Yazar "Keleş, Bahar" seçeneğine göre listele
Listeleniyor 1 - 20 / 29
Sayfa Başına Sonuç
Sıralama seçenekleri
Öğe Akut otitis mediaya sekonder lateral sinüs tromboflebiti(2011) Keleş, Bahar; Öztürk, Kayahan; Dündar, Mehmet Akif; Özer, BedriGeniş spektrumlu antibiyotiklerin kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte lateral sinüs tromboflebiti (LST) görülme insidansı ve mortalitesi son yıllarda belirgin bir şekilde azalmıştır. Fakat antibiyotiklerin kullanımı ile semptom ve bulgular baskılandığı için LST’nin klinik tablosu değişmekte ve tanı koymak gecikebilmektedir. (LST) sıklıkla kronik otitis medialı erişkin hastalarda görülmektedir. Akut otitis mediaya bağlı LST gelişmesi ise daha çok çocukluk çağında görülmekle beraber erişkin yaş grubunda görülmesi ise oldukça nadir bir durumdur. Bu çalışmada akut otitis mediaya bağlı LST gelişen 24 yaşındaki erkek hasta sunuldu. Uygulanan tedavi şekli ve hastalığın klinik seyri literatürlerin ışığı altında tartışıldı.Öğe Anterior Atticoantrostomy for Cholesteatoma Surgery(Sage Publications Inc, 2006) Uyar, Yavuz; Öztürk, Kayhan; Keleş, Bahar; Arbağ, Hamdi; Ülkü, Çağatay HanObjectives: We aimed to investigate the long-term results of anterior atticoantrostomy in adult patients with cholesteatoma. Methods: A total of 83 ears in 78 patients were operated on by the anterior atticoantrostomy technique, supported by a periosteal flap, between 1991 and 2002. Results: Cholesteatoma recurred in only 4 ears (4.8%). In the 79 ears without recurrence, re-perforation was observed in 3 ears (3.8%), and retraction pockets developed in the attic of 5 ears (6.3%), 2 of which needed ventilation tubes. Absorption or migration of cartilage grafts was not seen in any of the patients. The mean air-bone gap was 34.8 +/- 13.4 dB and 16.9 +/- 14.7 dB, and the mean high-tone bone conduction was 19.0 +/- 6.2 dB and 21.1 +/- 6.6 dB, in the preoperative and postoperative periods, respectively. Conclusions: In the reconstruction of the posterior canal wall, a cartilage graft supported by a periosteal flap prevents attic retraction and may increase the vascularization of the graft. After anterior atticoantrostomy, the recurrence rate and the probability of leaving residual tissue are low. Therefore, we believe that anterior atticoantrostomy is a relatively safe and effective technique that can be used in the management of cholesteatoma.Öğe Antrokoanal poliplerde endoskopik cerrahi(2005) Öztürk, Kayhan; Yaman, Hüseyin; Ünaldı, Deniz; Arbağ, Hamdi; Keleş, Bahar; Uyar, YavuzAmaç: Bu çalışmanın amacı antrokoanal polip nedeni ile endoskopik cerrahi tedavi uygulanan olgulardaki sonuçları değerlendirmektir. Hastalar ve Yöntemler: Onsekiz antrokoanal polipli hasta (onbir erkek, yedi kadın; ortalama yaş 31.114.7; 11-65 yaşları arasında) retrospektif olarak incelendi. Tüm olgular, ayrıntılı öykü alımı, tam bir KBB muayenesi, nazal endoskopi ve paranazal sinüs tomografisi ile değerlendirildi. Hastalar genel veya lokal anestezi ile ameliyat edildi. Olgular ameliyat sonrası komplikasyon ve nüks yönünden takip edildi. Takip süresi 9-40 ay (ortalama takip süresi: 22.910.5 ay) idi. Bulgular: Olguların on birinde sağ, yedisinde sol maksiller sinüs kaynaklı antrokoanal polip saptandı. En sık görülen semptomlar burun tıkanıklığı ve baş ağrısı idi. Hastaların onüçüne genel anestezi, beşine lokal anestezi altında cerrahi müdahale yapıldı. Beş hastaya fonksiyonel endoskopik sinüs cerrahisi (FESC) ve fossa kaninadan antral yaklaşım ile birlikte polipektomi, üçüne septoplasti ile birlikte FESC, onuna FESC uygulandı. Bir hastada nüks görüldü. Sonuç: Antrokoanal polip tedavisinde rekürrenslerin daha az görüldüğü FESC uygun bir cerrahi yöntemdir. Maksiller sinüsün ostiumdan yeterince değerlendirilemediği durumlarda rekürrensleri önlemek için fossa kaninadan yaklaşım uygun bir yöntem olabilir.Öğe Aurikula psödokisti: Olgu sunumu(2011) Bozkurt, Mete Kaan; Saydam, Levent; Özçelik, Tuncay; Keleş, BaharAurikula psödokisti sıklıkla genç erkeklerde görülen, aurikula üst bölümünde yerleşik asemptomatik kistik bir şişliktir. Tedavide birçok farklı metodlar kullanılmaktadır. Bu çalışmada lezyonun cerrahi eksizyon ve sahaya düğme dikilerek sağlanan kompresyon kullanılarak tedavi edildiği ve 2 yıllık izlem süresinde nüks saptanmayan bir aurikula psödokisti olgusu sunulmaktadır. Kullanılan cerrahi yöntem iyi kozmetik sonuç vermesi ve baskılı kulak pansumanı gerektirmemesi nedeniyle hasta memnuniyetini arttırmaktadır.Öğe B12 Vitamin Eksikliği ile Birlikte Görülen Amyotrofik Lateral Sklerozis (Olgu Sunumu)(2008) Güney, Figen; Kozak, Hasan Hüseyin; Genç, Emine; Kıreşi, Demet; Keleş, Bahar; Toy, HaticeAmaç: B12 vitamin eksikliğinin eşlik ettiği ALS olgusunun sunulması amaçlanmıştır. Olgu Sunumu: Yirmi üç yaşında erkek hasta konuşma bozukluğu, yutma güçlüğü şikayetleriyle servisimize yatırıldı. Nörolojik muayenesinde nazone ve hipofonik konuşma, disfaji ile bilateral öğürme refleksinde azalma mevcuttu. Öyküde 9 aylıktan beri et yemediği öğrenildi. B12: 42 pg/ml (normal 145-914) olarak tespit edildi. Bulber ALS, myastenia gravis, inklüzyon body miyoziti, multipl skleroz, serebrovasküler olay gibi disfaji ve hipfoni yapabilecek diğer nedenleri dışlamak için yapılan tetkiklerde yalnızca kranial MRG’de sentrum semiovale düzeyinde periventriküler noktasal tarzda hiperintens görünüm mevcuttu. Hasta B12 tedavisi yapılarak kontrollere gelmek üzere taburcu edildi. 8 ay sonra konuşma bozukluğunda artma, kollarda güçsüzlük şikayetleriyle servisimize yeniden yatırıldı. Nörolojik muayenede daha önceki bulgulara ilave olarak dilde atrofi ve fasikülasyon, çene refleksinde artış görüldü. Her iki el interosseal, tenar, hipotenar kaslarda minimal atrofi, omuz kuşağı kaslarında atrofi ve fasikülasyon görüldü. Tekrar yapılan EMG’sinde her iki biseps, deltoid, abduktor pollisis brevis ve sol orbikularis oris kaslarında fasikülasyon ve kronik denervasyon bulguları görüldü. Bunun üzerine hastaya ALS tanısı konularak riluzol tedavisi başlandı. Sonuç: Bu hastada B12 eksikliği ile ALS’nin birlikte görülmesi tesadüfi bir durum olabilir, ancak ALS tanısı konan bu hastanın genç yaşta olması nedeniyle B12 eksikliğinin nörodejeneratif süreci hızlandırıcı bir faktör olduğu da düşünülebilir.Öğe Benign Paroksismal Pozisyonal Vertigo Tedavisinde Kullanılan Semont Ve Epley Manevralarının Karşılaştırılması(2003) Arbağ, Hamdi; Özer, Bedri; Keleş, Bahar; Ülkü, Çağatay Han; Öztürk, KayhanAmaç: Benign paroksismal pozisyonel vertigo (BPPV) tedavisinde kullanılan Semont ve Epley manevralarını, hasta uyumu ve tedavi sonuçları açısından değerlendirmek. Gereç ve Yöntem: Ocak 2001-Mayıs 2003 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi KBB Anabilim Dalında, BPPV tanısı konularak tedavi edilen, 58 hasta üzerinde yapılan prospektif bir çalışmadır. BPPV tanısı, hastanın hikayesine ve Dix-Halpike manevrasında nistagmusun karekteristik özelliklerinin belirlenmesi ile konuldu. Dix Halpike manevrası uygulandıktan 10 dakika sonra, 29 hastaya Semont’ un serbestleştirici manevrası, 29 hastaya da Epley manevrası uygulandı. Hastalar manevradan 24 saat, 1 hafta ve 1 ay sonra kontrol edildi. Kontrollerde, hastaların yakınması ve Dix Halpike manevrasına verdiği cevaplar esas alınarak tedavi metotları kıyaslandı. İstatiksel değerlendirmeler için ki-kare testi kullanıldı. Bulgular: 58 hastanın yaşları 22 ile 79 arasında (ortalama:52,5814,3) olup, 38’i (%65.5) kadın, 20’si (%34.5) erkek idi. Hastaların 29’unda (%50) sağ kulak, 23’ünde (%40) sol kulak, 6’sında ise (%10) her iki kulak etkilenmiş olup, toplam 64 kulak için manevra uygulanmıştır. Semptomların ortalama süresi yaklaşık 11.9 ay idi. Semont manevrası uygulanan 32 kulağın 21’inde (%65.6), 24 saat sonra yapılan ilk kontrolde tamamen iyileşme tespit edildi. İkinci kontrolde Dix-Halpike manevrası pozitif olan 11 kulak için tekrar manevra uygulandı, bunların 7’sinde başarı elde edildi. İkinci uygulama ile manevranın başarısı %87.5’e yükseldi. Bir ay sonraki kontrolde 4 (%12.5) kulakta semptomların hala devam ettiği görüldü. Bu hastaların birinde şikayetlerde kısmen de olsa azalma görüldü. Otuz iki kulağa Epley manevrası uygulandı. Bir gün sonraki ilk kontrolde 26 (%81.25) kulakta tam iyileşme görüldü. Bir hafta sonraki kontrolde 6 kulakta semptomların devam etmesi üzerine tekrar manevra uygulandı. Bunların 4’ünde semptomlarda azalma tarif edildi. İkinci uygulamadan sonra manevranın başarısı %93.75 idi. Bir ay sonraki kontrolde 2(%6.25) hastanın semptomları devam ediyordu. Her iki manevranın tedaviye cevap açısından karşılaştırılmasında anlamlı fark yoktu. Sonuç: Pozisyonel vertigo dışında nörolojik ve vestibüler şikayetleri olmayan hastalarda, laboratuar ve görüntüleme yöntemlerine başvurmadan tedavi manevralarının uygulanması maliyet ve zaman açısından kazanç sağlayacaktır. BPPV’nun paroksismal olması, haftalar ve aylar süren spontan remisyonlar gösterebilmesinden dolayı tedavi metodları arasında sağlıklı bir kıyaslamanın yapılması güçtür. Ancak hastanın fiziksel yapısı göz önüne alınarak yaşlı, şişman ve vertebra patolojisi olan hastalarda, Epley manevrasının daha uygun olacağı kanaatindeyiz.Öğe A case of concha bullosa pyocele(2007) Keleş, Bahar; Çelik, Hüsen; Aydın, ErdinçOn iki yaşındaki bir kız çocuğu iki yıldır süren tek taraflı burun tıkanıklığı, baş ağrısı, horlama ve burun akıntısı yakınmalarıyla başvurdu. Anterior rinoskopik ve endoskopik muayenesinde sol nazal kaviteyi tamamen dolduran büyük bir kitle saptandı. Bilgisayarlı tomografi incelemesi ve biyopsi sonucunda konka bülloza piyoseli tanısı kondu. Tedavide endoskopik olarak sol orta konka subtotal rezeksiyonu uygulandı. Yeterli nazal pasaj açıklığı ve piyoselin drenajı sağlandı.Öğe Comparative Effects of Alpha Lipoic Acid and Melatonin on Cisplatin-İnduced Neurotoxicity(Taylor & Francis Ltd, 2010) Tuncer, Seçkin; Dalkılıç, Nizamettin; Dunbar, Mehmet Akif; Keleş, BaharCisplatin is a carcinogenic agent having important cytotoxic effects. Cisplatin treatment increases the levels of free oxygen radicals in neurologic tissues. We investigated the effects of alpha lipoic acid (ALA) and melatonin (MEL) on the electrophysiological parameters and on activities of nerve fibers having different conduction properties on cisplatin neurotoxicity. Neurotoxicity was induced by a single injection of 10 mg/kg intraperitoneal (ip) cisplatin. Supplementation was started 1 day before cisplatin injection with either 100 mg/kg/day ip ALA or 4 mg/kg/day ip MEL for 7 days. Compound action potentials were recorded from isolated sciatic nerves in vitro, and numerical analyses were conducted. Cisplatin-induced neurotoxicity resulted in a significant decrease (p <.05) in maximum depolarization (mV), areas (mV.ms), and maximum and minimum upstroke velocity values (mV/ms). Although these decrements were restored by ALA and MEL, ALA was found to be more effective. Conventional conduction velocity measurements and conduction velocity distribution histograms have shown that ALA supplementation can recover the effects of cisplatin while MEL cannot. The conduction velocity distribution histograms have shown that antioxidant supplementation results in a restoration on contribution of fast-conducting fibers (51.8-77.7 m/s), which is deteriorated by cisplatin. Consequently, ALA has more potential to make up for the deleterious effects of cisplatin-induced neurotoxicity.Öğe Effectiveness of MeroGel Hyaluronic Acid on Tympanic Membrane Perforations(Taylor & Francis Ltd, 2006) Öztürk, Kayhan; Yaman, Hüseyin; Avunduk, Mustafa Cihat; Arbağ, Hamdi; Keleş, Bahar; Uyar, YavuzConclusions. Our results support the proposition that hyaluronic acid ( HA) provides a moist wound- healing environment to aid in the healing process of tympanic membrane perforation. A single MeroGel administration can be effective as well as daily topical HA application in the treatment of tympanic membrane perforations. A single application of esterified HA may be more suitable for patients and also for otolaryngologists. Objective. The purpose of the present study was to evaluate the effectiveness of a single MeroGel application on traumatic tympanic membrane perforations in rats. Materials and methods. The posterior quadrant of the tympanic membranes in both ears of 24 male pathogen- free Sprague- Dawley rats was perforated with a 20- gauge needle. Subjects were divided into two groups: MeroGel and daily topical HA- treated groups. All subjects were sacrificed and histopathological examinations of the tympanic bullas were carried out. Results. Perforations of controls, and MeroGel- and daily HA- treated groups closed in 17/ 24 ( 70.8%), 11/ 12 ( 91.7%), and 12/ 12 ( 100%) ears, respectively. There was a significant difference between control and MeroGel- treated groups, and also between control and daily topical HA- treated groups for the presence of vascular endothelial growth factor ( VEGF), fibroblast growth factor ( FGF), lymphocytes and collagen fibrils ( p < 0.05), whereas there was no significant difference between MeroGel- and daily topical HA- treated groups ( p < 0.05).Öğe Evaluation of c-MYC Status in Primary Acquired Cholesteatoma by Using Fluorescence in Situ Hybridization Technique(Lippincott Williams & Wilkins, 2006) Öztürk, Kayhan; Yıldırım, Mahmut Selman; Acar, Hasan; Cenik, Ziya; Keleş, BaharObjective: The object of study was to investigate the status of c-MYC oncogene in primary acquired cholesteatoma. Study design: Descriptive study. Methods: Cholesteatoma samples were obtained from 15 patients with primary acquired cholesteatoma during surgical operation. Fluorescence in situ hybridization with a mixed DNA probe, which is specific for c-MYC located on 8q24 and chromosome 8 specific-alpha-satellite DNA probe (dual color), was used on the interphase nuclei. Results: Copy number of c-MYC oncogene and aneuploidy of chromosome 8 were 21.2% +/- 14.4% and 21.7% +/- 14.8%, respectively. There was no significant difference between copy number of c-MYC and frequency of chromosome 8 aneuploidy (p > 0.05). Ten of 15 cases showed different percentage of c-MYC and chromosome 8 aneuploidy, whereas 5 (33.3%) of 15 cases showed a normal distribution of c-MYC and chromosome 8 signals. Conclusion: The copy number of c-MYC in 10 of 15 cases was found to be high as observed for chromosome 8 aneuploidy in primary acquired cholesteatoma. These findings suggest that the ability of hyperproliferation of primary acquired cholesteatoma might have been related to c-MYC copy number by deregulating c-MYC expression.Öğe Extracapsular dissection versus superficial parotidectomy in pleomorphic adenomas of the parotid gland(2011) Uyar, Yavuz; Çağlak, Fatih; Keleş, Bahar; Yıldırım, Güven; Saltürk, ZiyaAmaç: Bu çalışmada selim parotis tümörlerinin cerrahi tedavisinde ekstrakapsüler diseksiyon (ED) ile süperfisyal parotidektomi (SP) karşılaştırıldı. Hastalar ve Yöntemler: Bu çalışmaya Ocak 1992 ile Haziran 2000 tarihleri arasında parotis bezinde pleomorfik adenom tanısı konulan ve ameliyat edilen 41 hasta dahil edildi. Hastalar ED grubu (6 erkek, 15 kadın; ort. yaş 47.2 yıl; dağılım 32-57 yıl) ve SP grubu (7 erkek, 13 kadın; ort. yaş 47.7 yıl; dağılım 29-61 yıl) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Yirmi bir hastaya ED, 20 hastaya ise SP uygulandı. Tüm hastalar ameliyat sonrası takip edildi ve ortalama takip süresi 194 ay idi (dağılım 117-264 ay). Bulgular: Takip sürecinde ED grubunda komplikasyon gelişmezken, SP grubunda üçü tükürük fistülü, biri Frey sendromu, üçü geçici fasiyal parezisi ve 13’ü kozmetik olmak üzere çeşitli deformiteler gelişti. Kozmetik deformiteler parotis alanında minimal çökme şeklindeydi. İki grupta da herhangi bir rekürens meydana gelmedi. Kozmetik deformite göz önüne alındığında iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p0.000 ve X219.27). Genel komplikasyon oranı göz önüne alındığında da iki grup arasında anlamlı fark vardı (p0.001 ve X2Y: 8.32). Sonuç: Ekstrakapsüler disseksiyon süperfisiyal parotidektomi ile karşılaştırıldığında daha düşük bir komplikasyon oranı ve benzer bir rekürens oranı ile güvenli ve güvenilir bir cerrahi tekniktir.Öğe Intralabyrinthine lipoma(2012) Uyar, Yavuz; Keleş, Bahar; Paksoy, Yahya; Duran, Mutlu; Azimov, AhmetYirmialtı yaşında erkek hasta kliniğimize 8 yıldır sağ kulağında işitme kaybı şikayeti ile başvurdu. Yapılan nörootolojik muay- enesinde patolojik bir bulguya rastlanılmadı. Pür ton odyometri testinde ileri derecede sensörinöral işitme kaybı tespit edildi. Magnetik rezonans (MR) ve bilgisayarlı tomografide sağ kohleayı, semisirküler kanalı ve internal akustik kanalı etkileyen lipamatöz lezyon tespit edildi. T1 ağırlıklı magnetik rezonans görüntülemesinde yağ supresyon testinin pozitif olması üzerine intralabirentin lipom tanısı konuldu. Lezyonun internal akustik kanala uzanması ve sadece sensörinöral işitme kaybına neden olması nedeniyle hastanın takibine karar verildi.Öğe Konjenital Preauriküler Fistül Cerrahisinde Kılavuz Prob ve Metilen Mavisi Kullanımı(2007) Akbay, Ercan; Öztürk, Kayhan; Keleş, BaharAmaç: Preauriküler fistül ve kist nedeni ile cerrahi tedavi uygulanan olgularda cerrahi sonuçlar değerlendirildi. Hastalar ve Yöntemler: Cerrahi tedavi uygulanan 16 hasta (10 kadın, 6 erkek; ortalama yaş 20.19.3 yıl) retrospektif olarak değerlendirildi. Tüm hastalar, ayrıntılı anamnez, tam bir KBB muayenesi, yüzeyel ultrasonografi ve temporal kemik BT ya da MR ile değerlendirildi. Fistül olan hastalarda kist traktusunun diseksiyonunu kolaylaştırmak için cerrahi operasyon esnasında kılavuz prob ya da metilen mavisi enjeksiyonu kullanıldı. Bulgular: Olguların 15'inde (%93.7) preauriküler fistül, 1'inde (%6.3) kist formasyonu saptandı. Vakaların 6'sında (%37.5) bilateral fistül saptandı ve aynı seansta iki tarafı da opere edildi. Metilen mavisi verilen grupta 1 (%12.5) hastada postoperatif ciltte tatuaj meydana geldi. Her iki gruptada 1'er hastada nüks saptandı. Sonuç: Fistül traktusunun yetersiz rezeke edildiği vakalarda geç dönemde nüks meydana gelebilmektedir. Traktusun tam rezeksiyonu için kullanılan metilen mavisi tatuaj yapabilmekte ve bunu önlemek için probe guide seçilebilecek bir yöntemdir.Öğe Konya Bölgesinde tularemi(2012) Dikici, Nebahat; Ural, Onur; Sümer, Şua; Öztürk, Kayhan; Albayrak, Özgen Yiğit; Katlanır, Eda; Keleş, BaharFrancisella tularensisin neden olduğu zoonotik bir enfeksiyon olan tularemi, son yıllarda ülkemizde oluşan salgınlar ve sporadik olgularla yeniden önem kazanmıştır. Etkenin bulaşı en sık, kontamine su ve besinler, enfekte hayvanlarla temas ve böcek/kene ısırığı ile olur. Bu çalışmada, bölgemizde iki ayrı bel- dede iki ayrı dönemde ortaya çıkan salgınlarda tularemi tanısı konulan 35 olgu ile beş sporadik olgu, klinik özellikleri ve laboratuvar bulguları yönünden değerlendirilmiştir. Her iki salgında da ilk (indeks) olgular kliniğimize servikal lenfadenopati şikayetiyle başvurmuştur. Tularemi tanısı konulduktan sonra, başka olguların olup olmadığını araştırmak amacıyla bir ekip oluşturulmuş ve ilçeler ziyaret edilmiştir. Mikrobiyolojik tanıya yönelik olarak, şüpheli olgulardan kan, boğaz ve tonsil sürüntüsü ve lenf nodu as- pirasyon örnekleri alınmış; tanısal testler (kültür, seroloji, moleküler yöntemler) Refik Saydam Hıfzıssıh- ha Merkezinde gerçekleştirilmiştir. Ayrıca, İl Sağlık Müdürlüğü tarafından, adı geçen beldelerin içme ve kullanma sularından örnekler toplanmıştır. Çalışmamızda, Emen beldesindeki ilk epidemiye ait olgular (n 14) Şubat 2010 tarihinde, Yukarıçiğil beldesindeki ikinci epidemiye ait olgular (n 21) Kasım-Aralık 2010 tarihinde tanımlanmış; beş olgu ise sporadik olarak izlenmiştir. Toplam 40 olgunun 25i kadın, 15i erkek olup, yaş ortalaması 37.6 (yaş aralığı: 5-80 yıl; beşi çocuk yaş grubu) yıldır. Başvuru şikayetlerinin en sık; boyunda kitle (%90), boğaz ağrısı (%63), üşüme/titreme (%60) ve ateş (%58) olduğu görülmüştür. En sık saptanan fizik muayene bulgusu ise servikal lenfadenopati (n 34, %85) olmuş; bunu tonsillit (%20), cilt lezyonları (%15) ve konjunktivit (%8) izlemiştir. Hastaların çoğunun (%82.5), klini- ğimize başvuru öncesinde değişik tanılar (akut tonsillit, süpüratif lenfadenit, tüberküloz lenfadenit, bru- selloz) ile beta-laktam antibiyotik tedavisi aldığı öğrenilmiştir. Olguların %68inin kırsal kesimde yaşadı- ğı, %75inin evinde kemirici bulunduğu, %46sının doğal su kaynaklarını kullandığı, %53ünün evde hayvan beslediği, %15inin av hayvanları ile teması olduğu ve %5inin çevresinde kene varlığı öyküsü saptanmıştır. Olgulardan alınan boğaz sürüntüsü ve lenf nodu aspirat kültürlerinin hiçbirinde F.tularensis üremesi olmamış; olguların tanısı mikroaglutinasyon testi ile saptanan 1/160-1/1280 titrelerde pozitif özgül F.tularensis antikor varlığıyla konulmuştur. Ayrıca, üç olgudan alınan aspirat örneğinde, polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) ile F.tularensis DNAsı gösterilmiştir. Su örneklerinde kültür ve PCR ile F.tularensis pozitifliği saptanmamış; ancak epidemi izlenen her iki bölgede de içme sularının klorlanmasında aksaklıklar (şebeke suyuna, klorlama yapılmayan bir kaynak suyunun bağlanması gibi) olduğu izlenmiştir. Tüm hastalar streptomisin (2 x 1 g, 10 gün, intramusküler) ile tedavi edilmiş; lenf bezi ileri derece- de büyük olan ve süpürasyon gösteren olgulara (n 12) cerrahi girişim uygulanmıştır. İki olguda tedavi sonlandıktan iki hafta sonra eritema nodozum gelişmiş; olguların hiçbirinde pnömoni, menenjit gibi ciddi komplikasyonlar ve ölüm izlenmemiştir. Sonuç olarak, servikal lenfadenopati, boğaz ağrısı ve ateş şikayetleriyle başvuran, özellikle beta-laktam antibiyotik tedavisine yanıt alınamayan hastalarda tulareminin dikkate alınması; risk faktörleri ve önlemler açısından sağlık personeli ve topluma yönelik eğitim- lerin yapılması gerektiği kanısına varılmıştır.Öğe Konya Bölgesinde Tularemi(2012) Dikici, Nebahat; Ural, Onur; Sümer, Şua; Öztürk, Kayhan; Yiğit, Özgen Albayrak; Katlanır, Eda; Keleş, BaharTularemia is a zoonotic infection caused by Francisella tularensis. In the recent years tularemia has become a re-emerging infection in Turkey with epidemics and also sporadic cases. Transmission occurs most often through consumption of contaminated water and food, direct contact with animals and insect/tick bites. In this study, we evaluated clinical features and laboratory findings of 35 tularemia cases diagnosed during two outbreaks that occurred in two different villages during two different periods in Konya (located in Central Anatolia), Turkey and five sporadic cases. In both outbreaks, first (index) cases were admitted to our outpatient clinic with the complaints of cervical lympadenopathy. After diagnosis of tularemia, an organized team visited the villages to search if more cases existed. For microbiological diagnosis, blood, throat and tonsil swabs and lymph node aspirate specimens were collected from the suspected cases. Diagnostic tests (culture, serology, molecular methods) for tularemia were performed in reference center, Refik Saydam National Public Health Agency. Drinking and potable water samples from those villages were also collected by provincial health authorities. The cases (n= 14) that belonged to the first epidemics were detected in February 2010 and cases (n= 21 J of the second epidemics in November-December 2010; five cases were followed as sporadic. The mean age of the 40 patients (25 females, 15 males) was 37.6 (age range: 5-80 years; five of them were pediatric group) years. The most common complaints of patients were cervical mass (90%), sore throat (63%), chills (60%) and fever (58%). The most frequently detected clinical findings were enlarged lymph nodes (n= 34, 85%), followed by tonsillitis (20%), skin lesions (15%) and conjunctivitis (8%). Most of the patients (82.5%) had been misdignosed as acute tonsillitis, suppurative lymphadenitis, tuberculous lymphadenitis and brucellosis, before their admission to our hospital and treated with beta-lactam antibiotics. Demographic analysis of the cases revealed that 68% of them lived in the rural area, 75% had rodents at home, 46% used natural water supplies, 53% fed animals, 15% had contact with game animals and 5% had contact with ticks. Clinical samples from the patients were found culture negative for F.tularensis. The diagnosis of the cases was based on the presence of specific F.tularensis antibodies between 1/160-1/1280 titers obtained by microagglutination test. Additionally F.tularensis DNA was demonstrated in three lymph node aspirate samples by polymerase chain reaction (PCR). Water samples were found negative both by culture and PCR assays. However, it was detected that there were problems in the chlorination of water supplies in the two villages where epidemics were seen. All the patients were treated with streptomycin (2 x 1 g, intramuscular, 10 days), and surgical intervention was performed for the patients (n= 12) with extremely large lymph nodes and suppuration. Erythema nodosum developed in two patients following the end of treatment. Death or serious complications such as pneumonia or meningitis were not detected. In conclusion, tularemia should be considered in patients presenting with cervical lymphadenopathy, sore throat, fever and unresponsive to previous treatment with beta-lactam antibiotics. For the management of the disease, healthcare personnel and the community should be educated concerning the risk factors and precautions for tularemia.Öğe Konya Bölgesinde Tularemi(ANKARA MICROBIOLOGY SOC, 2012) Dikici, Nebahat; Ural, Onur; Sümer, Şua; Öztürk, Kayhan; Yiğit, Özgen Albayrak; Katlanır, Eda; Keleş, BaharTularemia is a zoonotic infection caused by Francisella tularensis. In the recent years tularemia has become a reemerging infection in Turkey with epidemics and also sporadic cases. Transmission occurs most often through consumption of contaminated water and food, direct contact with animals and insect/tick bites. In this study, we evaluated clinical features and laboratory findings of 35 tularemia cases diagnosed during two outbreaks that occurred in two different villages during two different periods in Konya (located in Central Anatolia), Turkey and five sporadic cases. In both outbreaks, first (index) cases were admitted to our outpatient clinic with the complaints of cervical lympadenopathy. After diagnosis of tularemia, an organized team visited the villages to search if more cases existed. For microbiological diagnosis, blood, throat and tonsil swabs and lymph node aspirate specimens were collected from the suspected cases. Diagnostic tests (culture, serology, molecular methods) for tularemia were performed in reference center, Refik Saydam National Public Health Agency. Drinking and potable water samples from those villages were also collected by provincial health authorities. The cases (n= 14) that belonged to the first epidemics were detected in February 2010 and cases (n= 21) of the second epidemics in NovemberDecember 2010; five cases were followed as sporadic. The mean age of the 40 patients (25 females, 15 males) was 37.6 (age range: 5-80 years; five of them were pediatric group) years. The most common complaints of patients were cervical mass (90%), sore throat (63%), chills (60%) and fever (58%). The most frequently detected clinical findings were enlarged lymph nodes (n= 34, 85%), followed by tonsillitis (20%), skin lesions (15%) and conjunctivitis (8%). Most of the patients (82.5%) had been misdignosed as acute tonsillitis, suppurative lymphadenitis, tuberculous lymphadenitis and brucellosis, before their admission to our hospital and treated with beta-lactam antibiotics. Demographic analysis of the cases revealed that 68% of them lived in the rural area, 75% had rodents at home, 46% used natural water supplies, 53% fed animals, 15% had contact with game animals and 5% had contact with ticks. Clinical samples from the patients were found culture negative for F.tularensis. The diagnosis of the cases was based on the presence of specific F.tularensis antibodies between 1/160-1/1280 titers obtained by microagglutination test. Additionally F.tularensis DNA was demonstrated in three lymph node aspirate samples by polymerase chain reaction (PCR). Water samples were found negative both by culture and PCR assays. However, it was detected that there were problems in the chlorination of water supplies in the two villages where epidemics were seen. All the patients were treated with streptomycin (2 x 1 g, intramuscular, 10 days), and surgical intervention was performed for the patients (n= 12) with extremely large lymph nodes and suppuration. Erythema nodosum developed in two patients following the end of treatment. Death or serious complications such as pneumonia or meningitis were not detected. In conclusion, tularemia should be considered in patients presenting with cervical lymphadenopathy, sore throat, fever and unresponsive to previous treatment with beta-lactam antibiotics. For the management of the disease, healthcare personnel and the community should be educated concerning the risk factors and precautions for tularemia.Öğe Kronik Otitis Media Komplikasyonlarının Tanı ve Tedavi Özellikleri(2002) Arbağ, Hamdi; Keleş, Bahar; Uyar, Yavuz; Öztürk, Kayhan; Ülkü, Çağatay HanAmaç: Antibiyotik kullanımının yaygınlaşması ile, otitis media komplikasyonları önemli oranda azalmıştır. Günümüzde otitis media komplikasyonlarının büyük çoğunluğunu kronik otitis medialar (KOM) oluşturmaktadır. Komplikasyonlu KOM'larda hastalığın seyrini, tanı ve tedavi özelliklerini belirlemek amacıyla bu çalışma yapılmıştır. Hastalar ve Yöntem: Kliniğimizde 1991-2001 tarihleri arasında komplikasyonlu KOM tanısı almış ve tedavi görmüş 32 olgunun kayıtları retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, komplikasyonları, predispozan faktörleri, başvuru semptomları, otoskopik muayene bulguları, radyolojik incelemeleri, odyolojik bulguları, tedavi yöntemleri, operasyon bulguları ve postoperatif komplikasyonları ayrıntılı olarak kaydedildi. Bulgular: Olguların 7'sinde (%21.9) intrakraniyal, 25'inde (%78.1) ekstrakraniyal komplikasyon görüldü. İntrakraniyal komplikasyonlardan menenjit (%12.5), ekstrakraniyal komplikasyonlardan ise mastoidit ve mastoid apse (%28.2) en sık komplikasyon olarak tespit edildi. Olguların 30'unda (%93.7) tam iyileşme, 1'inde (%3.1) postoperatif dönemde medikal tedavi ile düzelen menenjit görüldü. Beyin apseli bir olgu (%3.1) ameliyat sonrası kaybedildi. Sonuç: Günümüzde bilinçsiz antibiyotik kullanımı KOM komplikasyonlarının semptom ve bulgularını baskıladığından erken tanı ve cerrahi tedavide gecikmelere neden olabilmektedir. Dikkatli bir anamnez, fizik muayene ve görüntüleme yöntemlerinin etkin kullanımı komplikasyonlara bağlı morbidite ve mortaliteyi azaltacaktır. Cerrahi tedavide standart mastoidektomilerin dışında, otonörolojide ya da kafa kaidesinde deneyimli bir ekibin görev alması sonuçları olumlu yönde etkileyecektir.Öğe Lyme hastalığına bağlı bilateral fasiyal nöropati(2011) Bozkurt, M.Kaan; Saydam, Levent; Ertürk, Özcan; Keleş, BaharBilateral fasiyal paralizi Lyme hastalığında en sık görülen nöropatidir ve bazen hastalığın saptanan tek bulgusu da olabilir. Lyme hastalığına bağlı fasiyal nöropatinin prognozu oldukça iyidir. Olguların yaklaşık %80ninde spontan tam düzelme, %20sinde ise hafif sinkinezi ile kısmi düzelme görülmektedir. Lyme hastalığında görülebilecek olası nörolojik komplikasyonların önlenmesi amacıyla antibiyotik tedavisi uygulanmalıdır. Bu olgu sunumunda Lyme hastalığına bağlı bilateral fasiyal nöropatisi olan bir olgu tartışılmaktadır.Öğe Maksillofasiyal Kırıklarda Foley Kateter Balonunun Kullanımı(2006) Keleş, Bahar; Öztürk, Kayhan; Arbağ, Hamdi; Yaman, Hüseyin; Cenik, ZiyaAmaç: Maksillofasiyal kırıklı olgularda maksiller sinüse foley kateter balonu uygulaması değerlendirilip, yöntemin avantajları ve dezavantajları ele alındı. Hastalar ve Yöntemler: Orbitozigomatik, blow-out ve parçalı maksilla kırığı nedeniyle açık redüksiyon ve miniplakla fiksasyonun yanı sıra, maksiller sinüse foley kateter balonu ya da gaz tamponu uygulanan 38 hasta (10 kadın, 28 erkek; ort. yaş 29.1 11.6; dağılım 9-49) çalışmaya alındı. Hastaların yaşıı, cinsiyeti, travmanın nedeni, muayene bulguları, kırığın yeri,tedavi şekli, ameliyat sırasında ve sonrasındaki komplikasyonlar değerlendirildi. Bulgular: Otuz sekiz hastanın 18'inde blow-out, 15'inde orbitozigomatik, beşinde parçalı maksilla kırığı ile birlikte Le Fort 11-111 kırığı saptandı. Hastaların 11'inde (%28.9) enoftalmus, 10'unda (%26.3) diplopi, 7'sinde (%18.4) göz hareketlerinde kısıtlılık, 25'inde (%65.8) fasiyal asimetri vardı. Enoftalmus beş (%13.2), diplopi üç (%7.9), göz hareketlerinde kısıtlılık iki (%5.3), fasiyal asimetri yedi (%18.4) olguda ameliyat sonrası dönemde de devamlılık göstermekle beraber, 32 (%84.2) olguda yeterli maksiller sinüs açıklığı elde edildi. Sonuç: Orbitozigomatik, blow-out ve maksilla kırıklarında, orbita tabanını desteklemek ve yeterli maksiller sinüs açıklığını sağlamak için maksiller sinüsün tamponizasyonunda foley kateter kullanımı tercih edilebilir bir yöntemdir.Öğe Maksillofasiyal Travmalı Hastalarda Tedavi Seçenekleri ve Karşılaşılan Sorunlar(2006) Keleş, Bahar; Öztürk, Kayhan; Arbağ, Hamdi; Han Ülkü, Çağatay; Gezgin, BahriAMAÇ: Bu çalışmada maksillofasiyal travmalı hastalara yaklaşım, uygulanan tedavi şekli ve karşılaşılan sorunlar ele alındı. GEREÇ-YÖNTEM: 1992-2004 tarihleri arasında kliniğimize başvuran, klinik ve radyolojik olarak maksillofasiyal kemiklerden en az birinde kırık saptanan 602 hastanın (486 erkek; 116 kadın; ort. yaş 28,415,2; dağılım 1-80) dosyası incelendi. Hastaların travma etyolojileri, kırık lokalizasyonları, yaş ve cinsiyete göre dağılımları, tedavi öncesi geçen süre, uygulanan tedavi biçimi ve ameliyat sonrası komplikasyonlar değerlendirildi. BULGULAR: Hastaların; %42,7’sinde mandibula kırığı, %25,9’unda nazal kırık, %11’inde maksilla kırığı, %5,6’sında zigoma kırığı, %5,3’ünde multipl yüz kırıkları, %4,8’inde ‘blow-out’ kırığı ve %4,7’sinde frontal sinüs kırığı saptandı. Üç yüz kırkaltı (%57) olguya açık redüksiyon ve mini plakla fiksasyon, 256 (%43) olguya ise kapalı redüksiyon uygulandı. Ameliyat sonrası dönemde 51 (%8,3) hastada komplikasyon meydana geldi. SONUÇ: Bazı komplikasyonlara neden olmasına rağmen; güçlü bir fiksasyon sağlaması, kolay uygulanabilir olması, estetik ve kozmetik sonuçları iyi olması nedeniyle, maksillofasiyal travma tedavisinde açık redüksiyon ve mini plakla fiksasyon tercih edilebilir bir tedavi yöntemidir.