Tıp Fakültesi Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesinde yatan hasta memnuniyetinin iki farklı yöntem ile değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2009) Demir, Lütfi Saltuk; Şahin, Tahir KemalGiriş ve Amaç: Sağlık hizmetlerinde kalite ve hasta memnuniyeti son yıllarda önem kazanmaktadır. Bu nedenle hasta memnuniyetini sağlamak sağlık kuruluşları açısından önemli bir amaç haline gelmektedir. Hasta memnuniyeti araştırmaları da bu amaçla sağlık kuruluşları tarafından sıkça kullanılmaktadır. Bu çalışmada da Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi'nde yatan hastaların hastane hizmetlerinden memnuniyet durumlarının iki farklı yöntem kullanılarak tespit edilmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Bu çalışma tanımlayıcı tiptedir. 2008 yılı Ocak, Şubat ve Mart aylarında Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Hastanesi'nde yatarak tedavi gören 341 hastaya taburcu oldukları gün yüz yüze anket uygulandı. Hastaların taburcu olduklarından 2-3 hafta sonra verdikleri adreslere posta ile tekrar anket formu yollandı. Bulgular: Çalışmaya katılan hastaların %52.8'i kadın, %47.2'si erkekti. Hastaların %95.0'ı hastaneden genel olarak memnun olduklarını, %94.4'ü ileride başka bir hastalık durumunda tekrar hastanemizi tercih edeceğini belirtti. Posta ile anketleri yollayan hastalarda bu oranlar sırasıyla %81.5 ve %80.3 idi. Hastaların memnuniyet durumlarını; öğrenim düzeyi, cinsiyet, yaş grubu, oda tipi, hastaneye geliş durumu, daha önce hastanede yatış, sosyal güvence ve medeni halinin etkilediği tespit edildi. Sonuç: Posta ile tespit edilen memnuniyet düzeyleri, yüz yüze anket uygulanarak tespit edilen memnuniyet düzeyinden daha düşük bulundu. Bu nedenle hasta memnuniyetini tek yöntemle değerlendirmek yerine, farklı yöntemler kullanarak değerlendirmek daha uygun olacaktır.Öğe HBeaG negatif kronik hepatit B hastalarında hastalığın ciddiyeti ve antiviral tedaviye yanıtının belirlenmesinde tümör nekrosis faktör alfa promotor polimorfizmlerinin rolü(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2007) İnkaya, Ahmet Çağkan; Türk Arıbaş, EmelAmaç: HBeAg negatif KHB enfeksiyonunun ciddiyetine ve interferon alfa + lamivudin kombinasyon tedavisine verilen yanıtın ön görülmesinde TNFalfa promotor polimorfizmlerinin rolünün belirlenmesi Hastalar: Klinik Bakteriyoloji ve Ebfeksiyon Hastalıkları kliniğinde 2002-2007 yılları arasında HBeAg negatif Kronik heptatit B tanısıyla takip edilen 43 hasta çalışmaya alındı. Karaciğer biyopsileri hastanemizde yapıldı. Hastalara 1 yıl süreyle haftada 3 kez interferon alfa2b 10MU ve lamivudin 100mg/gün tedavisi verildi. Hastalar aylık olarak polikliniğimzde takip edildi. Bulgular: Nekroinflamatuar ve fibrozis skorları yüksek olan hastalar ile nekroinflamasyon düzeyi düşük olan kişiler arasında TNF alfa promotor polimorfizmleri açısından farklılık saptanmadı. Tedaviyle birlikte, 3 ay içerisinde, hastaların AST/ALT düzeylerinde istatistiksel anlamlı azalma saptandı (p_0,000). Hastaların %16.2'sinde tedavi yanıtı elde edilemedi. Kalıcı virolojik ve biyokimyasal yanıt hastaların %67.4'ünde tespit edildi. Kalıcı yanıt veren hastalar ve kalıcı yanıt vermeyen hastalar TNFalfa promotor polimorfizmleri açısından kıyaslandığında iki grup arasında fark saptanmadı. Sonuç ve tartışma: TNF alfa promotor -238 ve -308 bölgesindeki tek baz polimorfizmleri Türk popülasyonunda KHB enfeksiyonunun ciddiyetine ve hastalığın antiviral tedaviye yanıtına etki etmemektedir.Öğe Ratlarda mekanik ventilasyona bağlı olarak gelişen diyafragma atrofisinde oksidatif stresin rolü ve atrofinin önlenmesinde teofilinin etkisi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2007) Bakırkalay Aydın, Nihal; Uzun, KürşatMekanik ventilasyon uygulamasına bağlı olarak solunumun en önemli kası olan diyafragmada hareket bozukluğu ve atrofi meydana gelmektedir. Diyafragma fonksiyon bozukluğunda oksidatif stresin rolü olduğu çeşitli çalışmalar ile gösterilmiştir. Diyafragma atrofisinin önlenmesinde teofilin ve antioksidan gibi çeşitli ilaçlar kullanılmıştır. Çalışmamızda hayvan modelinde ventilasyon uygulamasına bağlı olarak diyafragma atrofisinin önlenmesinde oksidatif stresin rolünü araştırdık ve intravenöz teofilin uygulanmasının diyafragma atrofisine etkisini ve bunun önlenmesinde teofilin kullanımının gerekli olup olmadığını araştırmayı amaçladık. Çalışmamızda 30 adet, sağlıklı 4 aylık erkek Sprague-Dawley ratlar kulanıldı. Ratlar 3 gruba ayrılarak (Grup 1 MV uygulanmayan kontrol grubu, n=10; Grup 2 MV uygulanan plasebo grubu n=10; Grup 3 MV'a bağlanan ve teofilin infüzyonu uygulanan teofilin grubu n=10) çalışıldı. Her üç grupta oksidatif stresi değerlendirmek için NO, SOD, MDA, XO plazma, BL, akciğer ve diyafragmada ölçüldü. Her üç grupta atrofiyi değerlendirmek için diyafragmanın en büyük çapı ve membranöz kısmın en büyük çapı ölçüldü ve histopatolojik olarak değerlendirildi. Her üç gurubun diyafragma ağırlığı, diyafragma büyük çapı, diyafragma membranöz kısmın büyük çapı ve diyafragma ağırlığının vücut ağırlığına oranı karşılaştırıldığında diyafragma büyük çap, membranöz kısmın büyük çapı grup 2'ye göre grup 1'de daha fazlaydı. (p<0.001). Grup 3'te grup 2'ye göre daha fazlaydı. (p<0.001). Buna göre MV'nun ratların diyafragma çaplarında ve membranöz kısım büyük çaplarında azalmaya neden olduğu, teofilin uygulanmasının diyafragma ve membranöz kısımdaki çaplarda artmaya neden olduğu gösterilmiştir. Histopatolojik incelemede Grup 1'de diyafragmada makroskopik olarak kalınlaşma ve mikroskopik olarak atrofi gözlemlenmedi. Plasebo grubunda ratların tümünde makroskopik olarak belirgin kalınlaşma ve mikroskopik olarak üç pozitif atrofi gözlendi. Teofilin grubunda bir hayvanda hiç atrofi gözlenmedi. Sekiz hayvanda bir pozitif, bir hayvanda ise iki pozitif atrofi gözlendi. Bu verilere göre atrofi ve makroskopik olarak kalınlaşma açısından 3 grup arasında istatistiksel anlamlılık mevcut olup MV'nun ratların diyafragmalarında belirgin atrofiye neden olduğu ve teofilin infüzyonunun bu atrofiyi azalttığı gösterilmiştir (p<0.001, p<0.001). Diyafragma ağırlığı vücut ağırlığına oranlandığında ise grup 2 ile grup 3 arasında istatistiksel olarak anlamlılık mevcuttu (p<0.05). Grup 1 ve grup 2 arasında, plazma MDA, SOD, XO, diyafragma SOD, NO, XO açısından anlamlı farklılık mevcuttu. (p<0.05) Kontrol gurubu ile karşılaştırıldığında plasebo uygulanan gurupta MV'e bağlı olarak plazma MDA, SOD, XO ve diyafragma SOD, NO, XO açısından anlamlı artış bulundu (p<0.05 ) Grup 2 ve grup 3 arasında, plazma MDA ve XO kıyaslandığında anlamlı farklılık mevcuttu (p<0.0001, p<0.05). Serbest oksijen radikal aktivitesinin diğer bir göstergesi olan NO grup 2 ve grup 3 arasında grup 2'ye göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0.01). Antioksidan aktivitenin göstergesi olan SOD sadece diyafragmadaki aktivitesi grup 3'te grup 2'ye göre anlamlı olarak artmıştı (p< 0.05). Bizim çalışmamızda MV uygulanması sonrasında ratların diyafragmasında atrofi meydana geldiği ve teofilin uygulanmasından sonra atrofinin azaldığı ve oksidatif stresin bir göstergesi olan MDA ve XO düzeylerinde plazmada azalmaya ve SOD seviyesinde artmaya dolayısıyla bir antioksidan etkiye sahip olduğu gösterilmiştir. Bunun dışında NO'de teofilin uygulanan grupta diğer gruplara göre anlamlı artış gözlendi. Bu çalışmadan daha geniş ve insan çalışmalarına ihtiyaç olduğunu düşünmekteyiz.Öğe Akut pulmoner emboli teşhisinde plazma galectin-3 seviyesinin prognostik ve prediktif değeri(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2013) Çelik, Mustafa; Avcı, AhmetBu çalışmamızda, hayatı tehdit edici ve görece sık karşılaşılan acil bir kardiyovaskuler patoloji olan akut PE'nin patogenezini daha fazla aydınlatabilmek, erken tanı ve risk sınıflamasına katkıda bulunabilmek amacıyla ventriküler remodeling ve fibrozis ilişkili Galectin-3 düzeylerinin akut PE hastalarında benzer yaş ve cinsiyet özelliklere sahip olan kontrol grubu ile kıyaslanması hedeflenmiştir. Tanımlayıcı ve kesitsel çalışmamıza, Ocak-2012 ile Temmuz-2012 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde akut PE tanısı konan 40 hasta ile sağlıklı 29 gönüllü dâhil edildi. Çalışmaya alınan hastaların tamamının Galectin-3 değerleri ELİSA yöntemi ile çalışıldı. Hasta ve kontrol grubunun geleneksel iki boyutlu ekokardiyografik parametreleri kaydedildi. Hasta ve kontol grubunda elde edilen değişkenler karşılaştırıldı. Hasta ve kontrol grupları arasında yaş ve kadın cinsiyet açısından istatiksel farklılık yoktu. Galectin-3 düzeyinin akut PE hastalarında (17,04±6,61 ng/ml), kontrol grubuna(8,13±4,93 ng/ml) göre istatiksel olarak anlamlı düzeyde artmış olduğu görüldü (P<0.0001). Galectin-3 kestirim değeri 12,3 ng/ml olarak alındığında PE olgularını tanıma yönünden duyarlılık 0.76, özgüllük 0.87, pozitif tahmin değeri 0.85, negatif tahmin değeri 0.80 ve tanısal doğruluğu 0.82 olarak hesaplandı. Galectin-3 daha önce yapılan çalışmalarda sol kalp yetmezliğinde ve remodelingdeki rolü gösterilmiştir. Biz bu çalışmamızda akut pulmoner emboli sonrası gelişen Sağ kalp yetmezliğindeki rolu ilk olarak gösterilmiştir. Prediktif ve prognostik değeri açısından ileri çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.Öğe Fetal büyüme kısıtlılığı olan gebe hastalarda serum X box binding protein-1 seviyelerinin araştırılması(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Ünlü, Sena; Çelik, ÇetinAmaç: Fetal büyüme kısıtlılığı (FGR) saptanan gebelerde maternal ve kord serum XBP-1 düzeyini araştırmak. Gereç ve Yöntem: Bu prospektif vaka-kontrol çalışmasına, Ocak 2022- Mayıs 2022 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum polikliniğine başvuran, 24-41. gebelik haftaları arasında toplam 86 gebe dahil edildi. Ultrasonografik ölçümlere göre karın çevresi veya tahmini fetal ağırlığı 10. persentilin altında, izole FGR tanısı almış 43 gebe ve fetus çalışma grubunu; sağlıklı 43 gebe ve fetus kontrol grubunu oluşturdu. Gebelerin demografik verileri, klinik bulguları, fetal biyometrik ölçümleri sonuçları değerlendirildi. Maternal ve kord kanlarında serum XBP-1 düzeyleri ELISA yöntemi ile ölçüldü ve iki grubun değerleri karşılaştırıldı. Bulgular: Maternal kan XBP-1 düzeyi FGR grubunda ortalama 1910,22±607,07 ng/l iken kontrol grubunda ortalama 1638,89±385,80 ng/l olarak tespit edildi (p=0,044). Kord kanı XBP-1 düzeyleri ise çalışma ve kontrol gruplarında sırasıyla ortalama 1837,72±942,67 ng/l ve 1346,14±664,09 ng/l (p=0,006) olarak bulundu. Maternal XBP-1 seviyeleri 1405 ng/l değeri ile %80 duyarlılık ve %60 özgüllük ile FGR'yi ayırt edebildiği tespit edildi. Kord kanı XBP-1 için ise 869,2 ng/l değeri %98 duyarlılık ve %67 özgüllük ile en iyi kesme değeridir. Sonuç: Çalışmada hem maternal hem de fetal umblikal kord kanlarında serum XBP-1 seviyelerinin fetal gelişme kısıtlılığı olan olgularda daha yüksek olduğu sonucu elde edildi. XBP-1'in metabolik yollardaki rolü ve hücresel fonksiyonları düşünüldüğünde oksidatif stres fetal büyüme kısıtlılığı patofizyolojizinde önemli rol oynamaktadır. Ayrıca, büyüme kısıtlılığı ile doğan yenidoğanların gebelik süresince oksidatif strese daha çok maruz kaldığını düşünmekteyiz.Öğe Otizm spektrum bozukluğu olan çocuklarda proprotein konvertaz subtilisin/keksin tip 9 (PCSK9) düzeyinin serum lipid düzeyleri ve otizm belirtileri ile ilişkisi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yılmaz, Çiğdem; Güler, Hasan AliAmaç: Bu araştırma Otizm Spektrum Bozukluğu olan çocuklarda PCSK9 düzeyinin, serum lipid düzeyleri ve otizm belirtileri ile arasındaki ilişkiyi sağlıklı gelişmiş olan akranlarıyla karşılaştırarak incelemeyi hedeflemektedir. Yöntem: Çalışmamızda örneklemi için 08.09.2023 - 30.12.2023 tarihleri arasında, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi OSB tanısı almış hastalardan çalışma için dahil edilme ve dışlama ölçütlerini karşılayan 82 vaka çalışmaya alındı. Kontrol grubu Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği'ne psikiyatrik danışmanlık almak amaçlı başvuran, herhangi bir psikiyatrik ya da diğer tıbbi hastalık tanısı almayan, 04-12 yaş arasındaki sağlıklı gönüllülerden yaş ve cinsiyet bakımından eşleştirilerek, gönüllülük esasına göre 75 sağlıklı kontrol seçildi. Vaka ve kontrol grubuna klinisyen tarafından Sosyodemografik Veri Soru Formu ve Çocukluk Otizmi Derecelendirme Ölçeği uygulandı, aileleri tarafından Sosyal İletişim Ölçeği dolduruldu. Sonrasında OSB hasta ve kontrol gönüllü gruplarının Çocukluk Otizmi Değerlendirme Ölçeği ve sosyal iletişim ölçeği puanları, serum PCSK9 ve lipid düzeyleri karşılaştırılmıştır. Ayrıca OSB hastalarının otizm şiddeti ve diğer alt semptom kümelerinin ağırlığının, lipid düzeyleri ile serum PCSK9 düzeyi arasındaki bağıntı (korelasyon) ve ilişkisi incelenmiştir. Bulgular: OSB grubunda sağlıklı gruba göre daha yüksek PCSK9 serum düzeyleri saptandı. Çalışmamızda OSB grubunda ve sağlıklı grup arasında LDL, HDL, trigliserit ve total kolesterol açısından anlamlı fark saptanmamıştır. Ancak OSB ve sağlıklı gruplardaki bireyler yaşa ve cinsiyete göre düzenlenmiş HDL, TC, LDL ve trigiserid percentil düzeylerine göre gruplandırıldığında 10 percentil altında HDL düzeyine sahip bireylerin sayısı OSB grubunda sağlıklı gruba göre anlamlı olarak yüksek saptanmıştır. Ayrıca OSB grubunda HDL düzeyi düştükçe sınırlı basmakalıp yineleyici davranışlar ve genel sosyal iletişim becerileri gerilemekte olduğu gözlenmiştir. OSB grubunda PCSK9 ile lipipoproteinler arasındaki ilişkinin kontrol grubunda ve literatürde gösterilmiş sağlıklı popülasyondan farklı olduğu bulunmuştur. Bu literatür verileri kontrol grubunda saptanmış olduğumuz PCSK9 konsantrasyonu düzeyinin LDL ve total kolesterol ile pozitif korelasyonu ve trigliserit ile pozitif korelasyona dönük ancak istatiksel anlamlı olmayan bulgularımızı desteklemektedir. Ancak çalışmamızda OSB grubunda kontrol grubundan farklı olarak PCSK9 konsantrasyonu ve trigliserit değerleri arasında zayıf pozitif korelasyonu bulunurken HDL, LDL ve total kolesterol ile korelasyonu saptanmamıştır. Literatür bilgileri incelendiğinde, Frajil X sendromunda (222) ve Rett sendromunda PCSK9 ve LDL arasında paradoksal bir korelasyon eksikliği bildiren çalışmalar vardır (287). Bu durum OSB'deki kolesterol metabolizmasında sağlıklı bireylerde olduğu gibi PCSK9'un etkisinin aynı olmayacağını düşündürmektedir. Sonuç: OSB'de değişen kolesterol metabolizması ve PCSK9 düzeyi ile ilgili daha çok çalışmaya ihtiyaç bulunmaktadır. Çalışmalarda Frajil x sendromu bireylerde statin grubu ilaçların etkisinin faklı olduğu gösterilmiş olması ve PCSK9 inhibitörlerinin kullanım alanın artması otizmli bireylerde kullanımı ile ilgili aydınlatılmaya ihtiyaç olunun bir alandır.Öğe 2016-2022 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalına başvuran ve vertebra kırıkları nedeniyle maluliyet değerlendirilmesi yapılan olguların ülkemizde yürürlükte olan ilgili yönetmelikler ve Amerikan Tıp birliği kalıcı engellilik değerlendirme kılavuzuna göre karşılaştırılması(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Aşçı, Abdullah; Doğan, Kamil HakanMaluliyet oran hesaplaması yapılan raporlar Adli Tıbbın rutin işlerinden birisi olup rapor talebinin giderek arttığı görülmektedir. Maluliyet; vücutta işlev kaybı veya azalması nedeniyle oluşan bir sakatlık durumu olup, bu işlev kaybı ile sakatlık durumunun süreklilik göstermesi olarak tanımlanmaktadır. Vertebra yaralanmalarının etyolojisi incelendiğinde; en sık nedenin motorlu taşıt kazaları ve yüksekten düşme gibi yüksek enerjili travmalar olduğu görülmektedir. Maluliyet raporlarının hazırlanırken birden çok yönetmeliğin kullanılıyor olması ve haliyle farklı oranlar belirlenmesi; yargılama süresinde uzama ve kargaşaya, raporlardaki eksiklikler sebebiyle hak kayıplarına yol açmakta ve bilirkişiye olan inancın yitirilmesine neden olmaktadır. Bu çalışmamızla; Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalında vertebra yaralanması nedeniyle maluliyet durumu değerlendirilmiş olguların dünya çapında kabul gören Amerikan Tıp Birliği Kalıcı Engellilik Değerlendirme Kılavuzu ile kıyaslanarak, ülkemizde kullanılan cetvellerde yapılacak güncellemeler için önerilerde bulunulması amaçlanmıştır. Çalışmamızda 2016-2022 yılları arasında vertebra kırıkları nedeniyle maluliyet durum değerlendirmesi yapılan 391 olgu incelenmiştir. Olguların %60,1'inin (n=235) erkek, ortalama yaşın 39,0 olduğu, %92,3'ünün (n=360) trafik kazası sonucu yaralandığı, %46,5 (n=182) ile lomber vertebra yaralanması olduğu tespit edilmiştir. Belirlenen oranların medyan değerleri büyükten küçüğe doğru sıralandığında Çalışma gücü yönetmeliği (19), engellilik yönetmeliği (10) ve AMA kılavuzu (9) şeklinde sıralandığı, istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu görülmüştür (p<0,001). Maluliyet raporlarının güvenilir, otoriteler tarafından kabul gören, objektif ve tarafsız, anlam karmaşası taşımayan şekilde olması amaçlanmaktadır. Bu yüzden raporların hazırlanması aşamasında standardize edilmiş uygulama ve değerlendirme kriterlerinin olması, meydana gelen işlev zayıflaması/kayıplarını en iyi biçimde yansıtan, argümanlarla kanıtlanabilir bir derecelendirme ve değerlendirme sistemi bulunduran ölçütlerin oluşturulması, bilimsel ve modern çağın gereksinimlerini karşılayan, herkes tarafından kabul gören yeni bir yönetmelik hazırlanması uygun olacaktır. Hazırlanan raporlar; denetlenebilir, anlaşılır, gerekçeli ve tüm sorulara cevap verecek ve kıyas kullanımını engelleyecek şekilde kapsamı geniş olmalıdır. Bu raporlarda takdir hakkı kullanımı gibi göreceli olan durumlar, kapsamı belirlenmiş standartlar çerçevesinde değerlendirmeye alınmalı, aldıkları eğitim ve mesleki yetkinlikleri sebebiyle adli Tıp uzmanları tarafından düzenlenmelidir.Öğe Gebelerde ve umblikal kordda tetanos antitoksin seroprevalansının ve ilişkili faktörlerin değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Çavdar, Kerime; Marakoğlu, KamileAmaç: Tetanos, yenidoğanlarda ve gebelerde ölümcül olabilen bir enfeksiyon hastalığıdır. Tetanos toksoid aşısı, tetanosa karşı korunmada en etkili yöntemdir. Bu çalışmada, gebelerde ve umblikal kordda tetanos antitoksin seroprevalansı ve ilişkili faktörleri değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Kadın hastalıkları ve doğum bölümüne doğum için başvuran gebelere onayı alındıktan sonra sosyodemografik bilgilerini ve aşı öyküsünü içeren anket formu uygulandı. Gebelerden ve doğumu takiben umblikal korddan antikor düzeyi çalışılmak üzere kan örneği alındı. Çalışma yapılıncaya kadar bütün örnekler −80°C'de donduruldu. Antitetanos IgG antikor düzeyleri mikro-elisa yöntemi ile çalışıldı. Tüm veriler SPSS for Windows 25.0 programı kullanılarak değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya katılan gebelerin yaş ortalaması 28,32±5,3 (18-43) idi. Gebelerin %72,4'ünün (n=192) tanı almış bir hastalığı yoktu. Gebelerin %48,3'ünün (n=128) mevcut gebeliğinde 1 doz, %30,2'inin (n=80) 2 doz tetanos aşısı olduğu, %21,5'inin (n=57) olmadığı tespit edildi. Gebelerin toplam aşı dozu incelendiğinde %3,0'unun (n=8) aşılanmamış olduğu, %30,6'sının (n=81) aşı takviminde eksiklikler bulunduğu, %54,3'ünün (n=144) 3 doz primer dozunu tamamladığı ve %12,2'sinin (n=32) 5 doz aşı serisinin tamamını aldığı belirlendi. Gebelerin %85,3'ünün (n=226) en son tetanos aşısını son 5 yıl içinde yaptırdığı, %9,4'ünün (n=25) 5 ile 10 yıl arasında ve %2,3'ünün (n=6) ise 10 yıldan uzun bir süre önce yaptırdığı tespit edildi. Doğum sayısı 2 ve üzerinde olan annelerin aşı olma sıklığı (%63,0), 1 kez doğum yapmış olan (%83,3) ve doğum öyküsü olmayan gebelerin (%91,4) aşı olma sıklığından istatistiksel olarak anlamlı derecede düşüktü (p<0,001). Doğum öncesi bakım alanlarda aşı olma sıklığı (%82,8) almayanlara göre (%76,4) daha yüksek saptandı ancak istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0,05). Planlı gebeliği olanlarda aşı olma sıklığı (%79,7) olmayanlara (%63,2) daha yüksek saptandı ancak istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p>0,05). Aşı olma sıklığı lise ve üzerinde eğitim görenlerde (%80,4) ilköğretim ve altı eğitim görenlere (%75,3) göre daha yüksek saptandı ancak istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p>0,05). Annelerin %99,6'sının koruyucu düzeyde antikora sahip olduğu, kord örneklerinin %100'ünün koruyucu düzeyde antikora sahip olduğu saptandı. Kord antikor düzeyi ile anne antikor düzeyi arasında pozitif yönlü çok güçlü korelasyon tespit edildi (r=0,761, p<0,001). Gebelerin yaşı arttıkça anne ve kord antikor düzeyinin azaldığı tespit edildi (sırasıyla r=-0,217; p<0,001; r=-0,137; p=0,026). Gebelik sayısı arttıkça anne ve kord antitetanos IgG düzeylerinin azaldığı tespit edildi (sırasıyla r=-0,220; p<0,001; r=-0,198; p<0,001). Mevcut gebeliğinde aşı olanların anne ve kord antikor düzeyi aşı olmayanlara göre anlamlı düzeyde yüksek saptandı (p<0,001). Doğum haftası 32 altında olan gebelerde antikor düzeyi ortancası (5,550) 37 haftadan büyük (5,082) ve 33-37 hafta arasında olanlara (4,969) göre daha yüksek saptandı ancak istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı. Tetanosa karşı plasental geçiş oranının anne antikor düzeyi ile negatif yönde orta güçte korelasyon olduğu saptandı ancak kord antikor düzeyi ile korelasyon saptanmadı (sırasıyla r=-0,471; p<0,001; r=0,103; p=0,095). Sonuç: Araştırmamız, mevcut gebelik döneminde yapılan tetanos aşısının tetanos antikor seviyelerini yükseltmede olumlu bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir. Bu sebeple, her gebelikte aşı uygulaması, ideal gebelik sonuçlarını elde etmek ve neonatal tetanosun eliminasyonunu devam ettirmek adına büyük önem arz etmektedir. Gebelerin aşı hakkında kapsamlı bilgilendirilmesi, aşı konusunda farkındalığının artırılmasının sağlanması ve sağlık hizmetlerine ulaşımının daha erişilebilir kılınması için çaba gösterilmelidir.Öğe Acil serviste akut pankreatit tanısı konulan hastalarda pankreatik taş protein ve D vitamini düzeylerinin hastalığın prognozu arasındaki ilişki(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yıldırım, Ozan; Bayır, AyşegülAmaç: Acil serviste tanısı konulan akut pankreatit vakalarında D vitamini ve pankreatik taş protein düzeyleri ölçülmüştür. D vitamini eksikliği ve akut pankreatit arasındaki ilişki araştırılmıştır. Pankreatik taş proteinin akut pankreatit tanısında belirteç olarak rolü ve hastalığının prognozu ile ilişkisi sorgulanmıştır. Yüksek pankreatik taş protein düzeylerinin, akut pankreatitin mortalitesi üzerindeki anlamını araştırmak amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Acil Servisine Mart 2022 ile Eylül 2022 tarihleri arasında başvuran ve Revize Atlanta Sınıflandırmasına göre akut pankreatit tanısı konulan 82 hasta prospektif olarak incelemeye alınmıştır. Hasta grubuna ek olarak akut pankreatit dışındaki sebeplerle kliniğimize gelen 76 adet gönüllü de çalışmamıza dahil edilmiştir. Hasta ve gönüllü grubu 18 yaş üzerindeki bireylerden seçilmiştir. Hastaların özgeçmişleri, vital değerleri, laboratuvar bulguları, görüntüleme tetkikleri kaydedilmiştir. Yoğun bakım skorlamaları hesaplanıp yatış süreleri ve akıbetleri takip edilmiştir. Hasta ve kontrol gruplarındaki PSP ve D vitamini düzeyleri mevcut veriler ile karşılaştırılmıştır. İstatistiksel analizler SPSS 21.0 (IBM Inc, Chicago, IL, USA) programı kullanılarak yapılmıştır. Elde edilen veriler istatistik analizler yapılarak birbirleri ile kıyaslanmıştır. Bulgular: Yapılan incelemede PSP artışlarının akut pankreatit mortalitesi üzerinde zayıf düzeyde anlamlı bir etkisinin olduğu görülmüştür (-2LL=15,595 R2 Nagelkerke=0,187 p=0,047). PSP'nin istatistiksel olarak anlamlı bir tanısal özelliği görülmemiştir. D vitaminin 12,45 ng/ml cut-off değerinde prediktif özelliğinin olduğu (p=0,04), fakat marker özelliklerinin klinik kullanım açısından kabul edilebilir düzeyde olmadığı görülmüştür (AUC=0,596 senstivite=%56,1 spesifite=%56,6). Sonuç: Akut pankreatitin başvuru anında ciddiyetini belirlemek hem agresif tedavilerin uygulanması hem de prognoz açısından çok önemlidir. Yüksek PSP seviyeleri varlığında akut pankreatitin daha mortal olabileceği hipotezi gelecekte başka araştırmalara imkân vermektedir. D vitamininin belirteç olarak kullanımı kabul edilebilir düzeyde bulunmamıştır. Aksi yönden bakılırsa akut pankreatitte D vitamini eksikliğinin de görülebileceği akılda tutulmalıdır.Öğe Sinir iyileşmesinde lezyon proksimal ve distalinden yapılan sinirsupercharge'ının sinir iyileşmesine etkisi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Gürses, Samet; Aydın, Bahattin KeremAmaç: Yaralanma sahasında defekt olması,yaralanmanın kronik olması vs durumlarda uç uca onarıma engel olabilmektedir. Böyle durumlarda sinirin devamlılığını sağlamak için bir başka sinirden uç yan onarım tekniğiyle(supercharge) reinnervasyon sağlanmaya çalışılmaktadır. Supercharge işlemi defektin distalinden uygulanmaktadır. Ancak bazı uç yan onarımlarda dönor sinir alıcı sinir distaline uzanamamaktadır..Çalışmanın birinci amacı rat modellerinde siyatik sinir kesisi sonrası diğer siyatik sinirden supercharge yöntemiyle bir grupta lezyon proksimali diğer grupta lezyon distali koaptasyon yapılarak sonuçları karşılaştırmak. Çalışmanın ikinci amacı ise benzer boyutlardaki insan sinirlerine yapılan supercharge uygulamaları adına fikir sahibi olmaktır. Böylece hem ideal supercharge yöntemi bulunacak hem de literatüre katkıda bulunulacaktır. Gereç ve yöntem: Toplam 30 adet Wistar Albino rat üç adet cerrahi grubu oluşturacak şekilde 3 gruba randomize olarak ayrıldı. Tüm gruplarda ratların bilateral siyatik sinirleri kesildi. Ardından a grubunda sol taraf siyatik sinirleri mikrocerrahi tekniklere uygun olarak primer onarım yapıldıktan sonra sağ taraf siyatik sinir kesi proksimalinden ters uç yan transfer edildi. İkinci grupta (B) sol taraf siyatik sinir kesi seviyesinden mikrocerrahi tekniklere uygun olarak primer onarımı gerçekleştirildi. Ardından sağ taraf siyatik distaline(postlezyoner) olacak şekilde alıcı sinirde uç yan koaptasyon ile transfer edildi. Üçüncü grupta sağ taraf siyatik sinirleri iyileşmeye olanak tanımaması için 10 mm defekt oluşturuldu. Sol taraf siyatik sinirler mikrocerrahi tekniklere uygun olarak onarıldı. 12 hafta takip sonrası ratlara fonksiyonel testler, gastrokinemius ağırlık ölçümleri, histopatolojik,İimünfloresan, immün histokimyasal incelemeleri yapıldı. Bulgular: İtme kuvveti açısından distal süpercharge üstün gelirken proksimal süpercharge uc uca onarıma üstün geldi. Pinprick, sıcak zemin testi, gastrokinemius ağırlıkları açısından gruplar arası anlamlı farklılık saptanmadı. Histolojik incelemelerde akson sayısı değişim indeksi distal süpercharge da en üstün gelirken, proksimal süpercharge'ın uc uca onarıma göre anlamlı farklı olduu görüldü. Diğer histolojik,immünfloresan, immünhistokimya incelemelerde gruplar arası farklılık gözlenmedi. Sonuç: Daha önceki çalışmalarda denerve hedeflerin fonksiyonel iyileşmesinin, ters uçyan nörorafi kullanılarak distalden yapılan aksonal güçlendirme yoluyla desteklendiğini göstermiştir. Bu çalışmanın sonucunda aksonal güçlendirmede proksimalden yapılan ters uç yan nörorafi(süperşarjın) distalde bulunan sinir yaralanmalarında kullanımının yararlı olduğunu düşündürmektedir, ancak klinik uygulanabilirliği henüz araştırılmamıştır.Öğe Nazal septal perforasyon kapatılmasında parçalanmış kıkırdak ve blok kıkırdak sonuçlarının hayvan modelinde değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Uslu, Vedat; Ulusoy, BülentAmaç: Nazal septum perforasyonu, bireyin hayat kalitesini ciddi derecede etkileyebilen önemli bir sağlık sorunudur. Tedavisinde, henüz ideal bir yöntem bulunmamaktadır. İnterpozisyonel greft olarak blok kartilaj kullanımı kabul edilen yaklaşımlarda biri olmakla birlikte birçok hastada perforasyon özelliklerine uygun boyutta blok kartilaj elde edilmesi mümkün olmamaktadır. Çalışmamızda, septum perforasyonu onarımında interpozisyonel greft olarak dilimlenmiş kartilaj ve blok kartilaj kullanımının etkinliğini ortaya koymayı amaçladık. Çalışma tasarımı: Prospektif deneysel çalışma Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya, 36 adet yetişkin New-Zealand tavşanı dahil edildi. Denekler, rastgele üç eşit gruba ayrıldı. Tüm deneklerde, nazal septumda 10x10 mm boyutunda perforasyon oluşturuldu. Septal perforasyon, kontrol grubunda bilateral mukozal flep ile, blok kartilaj grubunda bilateral mukozal flep + interpozisyonel blok kartilaj greft ile ve dilimlenmiş kartilaj grubunda ise bilateral mukozal flep + interpozisyonel dilimlenmiş kartilaj greft ile onarıldı. Dört haftalık takip sonrasında sakrifikasyon işlemi gerçekleştirildi. Sakrifiye edilen deneklerin septumları makroskobik olarak değerlendirildikten sonra histopatolojik inceleme için rezeke edildi. Bulgular: Kontrol grubunda tüm deneklerde peforasyonun devam ettiği görüldü. Dilimlenmiş kartilaj grubunda perforasyon kapanma oranı %100 iken blok kartilaj grubunda ise %60 olarak tespit edildi. İnterpozisyonel greft kullanılan her iki grupta da perforasyon kapanma oranının kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı oranda daha yüksek olduğu görüldü (p<0,001). İnterpozisyonel greft kullanılan gruplar, perforasyon kapanma oranları açısından karşılaştırıldığında dilimlenmiş kartilaj grubunda blok kartilaj grubuna göre başarı oranının istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksek olduğu saptandı (p=0,035). İnterpozisyonel greft olarak blok kartilaj ve dilimlenmiş kartilaj kullanılan gruplar arasında kartilaj viabilitesi açısından anlamlı farklılık olmadığı görüldü (p=0,340). Bununla birlikte, fibrozis skoru interpozisyonel greft kullanılan gruplarda kontrol grubuna göre anlamlı oranda daha yüksek iken blok kartilaj ve dilimlenmiş kartilaj grubunda ise benzerdi (sırasıyla; p=0,023, p=0,006, p=0,340). Sonuç: Nazal septal perforasyon onarımında, interpozisyonel greft kullanımı cerrahi başarıyı artıran en önemli faktördür. İnterpozisyonel greft olarak dilimlenmiş kartilaj kullanımı konusundaki en önemli soru işareti kartilaj viabilitesi olup çalışmamızda kartilaj viabilitesi açısından blok ve dilimlenmiş kartilaj sonuçları arasında anlamlı bir fark olmadığı gösterildi. Bununla birlikte, dilimlenmiş kartilaj kullanımının cerrahi başarı oranını artırdığı tespit edildi. Tüm sonuçlar dikkate alındığında, her hastanın ayrı olarak değerlendirilmesi gerektiğini ve blok veya dilimlenmiş kartilaj materyallerinden uygun olan materyalin tedavide kullanılmasının daha doğru olduğunu düşünmekteyiz.Öğe Yüksek dereceli gliomlarda tedaviye bağlı gelişen radyonekrozun, nüks ya da rezidü tümöral lezyondan ayrımında bilgisayar temelli yapay zekânın rolü(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Altındaş, İbrahim; Özer, HalilAmaç: Gliomlar, primer malign beyin tümörlerinin büyük bir çoğunluğunu oluşturan kötü huylu tümörlerdir. Yüksek dereceli gliom vakalarında sıkça mikrovasküler proliferasyon gözlenir ve buna eşlik eden kan-beyin bariyerinin zarar görmesi post- kontrast T1 ağırlıklı manyetik rezonans görüntülemede (MRG) kontrastlanma olarak izlenir. Gelişmiş tedavi yöntemleri arasında cerrahi rezeksiyon sonrası RT ve adjuvan KT bulunmaktadır. Ancak, tedavi yanıtını değerlendirmede geleneksel MRG, özellikle tedaviye bağlı değişiklikler (TİD) olarak da adlandırılan psödoprogresyon ve radyasyon nekrozu gibi durumlarda tanıda yetersiz kalabilir. MR perfüzyon görüntülerini de içeren multiparametrik MRG kullanımıyla TİD' in radyolojik tanısında daha başarılı sonuçlar elde edilmiştir. Son yıllarda, gliom tedavi yanıtını değerlendirmek için MRG verilerini kullanan bir dizi yapay zekâ algoritması geliştirilmiştir. Bu çalışmada kemoradyoterapi (KRT) sonrası yeni gelişimli kontrastlanan lezyonu olan YDG hastalarında tedavi yanının değerlendirilmesinde denetimsiz derin öğrenme metodu ile elde edilen vasküler heterojenite ve MR perfüzyon parametrelerinin tanısal katkısını göstermeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Ocak 2017- Ağustos 2023 tarihleri arasında, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi PACS sistemindeki kraniyal tümör protokollü MRG' ler retrospektif olarak tarandı. Çalışmaya histopatolojik tanısı Astrositom, IDH- mutant, DSÖ Grade 3- 4 olan 18 hasta ve glioblastom, IDH wild tip olan 61 hasta dahil edildi. KRT sonrası yapılan histopatolojik veya klinik-radyolojik değerlendirme sonuçlarına göre, bu hastaların 32' sine TİD tanısı, 47' sine ise rekürrens tanısı konuldu. Şüpheli lezyon tespit edilen hastaların takip MR görüntülerindeki kontrastsız ve post- kontrast T1AG, T2AG, MRP, FLAIR serileri yapay zekâ programına yüklendi. Programın hemodinamik doku işaretleme servisinde önce kontrastlanan tümör, ödem ve kontrastlanmayan nekroz alanları belirlendi. İkinci aşamada MRP verileri de kullanılarak lezyon, yüksek anjiyogenik tümör (HAT), düşük anjiyogenik tümör (DAT), infiltre periferal ödem (İPÖ) ve vazojenik periferal ödem (VPÖ) habitatlarına ayrıldı. Ardından, her bir segment ve habitat için hacimsel yüzde oranları, CBV, CBF, MTT verileri elde edildi. Verilerin rekürrens ve TİD tanıları arasındaki değişiminin istatistiksel analizi IBM SPSS Statistics 21.0 paket programında gerçekleştirildi. Sürekli sayısal değişkenlerin dağılımı Shapiro-Wilk testi ile kontrol edildi. Cinsiyet ve tedavi yanıtı sayı ve yüzde biçiminde sunuldu. Yaş ve yapay zekâ uygulamasıyla elde edilen parametrelerin değerleri ortalama ± standart sapma şeklinde gösterildi. Yapay zekâ programından elde edilen perfüzyon parametrelerinin anlamlı farklılık gösterip göstermediği Mann-Whitney U testi ile karşılaştırıldı. Receiver operating characteristic (ROC) analizi ile tanısal performans hesaplandı. ROC analizi sonuçları istatistiksel olarak anlamlı kabul edilirse Youden indeksi kullanılarak optimal kesme değerleri belirlendi. Sensitivite, spesifite, PPV, NPV ve doğruluk hesaplandı. Aksi belirtilmedikçe p<0,05 için sonuçlar istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Çalışmanın sonuçlarına göre, HTS habitat tipleri (YAT, DAT, İPÖ, VPÖ) ve morfolojik segmentasyon alanlarında TİD ile rekürrens hastaları arasında bu alanların hacimsel yüzdelerinde ve CBV, CBF, MTT perfüzyon değerlerinde anlamlı düzeyde farklılıklar tespit edilmiştir. CBV ve CBF değerleri tüm habitatlarda, kontrastlanan tümör ve ödem alanlarında anlamlı şekilde değişiklik göstermiştir. Hacimsel oranlar, ödem alanı dışındaki diğer bölgelerde anlamlı şekilde farklılık göstermiştir. HTS habitatlarının tamamında, habitatların volumetrik (%) oranı, CBV ve CBF değerleri, TİD ve rekürrens tanısı alan hastalar arasında anlamlı olarak farklılaşmıştır. Bu değerler, kabul edilebilir, iyi ve çok iyi tanısal performans sergilemektedir. HTS habitatları arasında en yüksek AUC (0,815; %95 CI: 0,720-0,911), YAT alanının volumetrik analizinde elde edilmiştir. İntrakraniyal hacime göre YAT'ın yüzdelik oranı %0,4 ve üzerinde belirlendiğinde, %78,7 duyarlılık ve %78,1 özgüllük değerleri elde edilmiştir (p<0,001). Elde edilen tüm veriler arasında en yüksek duyarlılık, kontrastlanan tümör alanının beyin dokusuna olan oranında %83 iken, en yüksek özgüllük kontrastlanan tümör alanının CBV değerinde %96,9 olarak bulunmuştur (p<0,001). MTT parametresi İPÖ ve VPÖ habitatlarında anlamlı düzeyde farklılık göstermiştir, diğer habitatlarda anlamlı bir farklılık izlenmemiştir. Sonuç: Literatürde MRP içeren MR görüntülerle yapılan ve bazılanda yapay zekâ, derin öğrenme, CNN gibi algoritmaların kullanıldığı çok sayıda çalışma mevcuttur. Rekürrens hastalarında izlenmesi beklenen daha yüksek CBV ve CBF değerleri, elde ettiğimiz verilerle uyumluydu (p<0,05). YAT, DAT gibi anjiyogenik alanlar kullandığımız yapay zekâ yazılımı ile yapılan diğer çalışmalarda daha yüksek dereceli tümör dokusu ile ilişkili olup rekürrens hastalarında bu alanların hacimsel oranları ve CBV, CBF perfüzyon değerleri daha yüksekti (p<0,05). Farklı tümör alanlarından elde ettiğimiz sonuçlarda farklı AUC, duyarlılık ve özgüllük değerleri mevcut olup bulgular bazı çalışmalarla benzerlik göstermekte, bazı çalışmaların ulaştığı değerlerin ise gerisinde kalmaktadır. Kullandığımız yapay zekâ yazılımı, kolay kullanılabilir ve ulaşılabilir yapısı ile yapılacak güncellemeler ile birlikte gelecekte cerrahi ve KRT sonrası gliom vakalarının tedavi yanıtının değerlendirmesinde faydalı olabilecektir.Öğe Postmenopozal KBH'ı olanlarda evrelerine göre androjen seviyeleri ile anksiyete-depresyon ilişkisi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Kazan, Furkan; Coşkun Yavuz, YaseminAmaç: Çalışmamızın amacı, postmenopozal KBH'ı olanlarda evrelerine göre androjen seviyeleri ve anksiyete – depresyon ilişkisini incelemektir. Metot: Çalışmamıza Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Polikliniklerine Temmuz 2023 – Aralık 2023 tarihleri arasında başvuran Malignite ve Psikiyatrik hastalık öyküsü olmayan 155 postmenopozal KBH hastası ve kontrol grubu olarak 25 sağlıklı gönüllü dahil edildi. Erkek hastalar, 18 yaş altı hastalar, Postmenopozal dönemde olmayan kadınlar, Malignite tanısı olan hastalar, Psikiyatrik hastalık tanısı olan hastalar çalışmaya dâhil edilmedi. Çalışmamızdaki katılımcılar KDIGO kılavuzu KBH GFR evrelerine göre gruplandırıldı. Androjen seviyeleri hastanemiz Biyokimya laboratuvarında incelendi. Hastane Anksiyete ve Depresyon (HAD) ölçeğinden oluşan anket formu ile Depresyon ve Anksiyete düzeylerine bakıldı. Bulgular: Çalışmamıza katılan anksiyete ve depresyon hastalıklarına sahip olan ve olmayan bireylerde tüm KBH gruplarında DHEA-S düzeyleri benzerdi (p>0.05). Çalışmamıza katılan postmenopozal KBH'lı hastalar ve sağlıklı gönüllüler arasında Kontrol grubunun DHEA-S düzeyinin Evre 3A grubuna göre istatiksel olarak anlamlı şekilde yüksek olduğunu tespit ettik (düzeltilmiş p=0.049). Öte yandan çalışmamızda DHEA-S düzeyi GFR >60 olan hastalarda GFR <60 olan hastalara kıyasla istatiksel olarak anlamlı şekilde yüksekken (p=.034); KBH olanlarda olmayanlara kıyasla istatiksel olarak anlamlı şekilde düşük olduğu görüldü (p=0.042). Çalışmamızda DHEA-S düzeyi ile yaş (r=-0.284, p=<0.001) ve Menopoz yılı (Spearman'ın rho=-0.251, p=0.001) arasında istatiksel olarak anlamlı ve negatif ilişki saptandı. Çalışmamızda Testosteron ile Glukoz arasında istatistiksel olarak anlamlı ve pozitif ilişki saptandı (Spearman'ın rho=0.196, p=0.010). Ayrıca DHEA-S düzeyi ile Glukoz arasında da istatistiksel olarak anlamlı ve pozitif ilişki saptandı (Spearman'ın rho=0.183, p=0.016). Sonuç: Bazı çalışmalarda düşük DHEA-S düzeyi depresyon ile ilişkilendirse de çalışmalarda yapılan anksiyete ve depresyon tarama testleri (HAD ölçeği) öz bildirime dayalı olduğu için bireylerin testi doldurma yetenekleri, sosyoekonomik düzeyleri ve eğitim seviyeleri farklı olduğundan farklı kesitsel gruplar arasında farklı sonuçlar verebileceğini söyleyebiliriz. Depresyon ve KBH arasındaki etkileşimler karmaşık, iki yönlü ve çok faktörlüdür. Kronik böbrek hastalarında depresyonun klinik değerlendirmesi zor olabilir. Çalışmamızda KBH evrelerinde anksiyete ve depresyon düzeyi oranları her ne kadar istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmasa da (tüm p>0.05), hastalarda KBH evresi ilerledikçe özellikle SDBY'ne doğru depresyon düzeyinin arttığını söyleyebiliriz. DHEA-S düzeyinin yaş arttıkça ve KBH'de giderek azalması, DHEA-S'ın KBH'de bir rolü olduğunu gösterebilir ve daha önce tartışıldığı gibi hastalık şiddetinin bir göstergesi olabilir. Veya düşük plazma DHEA-S, yaşlılıkta sık görülen hastalıkların spesifik bir risk göstergesinden ziyade ikincil bir fenomen gibi görünebilmektedir. Bir diğer yandan ilerleyen yaş ile beraber düşük DHEA-S'ın başka çalışmalarla da gösterildiği üzere endotel fonksiyonu üzerindeki koruyucu etkileri azalmasından ötürü, KBH'ın ilerleyen safhalarında Ateroskleroz ve Kardiyovasküler Hastalık gelişimini arttırdığını düşünebiliriz. Fakat bu noktada elimizde yeterince veri ve çalışma bulunmamaktadır. Yeni çalışmalar ile beraber bu konu daha da aydınlanacaktır. Çalışmamızda insidental olarak elde edilen Testosteron ve DHEA-S düzeyinin her ikisi ile Glukoz arasında anlamlı ve pozitif ilişki bulunması; Literatürde kadınlarda hiperandrojenizim ve periferik dokularda insulin direnci ile birlikte kanda yüksek glukoz seviyeleri görülen Polikistik Over Sendromu için hastalığın etyopatogenezi adına bir bakıma doğrulama niteliği taşıdığı çıkarımında bulunabiliriz.Öğe Rat tendon-kemik birleşkesi yırtık modelinde skafolda implante edilmiş wharton's jelly kaynaklı mezenkimal kök hücre ve conditioned medium'un iyıleşme üzerındekı etkinliğinin araştırılması(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Doğramacı, Ahmet Rıfat; Yıldıran, GökçeAmaç: Bu çalışmada; biyouyumlu, parçalanabilen, yüksek mekanik özelliğe sahip, mezenkimal kök hücrelerin adezyon ve çoğalmasına izin veren üç boyutlu hyalüronan bazlı skafolda Wharton jeli kaynaklı mezenkimal kök hücre implante ederek, fizyolojik katmanlara sahip entez ünitesinin oluşturulması amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Bu çalışma Kobay Deney Hayvanları A.Ş. Yerel Etik Kurulu'ndan alınan onay 23.12.2022 toplantı tarihli ve 645 sayılı karar ile yürütülmüş olup araştırmanın hayvan deneyleri aşaması Kobay Deney Hayvanları A.Ş. Deneysel Tıp Uygulama ve Araştırma Merkezi'nde gerçekleştirilmiş prospektif bir çalışmadır. Toplamda 4 grup oluşturuldu. 1. Gruba sadece cerrahi uygulandı. 2. Gruba cerrahiye ek skafold ve MEM uygulandı. 3.gruba cerrahiye ek skafold ve CM uygulandı. 4. Gruba ise cerrahiye ek skafold ve WJ-MKH uygulandı. 30. Günün sonunda histolojik, immünhistokimyasal, biyomekanik ve morfometrik değerlendirmeler gerçekleştirildi. Bulgular: Çalışmada toplamda 32 deney hayvanı kullanılmıştır. Her grupta eşit sayıda (n=8) olacak şekilde dört gruba (Sham kontrol, Kontrol, CM, WJ-MKH) ayrılmıştır. Uygulamaların vaskülarite üzerine etkisi incelendiğinde Sham kontrol grubu ile karşılaştırıldığında kontrol grubu (p<0,05), CM (p<0,01) ve KH (p<0,001) etkisinin anlamlı olduğu, hücresel aktivite üzerine etkisi incelendiğinde Sham kontrol grubu ile karşılaştırıldığında kontrol grubu (p<0,05), CM (p<0,01) ve WJ-MKH (p<0,001) etkisinin anlamlı olduğu, kollajen fibril sürekliliği, paralelliği ve yoğunluğu üzerine etkisi incelendiğinde şam grubu ile karşılaştırıldığında kontrol grubu (p<0,05), CM (p<0,01) ve KH (p<0,001) etkisinin anlamlı olduğu, FGF İHK üzerine etkisi incelendiğinde Sham kontrol grubu ile karşılaştırıldığında kontrol grubu (p<0,05), CM (p<0,01) ve WJ-MKH (p<0,001) etkisinin anlamlı olduğu, BMP2 İHK üzerine etkisi incelendiğinde Sham kontrol grubu ile karşılaştırıldığında kontrol grubu (p<0,05), CM (p<0,05) ve WJ-MKH (p<0,001) etkisinin anlamlı olduğu, Kopma kuvvetine göre gruplar içinde Kök hücre değişkeninin farklı grupta olduğu ve en yüksek değere sahip olduğu (p=0,001), kemik mineral dansitesi (KMD) 'ne göre gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılığın olduğu (p=0,001), Trabekül kalınlığı (Tr.K) değerlerine göre gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılığın olduğu (p=0,001) saptanmıştır. Sonuçlar: Çalışmada elde edilen verilere göre, Wharton Jeli kaynaklı mezenkimal kök hücreler ve CM, rat tendon-kemik birleşmesi yırtık modelinde mekanik iyileşmeye ve doku yırtılma direncinin artışına katkı sağlamıştır.Öğe Otizmli çocukların ebeveynlerinde yürütücü işlevler ve zihin kuramının fonksiyonel MRG analizi ile incelenmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Tan Çomak, Özge; Kandeğer, AliAmaç: Otizmli çocukların aileleri ile sağlıklı kontrol grubunun sosyal biliş, empati, yüz tanıma, yürütücü işlevler, beyin aktivasyonları açısından karşılaştırılması, gruplardan bağımsız geniş otizm fenotipi ile bu aktivasyonların gücünün değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 24 GOF birey ve yaş, cinsiyet ve klinik özellikler açısından eşleştirilmiş 25 sağlıklı kontrol katılmıştır. Tüm katılımcılara HADÖ, Otizm Spektrum Ölçeği, Empati Ölçeği, SCID-5-CV, WAİS-R, WKET, GİSD-B, GZOT, Stroop Testi ve fMRG altında Afektif Stroop Testi uygulanmıştır. Bulgular: GOF grubu ve sağlıklı kontrollerde EÖ duygusal empati kategorisi, OSÖ ayrıntıya dikkat ve hayal gücü alt kategorisinde, Stroop Testi 5. kart hata ve düzeltme sayısında ve Afektif Stroop Testi klinik parametrelerinde farklılık saptanmazken fMRG açısından farklılıklar gözlenmiştir. Görev-duygu-grup etkileşimi başta olmak üzere beyin bölgeleri üzerine etkisine bakıldığında süperior temporal sulkus, süperior frontal girus, medial frontal girus, singulat girus, limbik lob gibi beyin bölgelerinde aktivasyon farkı izlenmiştir. Sonuç: GOF bireylerde otizme benzer zorlukların yaşandığı literatürde gözlenmiştir. Çalışmamız sonucunda GOF bireylerin kullanılan testlerde zorlanma yaşadığı görülmüştür. Daha önce yapılan çalışmalardan farklı olarak ilk defa GOF ebeveynlerde Afektif Stroop Testi uygulanmış olup izlenen beyin aktivasyonlarında farklılıklarının otizmli bireylerde aynı testin fMRG altındaki sonuçlarıyla uyumlu olduğu görülmüştür. Bu durumun otizm nörobiyolojisinin ve yaşanan nörokognitif zorlukların araştırılması için bir yol göstericisi olabileceği düşünülmektedir.Öğe Çocuk yoğun bakım ünitesinde yatan hastalarda iyatrojenik anemi sıklığı ve risk belirteçleri(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Işık Bedir, Şeyma; Yılmaz, ResulAmaç: Anemi çocuk yoğun bakım ünitesinde yatan kritik hastalarda çok yaygın bir sorundur. Biz bu çalışmada çocuk yoğun bakım ünitesinde yatan hastalarda iyatrojenik anemi sıklığını, ciddi hastalık gruplarında aneminin önemini, taburculuk süresine etkisini ve aneminin risk faktörlerini belirlemeyi amaçladık. Gereç ve yöntemler: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 3. Basamak Çocuk Yoğun Bakım Ünitesi'nde 1 Ocak 2022 ve 31 Aralık 2022 tarihleri arasında takip ve tedavi edilen 155 hasta çalışmaya dahil edildi. Bu hastaların dosyaları geriye dönük olarak taranarak hastaların demografik verileri, takipteki hemoglobin ve diğer laboratuvar değerleri, anemik hemoglobin değerine kaçıncı günde vardıkları, tranfüzyon öncesi ve sonrası hemoglobin değerleri, yatış nedenleri, yatış süreleri, mekanik ventilatörde kalma süreleri, yatıştaki beslenme şekilleri (parenteral / enteral), inotrop desteği alıp almadıkları kaydedildi. İstatistiksel analizler SPSS (Statistical Package for Social Sciences) for Windows 22.0 programı kullanılarak yapıldı. Bulgular: Hastaların 96'sı (%61,9) erkek, 59'u (%38,1) kız idi. Yaş ortalaması 53,77±60 ay idi. Hastaların yoğun bakıma yatıştaki ortalama hemoglobin değeri 11,14±2,12 g/dL idi. Hastaların %47,7'sinde iyatrojenik anemi gelişti. Ortalama iyatrojenik anemi gelişme süresi 4,36±3,13 gün idi. İyatrojenik anemi gelişenlerin gelişmeyenlere kıyasla yoğun bakım kalış sürelerinin istatiksel olarak anlamlı daha fazla olduğu (p=0,008) görüldü ancak mekanik ventilasyonda kalma süreleri arasındaki fark istatiksel olarak anlamlı değildi (p=0,131). İyatrojenik anemi gelişenlerde gelişmeyenlere kıyasla istatiksel olarak daha fazla transfüzyon yapıldığı (p=0,001) ve transfüzyon sayısının (p=0,035) da istatiksel olarak anlamlı daha fazla olduğu saptandı. Hastaların 53'üne (%34,2) ES tansfüzyonu uygulandı. Transfüzyon yapılan hastalarda mortaliteleri (p=0,001), mekanik ventilasyon süreleri (p<0,001) ve yoğun bakımda kalış süreleri (p<0,001) transfüzyon yapılmayan hastalardan istatiksel olarak anlamlı daha yüksekti (p< 0,001). Sonuç: Sonuç olarak çocuk yoğun bakım ünitesinde yatan hastalarda görülen anemi sıklığı az değildir ve bunun sonucunda yapılan transfüzyonlar mortalite ile ilişkilendirilmiştir. Tetkik amaçlı kan almak kaçınılmaz olabilir ancak iyatrojenik aneminin nelere sebep olabileceği iyi bilinilirse gereksiz tahlillerden kaçınılarak gereksiz transfüzyonların azaltılması sağlanabilir.Öğe Karaciğer sirozu tanılı hastalarda sarkopeni gelişiminin ultrasonografik superb mikrovasküler görüntüleme yöntemi ile değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Kılbasanlı, Seçil; Güngör, GökhanGiriş ve Amaç: Bu çalışmanın amacı karaciğer sirozu tanılı hastalarda sarkopeni tanısında biceps brachii kasının yeni nesil ultrasonografik yöntemlerden kas kesit alanı, SWE, SMG' nin kullanılabilirliğinin araştırılmasıdır. Gereç Yöntem: Çalışmaya 51 sirotik ve 36 sağlıklı gönüllü dahil edildi. Katılımcıların boy, kilo, kol çevresi, baldır çevresi ölçümleri standart yöntemlerle ölçüldü. Tüm ölçümler 3'er kez yapılarak ortalaması alındı. Sirotik hastalara Child, Meld, Meld-Na, Meld 3.0 skorlamaları hesaplandı. Tüm katılımcılara Sarc-F anketi dolduruldu. Sarc-F skoruna BÇ ölçümü erkeklerde ≤34 cm, kadınlarda ≤33 cm ise 10 puan eklenerek Sarc-Calf skoru elde edildi. Sarc-Calf skoru ≥11 olanlar olası sarkopenik grup kabul edildi. Canon marka USG ile tüm hastalara biceps brachii kas kesit alanı ölçümü, SWE ve SMG yapıldı. Ölçümler tek radyolog tarafından dominant ekstremiteden 3'er kez yapılarak ortalamaları alındı. İstatistiksel analizler R version 4.1.2. (The R Foundation for Statistical Computing, Vienna, Austria; https://www.r-project.org) istatistiksel yazılım dili yardımıyla gerçekleştirildi. Bulgular: Sarc-Calf skoruna göre 16 KC-S tanılı hasta sarkopenik kabul edilirken 35 hastada sarkopeni tespit edilmedi. Elde edilen bulgulara göre, sarkopenik sirotik (65.56 ± 12.09, p=0.010) ve non-sarkopenik sirotik (62.08 ± 9.91, p=0.046) grupların yaş ortalaması kontrol (55.88 ± 10.99) grubuna kıyasla anlamlı şekilde yüksekken, cinsiyet dağılımlarının (erkek; n=14 (%38.9), n=19 (54.3) vs. n=10 (62.5), p=0.220) benzer olduğu görüldü. VKİ değerleri sarkopenik sirotiklerde (25.85 ± 4.73), non sarkopenik sirotik (30.95 ± 5.59, p=0.002) ve sağlıklı kontrol (29.56 ± 3.70, p=0.029) grubuna kıyasla anlamlı şekilde düşüktü. Ultrasonografik Kas Alanı ölçümü (cm2), sarkopenik ve non-sarkopenik siroz hastalarında, (6.62 ± 2.57, p=0.001; 8.10 ± 3.02, sırasıyla), kontrol grubuna kıyasla (10.07 ± 3.29) anlamlı derecede düşüktü (p<0.001). Benzer şekilde sarkopenik ve non-sarkopenik (2.40 ± 0.87,; 2.94 ± 0.93, sırasıyla) hastaların Kas Alanı / Boy2 ölçümü kontrol (3.79 ± 0.96) grubuna kıyasla anlamlı derecede düşüktü (p<0.001). SMG (%) ve Elastografi (KPA) ölçümlerinin ise gruplar arasında benzer olduğu görüldü (tüm p>0.05). Bu verilerin korelasyon analizlerinde; baldır çevresi ile SARC-CALF düzeyi arasında negatif bir ilişki mevcuttu (r=-0.677, p<0.001). Öte yandan Kas Alanı ile Kas alanı / Boy2 arasında pozitif ilişki (r=0.988, p<0.001), yine Kas alanı ile SMG ölçümleri arasında pozitif ilişki mevcuttu (r=0.297, p=0.034). Ayrıca Kas alanı / Boy2 ile SMG düzeyi arasında da pozitif (r=0.309, p=0.027), Sarc-Calf skoru arasında ise negatif korelasyon mevcuttu (r=-0.287, p=0.041). Ultrasonografik kas alanı ölçümünün sarkopenik sirotikleri sağlıklı gönüllülerden ayırt etmedeki cut off değerinin ≤6.93 olduğu belirlendi (AUC=0.806, sensitivite 68.7, spesifite 86.1, %95 güven aralığında, p<0.001). Kas alanı/boy2 ölçümünün sarkopenik sirotikleri sağlıklı gönüllülerden ayırt etmedeki cut-off değerinin ≤2.765 olduğu belirlendi (AUC=0.872, sensitivite 81.2, spesifite 91.6, p<0.001). Sonuç ve Öneriler: Sirotik hastalarda musculus biceps brachii'ye yönelik ultrasonografik kas alanı, kas alanı/boy2 formülü ölçümleri kas kitlesinin pratik bir göstergesi olabilir. Ayrıca bu formülle, ultrasonografik SMG ile kas mikrovaskülarizasyonun değerlendirilmesi güçlü bir korelasyon göstermektedir. Bu nedenle Ultrasonografik kas alanı/boy2 ve SMG ölçümleri; karaciğer sirozlu hastalarda sarkopeni tanısında, taramasında ve değerlendirilmesinde kullanılabilecek kolay uygulanabilir, non-invaziv bir yöntem olarak umut vaat etmektedir.Öğe 2005-2021 yılları arasında yargıtayda karara bağlanan tıbbi uygulama hatası dava dosyalarında bilirkişi raporlarının içeriklerinin ve kararlara etkisinin adli tıbbi açıdan değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Demir, Muhammed Furkan; Doğan, Kamil HakanTüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de gün geçtikçe tıbbi uygulama hatası iddiası ile açılan dava sayılarında artış olduğu görülmektedir. Tıbbi uygulama hatası iddialarının değerlendirilmesi teknik bilgi ve uzmanlık gerektirdiğinden; bu tür uyuşmazlıklarda tıbbi bilirkişiler, hakimlerin en önemli yardımcılarından biridir. Tıbbi malpraktis iddiasıyla açılan davalarda hakkaniyete uygun karar verilebilmesi ve yargılama süreçlerinin uzamaması için tıbbi bilirkişiler tarafından düzenlenen bilirkişi raporlarının bazı niteliklere haiz olması gerekmektedir. Bu çalışmada bilirkişi raporlarının içeriklerinin Yargıtayda ve ilk derece mahkemelerde verilen kararlara etkileri ve hükme elverişsiz bulunan bilirkişi raporlarının yetersiz bulunma nedenleri incelenerek; bilirkişi raporları hazırlanırken dikkat edilmesi gereken hususların ortaya konulması amaçlanmıştır. Çalışmamızda tıbbi uygulama hatası iddiasıyla açılan ve Yargıtayda 2005 ile 2021 yılları arasında karara bağlanan 846 karar incelenmiştir. Davaların büyük bir kısmının hukuk mahkemelerinde (%65) açılmış olduğu ve davaya konu tıbbi müdahaleyi uygulayan sağlık çalışanının en çok hekim (%85,1) olduğu tespit edilmiştir. 615 dosyada ilk derece mahkeme kararlarının bilirkişi raporları ile uyumlu olduğu görülmüştür. Yargıtayın 684 dosyada bozma kararı verdiği, en çok bozma nedeninin ise hüküm kurmaya elverişsiz eksik bilirkişi raporu (%34,4) olduğu izlenmiştir. Yargıtayın vermiş olduğu bozma kararlarının onama kararlarından ciddi oranda fazla olması ve bozma nedenlerinin başında hükme elverişsiz bilirkişi raporları olması bir kez daha tıbbi bilirkişi raporlarının niteliklerinin önemini gözler önüne sermiştir. Aynı zamanda Yargıtayca verilen kararlar detaylı incelendiğinde; bilirkişi raporlarının içeriklerinin verilen kararlara doğrudan etkisi olduğu izlenmiştir. Bu sebeple tıbbi bilirkişinin rapor düzenlerken; davaya konu tıbbi uygulamanın gerekli olup olmadığı, güncel tıp bilgilerine uygun olup olmadığı, eğer istenmeyen bir durum meydana gelmiş ise komplikasyon yönetiminin uygun olup olmadığı, tıbbi uygulamaya yönelik hastanın yeterli aydınlatılıp aydınlatılmadığı ve rızasının alınıp alınmadığı, tıbbi uygulama öncesinde ve sonrasında gelişebilecek istenmeyen durumlara yönelik gerekli tedbirlerin alınıp alınmadığı hususlarını açıklığa kavuşturması hükme elverişsiz bulunmasının ve buna bağlı olarak yargılama süreçlerinin uzamasının önüne geçeceği kanaatine varılmıştır.Öğe Acil serviste akut böbrek yetmezliği tanısı konulan hastalarda nötrofil jelatinaz ile ilişkili lipokalin (NGAL) ve böbrek hasarı molekülü 1 (KIM-1) düzeylerinin biyokimyasal parametrelerle ilişkisi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Yağcı, Furkan; Bayır, AyşegülAmaç: NGAL ve böbrek hasarı molekülü 1 (KIM-1) düzeylerinin biyokimyasal parametrelerle ilişkisi ve parametrelerin prediktif özelliklerinin prospektif olarak incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Akut böbrek yetmezliği tanısı konulmuş ve semptomların başlangıcından itibaren ilk 48 saat içinde olan 18 yaş üstü gönüllü hasta grubu ve benzer yaş grubunda olan kontrol grubu sağlıklı gönüllüler arasında NGAL ve KIM-1 parametreleri incelenmiştir. Çalışma prospektif olarak 80 adet ABY hastası ve 80 adet sağlıklı gönüllü (kontrol grubu) olmak üzere toplam 160 hasta ile gerçekleştirilmiştir. İstatistiksel Analiz: Analizler SPSS 21.0 programı ile gerçekleştirilmiştir. Kategorik veriler yüzde (%) ve frekans (N), nicel veriler ise dağılım şeklinde göre ortalama±SS veya medyan (ortanca), minimum ve maksimum şeklinde ifade edildi. Nicel parametrelerin normallik özellikleri histogram analizleri, basıklık ve çarpıklık verileri ve Kolmogrov-Smirnov analizleri kullanılarak irdelendi. İki grup (bağımsız) kıyaslaması için bağımsız t-testi ve Mann-Whitney U testleri kullanıldı. Kafa karıştırıcı parametreler (kovaryantlar) ANCOVA analizi ile kontrol altına alınarak değerlendirme yapıldı. ANCOVA analizi öncesi normal dağılmayan parametreler için logaritmik transform işlemi gerçekleştirildi. Kategorik parametrelerin kıyaslanmasında Pearson ki-kare analizi veya Fisher's exact testleri kullanıldı. Mortalite ve hasta grup üzerindeki prognostik faktörlerin tespiti için binary Lojistik Regresyon modellemeleri kuruldu. Prediktif özellikler ROC analizine gerçekleştirildi. Nicel parametrelerin korelasyon ilişkileri için Pearson veya Spearman korelasyon analizleriyle değerlendirildi. Tip-1 hata (α) %5 ve p anlamlılık düzeyi <0,05 kabul edilmiştir. Bulgular ve Sonuç: Elde edilen sonuçlara göre NGAL ve KIM-1 değerleri hasta grubunda (ABY), kontrol grubuna kıyasla daha düşük olduğu görülmüş ve anlamlı istatistiksel farklılık teşkil etmiştir (p<0,001). NGAL (B=-2,802; OR=0,061; p<0,001) ve KIM-1 (B=-2,616; OR=0,073; p<0,001) parametrelerindeki düşüklüğün ABY lehine olduğu ve anlamlı prediktif özelliklerinin olduğu görülmüştür. Parametrelerin prediktif özellikleri ROC analizi ile detaylandırılmış; NGAL parametresinin 74,76 pg/ml değerinde AUC değeri %81,8 olarak görülmüş ve marker olarak kullanılabilirliği kabul edilebilir düzeyde olduğu (senstivite %82,5 ve spesifite %83,8) ve anlamlılık teşkil ettiği görülmüştür (p<0,001). Diğer taraftan KIM-1 parameteresinin 1,588 ng/ml cut-ff değerinde AUC değeri %75,6 olarak görülmüş (senstivite ve spesifite %70,0 ) ve anlamlılık teşkil ettiği (p<0,001), fakat marker kabiliyetinin NGAL parametresine göre nispeten daha zayıf olduğu not edilmiştir. NGAL ve KIM-1 parametrelerinde sağ kalım grupları arasında anlamlı farklılık görülmemiştir (p>0,05). NGAL ve KIM-1 parametrelerinde ise mortalite üzerinde anlamlı bir ilişkisi tespit edilmemiştir (p>0,05). NGAL ve KIM-1 arasında anlamlı ve pozitif yönde güçlü bir korelasyon ilişkisi olduğu tespit edilmiştir (ρ=0,692; p<0,001).Öğe Sağlıklı bireylerde uyku özellikleri ile dissosiyatif yaşantılar arasındaki ilişkinin araştırılması(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Özaltın, Münise Seda; Selvi, YavuzAmaç: Bu çalışmada amacımız genç erişkinlerde uyku kalitesi, dissosiyasyon ve ruminatif düşünceler arasındaki ilişkinin araştırılmasıdır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya halen öğrenim görmekte olan 647 üniversite öğrencisi katılmıştır. Bölümler ve sınıflar rastgele seçilmiştir. Çalışmaya 36 farklı bölümde okumakta olan öğrenciler katılmıştır. Çalışmaya katılmaya gönüllü olan katılımcılardan sözel onam alınmış, yarı yapılandırılmış sosyo-demografik veri formu ile öz bildirim ölçekleri olan Disosiyatif Yaşantılar Ölçeği, Ruminatif Düşünce Biçimi Ölçeği, Pittsburgh Uyku Kalite İndeksi ölçeklerini doldurmaları istenmiştir. Yerel etik kurulu onayı alınmıştır. Çıkar çatışması bulunmamaktadır. Bulgular: Yapılan pearson korelasyon analizi sonucuna göre RDBÖ ile; DES arasında anlamlı pozitif ilişki saptanmıştır, r = 0.441, p < 0.001. RDBÖ ile PUKİ arasında anlamlı pozitif ilişki saptanmıştır, r = 0.338, p < 0.001. DES ile PUKİ arasında anlamlı pozitif ilişki bulunmuştır, r = 0.309, p < 0.001. Dissosiyatif yaşantılar için risk faktörlerini saptamak amacıyla lojistik regresyon analizi yapıldı. Ruminatif düşünceler (OR: 1,031 %95 GA, Cl: 1,021-1,041, p = 0,000) ve uyku kalitesi (OR: 1,145 %95 GA, Cl: 1,062-1,236, p = 0,000) dissosiyatif yaşantıları anlamlı düzeyde tahmin etmektedir. PUKİ ölçeğinin alt ölçekleri ile yapılan lojistik regresyon analizinde ise uyku bozuklukları alt ölçeğinde (OR: 1,889 %95 GA, Cl: 1,316-2,711, p = 0,001) anlamlılık saptandı, uyku ilacı kullanımı alt ölçeği (OR: 1,527 %95 GA, Cl: 0,989-2,358, p = 0,056) anlamlılık sınırındaydı. DES'in PUKİ ile RDBÖ arasındaki aracı etkisine bakıldı. Bulgular uyku kalitesinin dissosiyatif yaşantılar aracılığıyla ruminatif düşünceler üzerinde hem doğrudan (β=2.019, p=0.000), hem de dolaylı (β=0.982, p = 0.01) olarak etkili olduğunu göstermektedir. Aracılık etkisinin istatistiksel olarak anlamlı olduğu görülmektedir. Uyku bozukluklarının dissosiyatif yaşantılar aracılığıyla ruminatif düşünceler üzerinde hem doğrudan (β=6.319, p=0.000), hem de dolaylı (β=5.074, %95 GA, Cl: 3,605 - 6,733) olarak etkili olduğunu göstermektedir. Uyku ilacı kullanımının dissosiyatif yaşantılar aracılığıyla ruminatif düşünceler üzerinde doğrudan etkisi anlamlı değildir (β=0.688, p=0.753).Ancak dolaylı (β=4,663, %95 GA, CI: 2,070 - 7,412) olarak etkili olduğunu göstermektedir. Sonuç: Elde ettiğimiz bulgular ve konu ile ilgili literatür incelendiğinde, dissosiyatif yaşantıların uyanıklık bilinci ile uyku ya da rüya bilinci arasında (var olan duygusal stresin bir göstergesi olarak) karşılıklı kontrolsüz (kendiliğinden ve otomatik) geçişler nedeniyle ortaya çıkabileceğini düşündürmektedir. Bir başka deyişle, gerek uyku süresinin kısalması nedeniyle ortaya çıkan uyku yoksunluğu, gerekse uyku içeriğinde bozulmaların gün içerisinde dissosiyatif yaşantılara geçişi artırabileceği, bu otonomik geçişlerin uyku-rüya bilincinin elektriki aktivite aracılığı ile uyanıklık bilincine intrüzyonu şeklinde olabileceği düşünülebilir. Üniversite öğrencilerinden elde edilen veriler, kötü uyku kalitesinin yalnızca dissosiyasyon düzeyini artırmakla kalmadığını, aynı zamanda hem doğrudan hem de dissosiyasyon yoluyla dolaylı olarak ruminasyonu da artırdığını ortaya koymaktadır. Bu etkinin en büyük kısmını ise uyku bozuklukları oluşturmaktadır. Yani dissosiyasyon uyku bozukluklarının ruminasyon üzerindeki etkisine kısmi olarak aracılık etmektedir. Uyku ilacı kullanımının ise ruminasyon üzerindeki toplam etkisi anlamlıdır, ancak doğrudan etkisi anlamlı değildir. Bu durum, uyku ilacı kullanımının ruminasyonu dissosiyasyon aracılığıyla etkilediğini göstermektedir. Yani dissosiyasyon uyku ilacı kullanımının ruminasyon üzerindeki etkisine tam olarak aracılık etmektedir. Bu çalışmadan elde edilen sonuçlar, uyku sorunlarının dissosiyatif belirtileri tetikleyerek ve bu belirtiler üzerinden ruminasyonu artırarak ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyebileceğini göstermektedir. Bu çalışmanın bazı kısıtlılıkları bulunmaktadır. Özellikle dissosiyasyonla yakından ilişkili olan çocukluk travması değerlendirilmemiştir. Uyku, dissosiyasyon ve ruminasyonla ilişkili olan depresyon ve anksiyete değerlendirilmemiştir. Çalışmada öz bildirim ölçekleri kullanılmıştır. Kesitsel bir çalışma olduğu için neden sonuç ilişkileri kesin olarak kurulamaz. Gelecekteki çalışmalar, uyku bozuklukları, dissosiyasyon ve ruminasyon arasındaki bu etkileşimleri prospektif olarak inceleyebilir. Biyolojik etiyolojileri daha derinlemesine incelenebilir. Bu süreçleri hedef alan psikiyatrik müdahalelerin etkinlikleri araştırılabilir.