığındaki çocuklarda, dmft/DMFT ve dental erozyon şiddetini tayin etmek, plak ve gingival indeks değerlerini tespit etmek, bu değerleri sağlıklı çocuklardan elde edilen veriler ile karşılaştırmak, aynı zamanda gastroözofageal reflü hastalığına sahip çocukların ağız diş sağlığına bağlı yaşam kalitesini geçerliliği ve güvenirliği kanıtlanmış POQL (Pediatric Oral Health-Related Quality of Life) ölçeği kullanarak belirlemek amaçlanmıştır. Bu çalışma, Ocak 2019-Nisan 2019 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Gastroenteroloji bölümüne başvurmuş ve gastroözofageal reflü hastalığı teşhisi konulmuş çocuklar ile Selçuk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Pedodonti bölümüne başvurmuş sağlıklı çocuk hastalarda gerçekleştirilmiştir. Bu tez çalışmasına GÖR hastalığı bulunan 70 çocuk hasta ve 70 sağlıklı çocuk dahil edilmiştir. Muayene sonuçları; dental erozyon BEWE indeksi, diş çürükleri DMF indeksi, dental plak ve oral hijyen Sillness Löe indeksi kullanılarak kayıt altına alınmıştır. Muayenelerin ardından çocuklara POQL ölçeği uygulanmıştır. İstatistiksel değerlendirmede Mann-Whitney U ve Wilcoxon testi kullanılmıştır. Gastroözofageal reflü hastalığı bulunan çalışma grubundaki çocuklarda dmft değeri 3,00 iken sağlıklı çocuklardan oluşan kontrol grubunda 2,48 olarak bulunmuştur. Çalışma grubunda DMFT değeri 5,41 iken, kontrol grubunda 2,74 olarak bulunmuştur. Çalışma grubunda erozyon değeri 8,60 iken kontrol grubunda 2,04 olarak bulunmuştur. Çalışma grubunda plak indeks değeri 1,19, gingival indeks değeri 1,08 iken kontrol grubunda plak indeks değeri 1,12, gingival indeks değeri 1,02 olarak bulunmuştur. Yapılan çalışmanın sonucunda dmft, gingival indeks ve açısından her iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmazken DMFT ve plak indeksi çalışma grubunda anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. POQL ölçek skorları ortalaması çalışma grubunda 39,08 iken, kontrol grubunda 19,38 olarak bulunmuştur. Çalışma grubunda ölçek skorları kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek bulunmuştur Bu tez çalışmasına göre gastroözofageal reflü hastalığı bulunan çocuklarda dental erozyon yaygın görülmektedir. Bununla birlikte bu çocuklarda plak indeksi ve çürük miktarı değerlerinin fazlalığı çürüğün hala önemli bir halk sağlığı problemi olduğunu kanıtlamıştır. Bu bağlamda dental problemler açısından risk altında olan GÖR'lü çocuklara koruyucu, önleyici tedavilerin verilmesi ve ailelerin bilinçlendirilmesi ile bu problemler azaltılabilir. Genel sağlığa bağlı yaşam kalitesi azalmış olan GÖR'lü hasta grubunda ağız diş sağlığına bağlı yaşam kalitesinin de azaldığı sonucuna ulaşılmıştır. Bu hastalarda ağız diş sağlığına bağlı yaşam kalitesini artırmak adına bu hastalara yönelik ağız diş sağlığı hizmetlerinin iyileştirilmesi ve geliştirilmesi gerektiği düşünülmektedir. Gastroözofageal reflü hastalığı bulunan çocuklarda ağız diş sağlığının iyileştirilmesi, ağız diş sağlığına bağlı yaşam kalitesini artırarak genel sağlığa bağlı yaşam kalitesini artırmaya yardımcı olacaktır.Öğe Uyku bruksizmi olan çocuklarda uyku davranışlarının değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2020) Genç, Şaziye; Kahvecioğlu, Firdevsİkinci Uluslararası Uyku Bozuklukları Sınıflaması (2005), uyku bruksizmini, uyku ile ilişkili hareket bozuklukları arasında listelemektedir. Bu durum, uyku sırasında diş sıkma veya gıcırdatma alışkanlığını içeren oral bir aktivite olarak tanımlanmıştır. Stomatognatik sistem için en zararlı parafonksiyonel aktivite olarak kabul edilen uyku bruksizminin etiyolojisinin multifaktöriyel olduğu düşünülmektedir. Bruksizmin nörolojik ve psikolojik sorunların bir ifadesi olduğuna inanılmıştır. Bununla birlikte, uyku sırasında meydana gelen belirli davranışların da uyku bruksizmi ile ilişkili olduğu ifade edilmiştir. Bu tez çalışmasında, uyku bruksizmi olduğu belirlenen okul öncesi (3-5 yaş) ve okul çağı (6-12 yaş) dönemindeki çocuk hastaların uyku davranışlarının belirlenmesi ve belirlenen verilerin sağlıklı çocuklar ile kıyaslanarak değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Çalışma, 2019 yılı içerisinde Selçuk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Pedodonti Anabilim Dalı'nda uyku bruksizmi olduğu belirlenen 102 çocuk hasta, 102 sağlıklı çocuk hasta ve onların ebeveynleri arasında gerçekleştirilmiştir. Çalışmada, ebeveynlere uygulanan geçerliliği ve güvenirliği kanıtlanmış Çocuk Uyku Alışkanlıkları Anketi kullanılmıştır. Elde edilen sonuçlara göre, anket alt ölçekleri değerlendirildiğinde, literatürdeki çalışmalarla uyumlu olarak parasomniler ve anket toplam puanı (ÇUAA), uyku bruksizmi ile ilişkili bulunmuştur. Buna karşılık yatma zamanı direnci, uykuya dalmanın gecikmesi, uyku süresi, uyku kaygısı, gece uyanmaları, uykuda solunumun bozulması ve gün içinde uykululuk alt ölçekleri uyku bruksizmi ile ilişkili bulunmamıştır. Uyku bruksizmli çocuklarda daha kısa uyku süresi görülmesine rağmen iki grup arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. Anket kesim noktası alt ölçeklere göre gruplar içinde değerlendirildiğinde; sadece uykuya dalmanın gecikmesi alt ölçeğinde iki grup içinde anlamlı bir fark bulunmamıştır. Buna karşılık diğer alt ölçekler ile anket kesim noktası arasında iki grup içinde anlamlı bir farklılık olduğu görülmüştür. Uyku bruksizminin multifaktöriyel bir etiyolojiye sahip olduğu düşünüldüğünde, uyku davranışlarının da bu konuda büyük bir paya sahip olduğu görülmektedir. Bu uyku davranışlarının olası etkilerini azaltmak için, ebeveynlerin bu konuya olan ilgilerini artırarak, gerekli ise hastayı tıbbi bir servise yönlendirerek çocuk diş hekimliği-pediatri işbirliği içinde durumun iyileştirilmeye çalışılmasının gerektiği düşünülmektedir.Öğe Farklı iğne dizaynı ve iğne yerleştirme derinliklerinin kök kanalının apikal üçlü temizliği ve irrigantların apikal ekstrüzyonu üzerine etkileri: İn vitro çalışma(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2020) Erbil, Nur; Çobankara, Funda KontBu uzmanlık tez çalışmasının amacı; farklı dizayna sahip irrigasyon iğnelerinin farklı yerleştirme derinliklerinde kullanıldıklarında solüsyonların apikal ekstrüzyon miktarlarına etkilerinin ve apikal üçlüdeki smear tabaka ve debris uzaklaştırma etkinliklerinin değerlendirilmesidir. Farklı dizayna sahip irrigasyon iğneleri (açık uçlu eğimli ve çentikli yüzey, kapalı uçlu tek ve çift delikli) (n=80) çalışma boyundan 1, 2, 3 ve 5 mm kısa olacak şekilde kullanılmak üzere, kendi içerisinde rastgele 4 alt gruba (n=20) ayrıldı. Şekillendirme işlemi boyunca her eğe arasında 2 ml %5'lik NaOCl ile irrigasyon yapıldı. Smear tabaka ve debris uzaklaştırma etkinliklerinin inceleneceği örneklerde, final irrigasyon için 5 ml %5'lik NaOCl, ardından 5 ml %17'lik EDTA ve tekrar 5 ml %5'lik NaOCl kullanıldı. Ardından her bir örneğin apikal üçlüsünde debris skorlaması için x300 ve smear tabaka skorlaması için x1000 büyütmede SEM görüntüleri alındı. Apikal ekstrüzyon miktarlarının belirlenmesinde açık ve kapalı sistem olmak üzere iki farklı düzenek kullanıldı. Her iki düzenekte de, farklı dizayna sahip irrigasyon iğneleri (açık uçlu eğimli ve çentikli yüzey, kapalı uçlu tek ve çift delikli) çalışma boyundan 1, 2, 3 ve 5 mm kısa kullanılacak şekilde kendi içerisinde 4 alt gruba ayrıldı (n=20). Final irrigasyonu esnasında 15 ml %5'lik NaOCl 4 ml/dk'lık sabit akış hızı ile kök kanal sistemine verildi. Kapalı sistem deney düzeneğinde taşan solüsyon miktarları ISE (iyon selektif elektrot) otoanalizöründe Na+ ve Cl- iyon molaritelerinden yararlanılarak µl olarak belirlendi. Açık sistem deney düzeğinde her bir örnekte taşan solüsyon hacmi direkt olarak bir mikropipet aracılığıyla ml olarak ölçüldü. Çalışma sonuçlarına göre smear tabaka ve debris uzaklaştırma etkinlikleri açısından tüm yerleştirme derinliklerinde açık uçlu irrigasyon iğnelerinin kapalı uçlu irrigasyon iğnelerinden daha başarılı olduğu sonucuna varıldı (p<0,05). Tüm irrigasyon iğneleri farklı yerleştirme derinliklerinde kullanılarak smear tabaka ve debris uzaklaştırma özellikleri açısından karşılaştırıldıklarında ise; çalışma boyundan 1, 2 ve 3 mm kısa yerleştirme derinliklerinde birbirine benzer (p>0,05) ve 5 mm'ye göre daha düşük smear tabaka ve debris skorları elde edildi (p<0,05). İrrigasyon solüsyonlarının ekstrüzyon miktarlarının değerlendirildiği açık ve kapalı sistem deney düzeneklerinin her ikisinde de tüm yerleştirme derinliklerinde; açık uçlu irrigasyon iğnelerinin kapalı uçlu iğnelerine göre daha fazla solüsyon taşmasına neden olduğu gözlemlendi (p<0,05). Ayrıca; irrigasyon solüsyonlarının ekstrüzyon miktarlarının değerlendirildiği her iki deney düzeneğinde tüm irrigasyon iğnelerinde apikale yaklaşıldıkça taşan solüsyon miktarının arttığı tespit edildi (p<0,05). Aynı zamanda açık sistem deney düzeneğinde, kapalı sistem deney düzeneğine kıyasla çok daha fazla miktarda irrigasyon solüsyonunun taştığı belirlendi. Mevcut çalışma koşulları göz önüne alındığında; kök kanal preparasyonunun ilk aşamalarında açık uçlu (eğimli ve çentikli yüzey) irrigasyon iğnelerinin kullanılması ve özellikle apikale 3-mm yaklaşıldıktan sonra kapalı uçlu iğnelerle irrigasyona devam edilmesi solüsyonun periapikal dokulara taşmasının önlemesi ve aynı zamanda apikal üçlüde etkili smear tabaka ve debris uzaklaştırılması açılarından optimum irrigasyon prosedürü olarak tavsiye edilebilir.Öğe Maksiller sinüs varyasyon ve patolojilerinin konik ışınlı bilgisayarlı tomografi ile retrospektif olarak değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2020) Ayyıldız, Halil; Akgünlü, FarukAnatomik varyasyon ve patolojilerinin yanı sıra bölgenin anatomik yapısı, maksiller posterior bölgeyi diş hekimleri için zorlayıcı bir bölge haline getirmektedir. Bu nedenle bu bölgenin anatomisi hakkında eksiksiz bilgi sahibi olmak gerekmektedir. Bu bölgelerde gerçekleştirilecek herhangi bir cerrahi prosedür öncesinde, komplikasyonlardan kaçınmak için bölgenin anatomisi, bölgedeki mevcut patoloji ve varyasyonlarının değerlendirilmesi gerekmektedir. Diş hekimliğinde bu değerlendirme radyolojik olarak yapılmaktadır. Bu bölgedeki istenilen değerlendirme için gerekli özellikler KIBT ile sağlanabilmektedir. Üç boyutlu değerlendirme sağlaması ve ölçüm güvenilirliğine sahip olması cerrahi uygulamalarda önemini vurgulamaktadır. Septum, haller hücresi ve aksesuar ostium maksiller sinüsün varyasyonlarıdır. Maksiller sinüs patolojileri enflamatuar hastalıklar, gelişimsel anomaliler, neoplaziler, diş ilişkili sinüs hastalıkları, kemik hasarı, travmatik kemik hasarı, iyatrojenik, sistemik, silent sinüs sendromu şeklinde sınıflandırılmaktadır. Bu tez çalışmanın amacı belirli bir Türk popülasyonunda maksiller sinüs varyasyon ve patolojilerinin yaş ve cinsiyet parametrelerine göre ilişkilerinin belirlenmesi, varyasyon ve patolojilerin birbirleriyle ilişkisinin değerlendirilmesidir. Bu retrospektif çalışmada 212 (92 kadın, 120 erkek) hastaya ait KIBT görüntüleri incelenmiştir. İncelenen KIBT görüntüleri birden fazla kesitte incelenip kaydedilmiştir. 18 yaş üstü hastalar, maksiller sinüsün tüm alanlarının net olarak izlendiği görüntüler çalışmaya dahil edilirken; maksiller sinüsün kemik sınırlarını bozabilecek patolojisi olanlar, diagnostik kalitede olmayan görüntüler çalışmaya dahil edilmemiştir. Maksiller sinüse ait gözlemler aynı gözlemci tarafından üç hafta arayla tekrarlanmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde sınıf içi korelasyon ve Goodman-Kruskal tau testi, tanımlayıcı istatistikler, ki-kare testi, Exact ve Monte Carlo testleri, bağımsız t testi, tek yönlü Anova testleri kullanılmıştır. Bu tez çalışmanın sonucunda maksiller sinüsün morfometrik özellikleri açısından cinsiyet ve yaş gruplarında fark gözlenmiştir. En sık tespit edilen varyasyon aksesuar ostium iken en sık tespit edilen patoloji mukozal kalınlaşmadır. Hipoplazi ile haller hücresi ve mukoza retansiyon kisti ile aksesuar ostium arasında anlamlı ilişki saptanmıştır. En az bir anatomik varyasyonun bulunduğu hasta oranı % 77,8 iken, en az bir patolojinin bulunduğu hasta oranı % 56,1'dir. Bu sebeple bölgede yapılacak cerrahi prosedürler öncesinde komplikasyonlardan kaçınmak için ayrıntılı bir analiz yapılmalıdır.Öğe D vitamini eksikliği olan 6-11 yaş arası çocuklarda ağız ve diş sağlığının değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2020) Köroğlu, Aslı; Tosun, GülD vitamini diğer vitamin türlerinden farklı olarak endojen olarak üretilebilen bir sekosteroiddir Yetersiz 25-hidroksivitamin D (25 (OH) D) konsantrasyonları zayıf ağız ve diş sağlığı ile ilişkilendirilmiş ve D vitamini takviyesinin klinik sonuçları iyileştirdiği gözlenmiştir. D vitamini ayrıca mine ve dentin oluşumunu da etkileyebilmektedir. Süt ve daimî diş oluşumu dönemlerinde yetersiz beslenme ve D vitamini eksikliği, mine hipoplazisi ve diş çürüğü ile sonuçlanabilir. Bu tez çalışmasında, serum 25(OH)D vitamini eksikliği tanısı konmuş 6-11 yaş arası, başka bir sistemik hastalığı bulunmayan çocuk hastalar ile serum 25(OH)D vitamini eksikliği olmayan sağlıklı çocuk hastaların ağızlarındaki çürük, dolgulu ve kayıp diş sayılarının belirlenmesi ve karşılaştırılması amaçlanmıştır. Ayrıca ebeveynlerine uygulanan anket sonucu elde edilen verilere dayanarak ailenin sosyodemografik seviyesi belirlenmiş, çocukların ağız bakım alışkanlıkları ile beslenme alışkanlıkları öğrenilmiş ve bu verilerin çürük, dolgulu ve kayıp diş sayısı arasındaki ilişkisi anketten elde edilen verilerle karşılaştırılmıştır. Bu tez çalışmasına Nisan 2019 ve Ekim 2019 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatri Anabilim Dalı'na başvuran, serum 25(OH)D seviyesi 20 ng/ml altında olup eksiklik tanısı konulmuş 6-11 yaş arası çocuk hastalar ile aynı anabilim dalına başvurmuş, serum 25(OH)D seviyesi 20 ng/ml ve üstünde olup normal tanısı konulmuş 6-11 yaş arası çocuk hastalar dâhil edilmiştir. Yaptığımız çalışmada kontrol grubunun dmft değeri 1,97±0,25, DMFT değeri 0,31±0,07; çalışma grubunun dmft değeri 2,91±0,27, DMFT değeri 0,37±0,08 olarak bulunmuş olup, çalışma grubundaki dmft değerinin istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksek olduğu görülmüştür. Anne ve baba eğitim düzeyi, diş fırçalama sıklığı, diş ipi kullanımı, diş hekimine gitme sıklığı ve beslenme alışkanlıkları açısından grup içlerinde anlamlı fark bulunmamıştır. Diş fırçalama durumu ise kontrol grubunda dmft değerini anlamlı olarak etkilemiştir. Gruplar arasında ise çalışma grubunda genel olarak dmft ve DMFT değerleri kontrol grubundan daha yüksek bulunmuştur. Bu tez çalışmasında elde edilen verilere göre; hem çalışma hem de kontrol grubunda dmft değerlerinin yüksekliği çürüğün ülkemizde hala önemli bir halk sağlığı problemi olduğunu kanıtlamıştır. Diş çürüğü açısından yüksek risk altında olan karma dentisyon grubundaki çocuklara koruyucu, önleyici tedavilerin verilmesi, ailelerinin bilinçlendirilmesi ve serum 25(OH)D düzeyi düşük olan çocuklara takviye D vitamini preparatlarının verilmesi ile çürük miktarı azaltılabilir.Öğe İlerletme genioplastisinde fiksasyon amaçlı kullanılan farklı plak ve vida sistemlerinin stabilite ve stres dağılımlarının sonlu elemanlar analizi ile değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Diş Hekimliği Fakültesi, 2020) Aktı, Ahmet; Kalaycı, AbdullahAmaç Bu genioplasti çalışmasının amacı; segmentlerinin fiksasyonunda kullanılan titanyum monokortikal miniplak ve bikortikal vida sistemlerinin deplasman miktarı, kemikte oluşturduğu asal stresler ile plak ve vidalarda oluşan von-mises stres dağılımlarının sonlu elemanlar analizi ile karşılaştırılmasıdır. Gereç ve Yöntemler Çalışmamızda alt çene ucunda genioplasti osteotomisi yapılarak distal fragman anteriora doğru 5 mm ilerletilmiştir. Fiksasyon olarak tek genioplasti plağı, 2 adet düz plak, 3 adet düz plak, 2 adet bikortikal vida ve 3 adet bikortikal vida fiksasyon modellerinin kullanıldığı 5 farklı modelde, alt segmente linguale doğru horizontal yönde 80 N' luk kuvvet uygulanarak ortaya çıkan deplasman ve stres değerleri sonlu elemanlar analizi ile değerlendirilmiştir. Bulgular En az deplasman üç adet titanyum bikortikal vida ile yapılan fiksasyon modelinde izlenirken, en fazla deplasman tek genioplasti plağı fiksasyon modelinde izlenmiştir. Materyallerde en az von-mises stres üç adet titanyum bikortikal vida ile yapılan fiksasyon modelinde, en fazla von-mises stres tek genioplasti plağı fiksasyon modelinde izlenmiştir. Kemikte en fazla gerilme stresi (Pmax) üç adet düz plak fiksasyon modelinde izlenirken en az gerilme stresi plak fiksasyon modellerinde izlenmiştir. Kemikte en fazla sıkışma stresi (Pmin) iki adet bikortikal vida fiksasyon modelinde izlenirken en az sıkışma stresi iki ve üç adet düz plak fiksasyon modellerinde izlenmiştir. Sonuç Bikortikal vida grupları, deplasman ve von-mises gerilme stresleri açısından daha iyi sonuç vermekle birlikte, plak grupları gerilme ve sıkışma stresleri açısından daha elverişli bulunmuştur. Tüm bunlarla birlikte sonuçlar tüm gruplar için fizyolojik sınırlar içerisindedir.
- «
- 1 (current)
- 2
- 3
- »