Tıp Fakültesi Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Deneysel siyatik sinir hasarı modelinde aloperine'nin anti-enflamatuvar ve anti-oksidan özelliklerinin iyileşme üzerine etkisinin değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Ertanıdır, Mehmet; Çiftci, SadettinAmaç: Periferik sinirler mekanik, iskemik, kimyasal nedenlere bağlı olarak yaralanmaktadır. Periferik sinir yaralanması sonrası kişide fonksiyonel bozukluklara yol açar ve yaşam kalitesini düşürür. Sinir kopma nörometzis tipi yaralanmalar da cerrahi onarım gerekir. Onarım sonrası rejenerasyonu sürecinde inflamasyon ve oksidatif stres olumsuz etki eder. Biz de buradan yola çıkarak antioksidan ve antiinflamatuvar etkinliği gösterilmiş aloperinin periferik sinir rejenerasyonu üzerine olası olumlu etkisini inceledik. İnceleme için fonksiyonel biyokimyasal ve histolojik değerlendirmeler kullandık. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda 30 adet Wistar- albino cinsi erkek sıçan kullanıldı. 3 grubu ayrıldı ilk grubun siyatik sinirlerinde nörometzis tipi yaralanma oluşturuldu ardından uç uca epinöral koaptasyon yapıldı. İkinci grupta aynı şekilde nörometzis tipi yaralanma oluşturuldu uç uca epinöral koaptasyon yapıldı ve tek doz intraperitoneal 100mg/kg dozuyla Aloperin uygulandı. Üçüncü gruba cerrahi işlem yapılmadı. Sıçanlar altı hafta takip edildi. Altı haftanın sonunda fonksiyonel değerlendirme için itme kuvvet testi, pinprick testi ve sıcak zeminden ayak çekme testi uygulandı takiben sakrifikasyon yapıldı. İntrakardiyak kan alındı kan örneklerinden IL-6, IL-10, TNF- α, TAS ve TOS değerlerinin ölçümleri yapıldı. Siyatik sinirleri çıkarıldı ve histolojik incelmesi yapıldı, akson sayısı çapı, wallerian dejenerasyon değerlendirildi. Siyatik sinir dokusunda IL-10 ve TNF-α ölçümleri yapıldı. Her iki taraf gastroknemius kaslar çıkarıldı. Gastroknemius kas ağırlık ölçümleri yapılarak kas ağırlık oranı hesaplandı. Bulgular: Aloperin uygulanan grupta fonksiyonel olarak kas hacmi oranı ve pinprick skoru sadece onarım yapılan gruptan daha yüksek bulundu. Sıcak zeminden ayak çekme süresi daha kısa bulundu. İtme kuvvet oranı yapılan formülasyona göre düşük çıktıkça daha fazla iyileşme olduğunu göstermekte Aloperin uygulanan grupta itme kuvvet oranı daha düşük olarak bulundu. Aloperin uygulanan grubun kanında sinir dokusunda IL-10 yüksek TNF-α düşük olarak saptandı. Yine bu grubunun kanında IL-6 miktarı daha düşük olarak ölçüldü. Histolojik incelemede aloperin uygulana grupta akson sayısı ve çapının arttığı wallerian dejenerasyonun azaldığı görüldü. Sonuç Bu çalışmada elde edilen veriler ışığında nörometzis tipi sinir yaralanmasında, sistemik uygulana Aloperinin; antioksidan ve antiinflamatuar etkiyle sinir rejenerasyonunu olumlu etkilediğini, rejenerasyonu hızlandırdığını ve fonksiyonel iyileşmeyi de yükselttiğini literatürde ilk defa gösterdik. Bu çalışmada Aloperinin periferik sinir üzerindeki etkisini araştıran ilk çalışma olması nedeniyle gelecekte yapılacak çalışmalar için fikir verici olacağı düşüncesindeyiz.Öğe Pediyatrik hastalarda preoperatif non-farmakolojik anksiyoliz: Eski yöntem yenisine karşı(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Doğanay, Cennet; Sargın, MehmetAmaç: Preoperatif ansiyete; gerginlik, sinirlilik, üzgünlük, mutsuzluk ve ağlama hissi gibi bir takım duygular ile karakterize olup çocuk hastalarda oldukça sık görülen bir durum olup, hem fizyolojik hem de psikolojik olarak olumsuz sonuçlara sebep olabilmektedir. Preoperatif anksiyeteyi azaltmak için non-farmakolojik yöntemler sıklıkla tercih edilmeye başlanmıştır. Çalışmamızda elektif operasyonlarda oyuncak aracılı dikkat dağıtma yöntemi ile tablet aracılı çizgi film izleme yönteminin preoperatif anksiyete üzerine etkisini değerlendirmeyi amaçladık. Yöntem: Elektif şartlarda operasyon planlanan, bilgilendirilmiş gönüllü onamları alınan, 3-7 yaş arasındaki. ASA I-II 105 çocuk hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar rastgele 3 gruba ayrıldı. Grup I; kontrol grubu, Grup II; tablet grubu, Grup III; oyuncak grubu. Grup I; Rutinde olduğu gibi ebeveyn eşliğinde ve herhangi bir oyuncak yada tablet pc olmaksızın operasyona getirildi. Grup II; Tablet grubu; servisten itibaren operasyona girene kadar tablet pcde seçtiği çizgi film izletildi. Grup III; Oyuncak grubu, servisten itibaren operasyona girene kadar seçtiği bir oyuncağı oynadı. Hastaların aksiyeteleri Modifiye Yale Preoperatif Anksiyete Skalası (mYPAS) ile değerlendirildi. Preoperatif vizitte (ameliyat olacağı gün sabahı) (T0), ameliyathane girişinde (T1), operasyon odası girişinde (T2), operasyon odasında indüksiyondan önce (T3) ve postoperatif derlenme ünitesinde (T4) değerlendirildi. Tüm ölçümler standart olması açısından aynı kişi tarafından yapıldı. Ayrıca ebeveynlerin anksiyetesi de VAS skoru (0-10) ile değerlendirildi. Hastaların demografik verileri ebeveynlerden ve hasta dosyasından kaydedildi. Bulgular:. Gruplar arasında m-YPAS açısından istatiksel olarak T0 zamanında anlamlı fark bulunmamıştır (p=0.126). Oyuncak grubundaki çocukların m-YPAS değerleri ameliyathane girişinde (T1), operasyon odası girişinde (T2), operasyon odasında indüksiyondan önce (T3) ve postoperatif derlenme ünitesinde(T4) kontrol ve tablet grubuna göre anlamlı düşüktü. Sonuç: Non-farmakolojik premedikasyon yöntemlerinden olan oyuncak aracılı dikkat dağıtma yöntemi ile tablet aracılı çizgi film izleme yöntemi karşılaştırılmış olup; oyuncak aracılı dikkat dağıtma yönteminin preoperatif anksiyeteyi ve hastaneye yatış sonrası negatif davranış değişimlerini azaltmada daha etkin bir yöntem olduğu saptanmıştır.Öğe Tip 2 diyabetes mellitus tanılı hastalarda öz yönetimin yaşam kalitesine ve metabolik parametreler üzerine etkisinin değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Sağun, Büşra; Marakoğlu, KamileGiriş ve amaç: Diyabetes mellitus, insan sağlığını tehdit eden kronik bir hastalık olması yanında, diyabetin hem bireye hem de ülkelerin sağlık sistemlerine maliyeti oldukça yüksektir. Bu çalışmada tip 2 diyabetes mellitus tanılı hastaların öz yönetiminin yaşam kalitesi ve metabolik parametreler üzerine olan etkisini, diyabet hastalığı hakkındaki genel bilgi düzeylerini, tedavi ve hastalığa bağlı komplikasyonlar hakkındaki bilgi düzeylerini ve hastalığın sosyal yönünü yaş, cinsiyet, medeni hal, eğitim düzeyi, meslek, ekonomik durum gibi değişkenleri göz önüne alarak değerlendirmek ve karşılaştırmak amaçlandı. Materyal-metod: Bu çalışmanın evrenini Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Aile Hekimliği Diyabet Eğitim Polikliniğine başvuran 265 tip 2 diyabetes mellitus tanılı hasta oluşturmaktadır. Çalışmada hastalardan onam alındıktan sonra yüz yüze görüşme yöntemi ile araştırmacılar tarafından literatür taranarak oluşturulan sosyodemografik veri anketi, Diyabette Öz Yönetim Skalası (DÖYS), SF-36 Yaşam Kalitesi Ölçeği uygulandı. Hastaların son 15 gün içinde yapılmış olan biyokimyasal tetkikleri sistem üzerinden taranarak elde edildi. Tüm veriler SPSS 25.0 istatistik paket programına kaydedildi. Verilerin değerlendirilmesinde Ki-kare testi, Mann Whitney U testi, Independent samples t testi, Kruskal Wallis testi, ANOVA varyans analizi ve korelasyon analizi kullanıldı. Bulgular: Bu çalışmada hastaların %43'ü erkek, %57'si kadın idi. Yaş ortalaması 56,52±9,54 yıldır. Diyabet süresi ortalaması 9,23±6,53 yıldır. HbA1c ortalaması %7,53±1,74'tür. Bu çalışmada hastaların %49,4'ü iyi glisemik kontrollü (HbA1c<%7), %50,6'sı kötü glisemik kontrollü (HbA1c≥%7) idi. Diyabet Öz Yönetim Skalası toplam puanı ve diyet kontrol, fiziksel aktivite, sağlık hizmetleri kullanımı alt ölçek puanları ile HbA1c arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif yönde korelasyon vardı (sırasıyla p<0,001, p=0,020, p=0,023, p<0,001). HbA1c ile SF-36 alt ölçek puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptanmadı (p>0,05). DÖYS toplam puanı ile SF-36 yaşam kalitesi alt ölçeklerinden olan fiziksel fonksiyon, duygusal rol güçlüğü, genel sağlık, mental sağlık, canlılık puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif yönde korelasyon vardı (p=0,002, p=0,024, p<0,001, p<0,001, p<0,001). Sonuç: Bu çalışmada diyabetli hastalarda iyi bir öz yönetimin glisemik kontrol ve yaşam kalitesi üzerine olumlu etkileri olduğu bulunmuştur. Tip 2 diyabetes mellitus, artan mortalite oranları ile birlikte birçok komorbid durumu da beraberinde getirerek kişinin yaşam kalitesini düşürmektedir. Günlük yaşamda hastaların öz bakım aktiviteleri, diyabetle ilişkili glisemik kontrol gibi olumlu sağlık sonuçları elde etmek için önemli bir rol oynamaktadır.Öğe Tiroid fonksiyon test sonucu anormal olan gebelerin demografik ve metabolik olarak değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Akıncı, Şeyma; Çizmecioğlu, AhmetAmaç: Endokrin pratiğinde reprodüktif dönemdeki kadınları etkileyen önemli unsurlardan biri tiroid patolojileridir. Yapılmış çalışmalarda aşikâr ve subklinik hipotrodili hastalarda ürik asit düzeyleri anlamlı olarak artmış bulunmuştur. Ancak literatürde hipotiroidili gebelerde ürik asit düzeyleri hakkında yeni verilere ulaşılamamıştır. Çalışmamızda tiroid fonksiyon test sonuçları anormal olan gebelerin gebelik süreçleri boyunca ürik asit ilişkili metabolik ve demografik özelliklerinin nasıl değiştiğini gözlemlemeyi amaçladık. Metot: Çalışmaya biyokimyasal olarak gebeliği tespit edilmiş olan 18 yaş üzeri 1.trimesterda 93, 2. trimesterda 89, 3.trimesterda 54 gebe olmak üzere 236 gebe dahil edilmiştir. Gebeler demografik ve laboratuvar sonuçları yönünden değerlendirilmişlerdir. Tüm gebeler ait oldukları trimesterların tiroid fonksiyon test sonuçlarına göre ötiroid ya da hipotiroid olmak üzere iki gruba ayrıldı. Ötiroid olanlar kontrol (normal gebelik) grubu olarak oluşturuldu (grup 1). Hipotiroidisi olan gebeler subklinik (grup 2), yeni tanılı (aşikâr) hipotiroidi (grup 3) ve gebelik öncesinde hipotiroidi tanısı almış olanlar (grup 4) eklinde de alt gruplarda da kategorize edildiler. Bulgular: Çalışmamızda ortalama serum ürik asit seviyeleri sırasıyla hasta grubunda 3,32+0,78 mg/dL, kontrol grubunda ise 3,26+0,71 mg/dL idi. Ürik asit seviyelerinin gruplararası farklılık göstermediği sonuçlar arasında GFR de belirgin farklılıklar tespit edilmiştir (p = 0,001). Hasta grubunda abort sayısının arttığı görülmüştür. Gruplar arasında trimesterlar arası ürik asit değişimi kıyaslamalarında ise gebelikte LT4 başlanan (Grup 3) de belirgin ürik asit artışı olmuştur. 2. Trimesterda pik yapan ürik asit seviyesi 3. Trimesterda azalmaya geçse de ilk trimesterdan yüksek olarak bulunmuştur. Tüm artışlar ürik asit için normal referans aralıkları içinde olmuştur. Sonuç: Gebelikte Hipotiroidi tanısı konulan hastalarda LT4 resplasmanı sonrası ürik asit artışı beklenilebilir. Limiti aşmayan bu artış GFR artışı ile senkronizasyonun neticesi olabilir.Öğe Deneysel sepsis modelinde levosimendan'ın proinflamatuar sitokinler üzerindeki etkilerinin araştırılması(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Ertanıdır, Elif Dedeler; Duman, AteşAmaç: Sepsis, enfeksiyona karşı konakta anormal sistemik inflamatuar yanıtın ortaya çıkmasıyla meydana gelir. Antibiyotik tedavisi enfeksiyonu kontrol altına alamadığında sistemik inflamasyon engellenemez ve bu durum enfeksiyondan daha tehlikeli olabilir. Çalışmamızda ratlara i.p. bakteriyel lipopolisakkarit vererek deneysel sepsis modeli oluşturduk. Kardiyovasküler sistemde kullanılan bir ilaç olmasının yanı sıra antiinflamatuar özelliği de bilinen Levosimendanın, sepsis patofizyolojisinde önemli yeri olan proinflamatuar sitokin üretimi ve salınımı üzerine kısa süre içindeki etkisini göstermeyi amaçladık. Yöntem: Wistar Albino tipi 32 rat rastgele 4 gruba ayrıldı.1.Grup: Kontrol grubu; bu gruptaki ratalara hiçbir uygulama yapılmadı. 2.Grup: Sepsis grubu; bu ratlara deney günü 5 mg/ kg Lipopolisakkarit intraperitoneal olarak verildi.Grup 3: sepsis + düşük doz Levosimendan grubu; bu gruptaki ratlara deney günü 5mg/kg i.p.LPS verildi, 2 saat sonra 1mg/kg Levosimendan i.p. olarak uygulandı. Grup 4: sepsis+ yüksek doz Levosimendan grubu; bu gruptaki ratlara deney günü 5mg/kg i.p.LPS verildi, 2 saat sonra 2mg/kg Levosimendan i.p. olarak uygulandı.Grup 2'ye LPS uygulandıktan 5 saat sonra ratlar anestetize edilerek kuyruk veninden 1 ml kan alındı, Grup 3 ve Grup 4'ten LPS uygulandıktan 5 saat, Levosimendan verildikten 3 saat sonra anestezi altında kuyruk venlerinden 1 ml kan alındı.Tüm gruplardan deney başlangıcından itibaren 10.saatte anestezi altında intrakardiyak olarak kan alınarak ratlar sakrifiye edildi.Alınan numuneler soğuk zincir ile biyokimya laboratuvarına ulaştırıldı.Tüm ratlardan IL-1, IL-6, IL-8, IL-17, MCP-1 ve TNF- çalışıldı. Bulgular : İP LPS verilerek oluşturduğumuz deneysel sepsis modeli, Murine Sepsis Skalası ile de desteklenerek kontrol grubu dışındaki gruplarda başarıyla oluşturulmuştur. Düşük doz Levosimendan tedavimiz; 10.saatte IL-1, IL-17, MCP-1, TNF- proinflamatuar sitokinleri anlamlı bir şekilde azaltmıştır. Yüksek doz Levosimendan tedavimiz; IL-1, IL-6, IL-8, IL-17, MCP-1, TNF- tüm proinflamatuar sitokinleri anlamlı bir düzeyde azaltmıştır.IL-1, IL-6, IL-8, MCP-1 'de yüksek doz Levosimendan, düşük doz Levosimendana göre sitokin değerlerini, bazal değere daha çok yaklaştırmış; IL-17 ve TNF-'da düşük doz Levosimendan, yüksek doz Levosimendana göre sitokin değerlerini bazal değere daha çok yaklaştırmıştır. Sonuç: Çalışmamızdan elde ettiğimiz sonuç; Levosimendanın yüksek dozunun daha etkili olarak, sepsise verilen inflamatuar yanıtı baskılayabileceğidir. Levosimendan'ın antiinflamatuar potansiyelini daha iyi anlamamıza ve sepsis gibi inflamatuar durumların tedavisinde yeni yaklaşımlar geliştirmemize yardımcı olabilir. Klinik olarak farklı endikasyonlarda kullanım onayı olan bu ilacın, antiinflamatuar potansiyelini tam olarak anlamak için, Levosimendan'ın sitokinlerin üretimi, immün hücre fonksiyonları ve inflamasyon süreçlerini nasıl etkilediğini inceleyen daha ileri deneysel ve klinik çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar kelimeler: İnflamasyon, Levosimendan, proinflamatuar sitokin, sepsis.Öğe Obstrüktif uyku apne sendromu olan hastalarda, hastalık şiddeti ve tedavi uyumunun inflamasyon ve nörobilişsel işlevler ile ilişkisi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Ildız, Ömer Faruk; Ekmekci, Ahmet HakanGiriş: Obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS), hava akımının tekrarlayan şekilde tamamen kesilmesi (apne) ve kısmi azalması (hipopne) ile karakterizedir. Son yıllarda yapılan birçok çalışma OUAS'ın neden olduğu inflamasyonun ve aralıklı hipoksinin, nörobilişsel işlevin bozulmasına yol açtığını göstermektedir. OUAS hastalarında bilişsel eksiklikler gözlenmiştir ve bu alandaki bulgular tutarsız kalsa da OUAS'da entelektüel işlev, bellek, dikkat ve yürütücü işlevdeki eksiklikler için kanıtlar mevcuttur. Çalışmamızın amacı, OUAS'lı hastalarda, kognitif etkilenmenin varlığını ve alt tipini belirleme ve CPAP'ın nörokognitif fonksiyonlar üzerinde de tedavi edici etkisinin olup olmadığını anlamak ve OUAS ağırlığı ile Hemogramdaki inflamatuvar belirteçler arasında bir ilişki olup olmadığını incelemektir. Gereç ve Yöntem: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Nöroloji Ana Bilim Dalı uyku biriminde 01.01.2021-30.11.2022 tarihleri arasında OUAS tanısı almış tüm hastalar retrospektif olarak incelendi. Polisomnografi ile birlikte hemogram testi çalışılan ve MMSE ve MoCA testleri yapılmış olan 18-65 yaş arası hastalar çalışmaya dahil edildi. OUAS'lı hastalar AHİ'ye göre sınıflandırılıp tedavi durumuna göre ayrı incelendi. Tedavi alan grup en az 3 ay ve günde en az 4 saat CPAP kullananlar arasından seçildi. Kontrol grubunda, Nöroloji polikiliniğine başvuran herhangi bir tıbbi hastalığı olmayan hastalar uygun yaş ve cinsiyet dağılımına göre seçildi. CPAP tedavisi alan ve almayan hastaların nörobilişsel testleri ve hemogramdaki inflamatuvar belirteçler kendi aralarında ve kontrol grubu ile kıyaslandı. Bulgular: OUAS şiddeti arttıkça hastaların VKİ değerlerinin de arttığı görüldü. Ağır OUAS hasta grubunda erkek oranı, şekilde yüksekti. Tüm OUAS'lı hasta gruplarında, MoCA toplam skoru ve yürütücü fonksiyonlar, lisan ve soyutlama bölümlerindeki skorlar daha düşüktü. Kan parametrelerinde, sadece HCT düzeyi orta ve ağır OUAS'lılarda sağlıklı kontroller ve hafif OUAS'lılara göre anlamlı şekilde daha yüksekti. Tüm OUAS'lı hastalarda, ESS değerleri kontrol grubuna göre anlamlı şekilde yüksekti. OUAS hastalarında tedavi alanlarda kognitif test puanları daha yüksek olmakla birlikte, istatistiksel anlamlı fark bulunmadı. Hemogramda ise, tedavi alan OUAS'lı hastaların PDW, PLR ve NLR değerleri tedavi alamayanlara kıyasla anlamlı şekilde daha düşüktü. Sonuç: OUAS kognisyonu etkileyen bir hastalıktır ve OUAS'lı hastalar tedavi almazsa en çok yürütücü fonksiyonlar, lisan ve soyutlama yeteneğini kaybeder. Bu bozulma OUAS'ın şiddeti arttıkça artmaktadır. Üç aylık CPAP tedavisi alan hastaların bilişsel fonksiyonları kısmi iyileşme göstermiştir. OUAS'lı hastalarda HCT düzeylerinin kontrol grubuna göre daha yüksek olduğu, tedavi alan OUAS'lı hastalarda PLR, PDW, NLR değerlerlerinde düşüklük izlemiş olup, hali hazırda bu parametrelerin takipte kullanılması kısmi yarar sağlayabilmesi yanında OUAS şüphesi olan hastalarda önceliği belirtmesi açısından anlamlı kabul edilebilir.Öğe Betametazon uygulanan gebelerde betametazonun fetal pulmoner arter üzerine etkisi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Pekkirişci, Emine; Kulhan, MehmetAmaç: Bu çalışmada, erken doğum öngörülerek betametazon uygulanan gebelerin fetal pulmoner arter Doppler parametrelerinin incelenmesi ile betametazonun fetal pulmoner sistem üzerindeki etkilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Metod: Retrospektif ve tanımlayıcı tipte olan bu çalışmaya 1 Ocak 2021- 01 Nisan 2022 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniği'nde gebeliğinin 34 ile 37. haftaları arasında preterm doğum öngörülen ve betametazon tedavisi uygulanan 42 gebe dahil edildi. Olguların klinik özelliklerine ek olarak betametazon uygulaması öncesi ve 24-48 saat sonrası Doppler ultrason sonuçları kaydedildi. Bulgular: Annelerin yaş ortalaması 28,64 ± 6,02 yıldı, gebelik haftası ortalaması 35,3 ± 0,94 haftaydı ve %9,5'i sigara içiyordu. Maternal betamezon uygulamasından 48 saat sonra pulmoner arter AT/ET değişimi ortalama 0,03 ± 0,01 idi. Değerlendirilen her pulmoner ET ölçümü bir öncekinden istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha azken, AT ve AT/ET daha fazlaydı (p<0,001). Aynı şekilde MCA, uterin arter ve umbilikal arter Doppler değerlerinde de anlamlı artış görüldü (p<0,001). Olguların gravida ve parite sayısı ile betametazon öncesi ve uygulamadan 48 saat sonraki AT/ET değerleri arasında düşük düzeyde, negatif yönde korelasyon saptandı (p<0,05). Sonuç: Bu çalışmada betametazon uygulaması sonrasında fetal pulmoner arter AT/ET değerinde anlamlı düzeyde artış olduğu belirlendi. Klinik pratikte fetal ana pulmoner arterin Doppler indekslerinin pulmoner gelişimin takibi amacıyla kullanımı kapsamlı çalışmalarla incelenebilir.Öğe Hipofiz makroadenomlarında cerrahi tedavi etkinliğini öngörmede manyetik rezonans görüntüleme bulgularının değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Cansız, Muhammed Samed; Nayman, AlaaddinAmaç: Hipofiz tümörleri tüm yaş gruplarında en sık görülen intrakranial tümörlerdendir. Hipofiz tümörlerinin büyük kısmını adenomlar oluşturur. Hipofiz adenomları aşırı hormon üretimi, çevre dokulara bası ya da invazyon yaparak klinik bulgulara neden olabilir. Cerrahi tedavi tümörün kitle etkisini ortadan kaldırmayı, fonksiyonel hipofiz adenomlarında aşırı hormon üretimini ortadan kaldırmayı, hem hipofiz fonksiyonunu hem de komşu sinir yapıları korumayı ve gelecekteki nüks riskini ortadan kaldırmayı veya azaltmayı amaçlar. Cerrahi tedavide farklı yöntemler mevcut olsa da transnazal transsfenoidal yaklaşım minimal invaziv olması nedeniyle altın standart haline gelmiştir. Manyetik rezonans görüntüleme (MRG), sellar bölgeyi değerlendirmek için en iyi teknik olarak kabul edilir. Adenomun boyut ve çevre yapılara invazyon gibi özellikleri MRG ile değerlendirilebilir. Hipofiz makroadenomlarının MRG'de tespit edilen çevre yapılara invazyonu cerrahi rezeksiyon sonrası sonuçlarla ilişkilidir. Çalışmamızda hipofiz makroadenomlarında tedavi öncesi elde olunan dinamik kontrastlı hipofiz MRG bulguları retrospektif olarak incelenip cerrahi tedavi başarısını etkileyebilecek faktörlerin ayrıntılı değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Belirlenen parametrelerin operasyon sonrası rezidü tümör kalması ile ilişkisini ortaya koymayı ve etkinliğini tespit etmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda, hastanemizde sellar kitle nedeniyle Ocak 2016 ile Haziran 2022 tarihleri arasında opere edilen 178 hasta retrospektif olarak incelendi. Kriterlere uyan 130 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen hastaların operasyondan en fazla 1 ay önce ve operasyondan sonra 1. gün ile ilk 6 aydaki dinamik kontrastlı hipofiz MRG incelemeleri değerlendirildi. Preoperatif MRG incelemesinde adenomun üç planda boyutu ölçüldü. Üç plandaki çapları üzerinden elipsoid hacim denklemi ile tümör hacimleri hesaplandı. Tümörün her iki taraf kavernöz sinüs (CS) invazyonu modifiye Knosp skorlama sistemine göre kontrastlı koronal plan T1A görüntülerde değerlendirildi. Adenomun her iki tarafta intrakavernöz internal karotis arter (İCA) ile teması var ise açı cinsinden ölçüldü. Rezidü varlığı için operasyondan sonra 1. gün ve ilk 6 ayda elde olunan MRG incelemesi olmak üzere iki adet dinamik kontrastlı hipofiz MRG birlikte değerlendirildi. Adenomun maksimum çapı, adenomun hacmi, adenomun İCA ile temas açısı parametrelerinin operasyon sonrası rezidü olan ve rezidü olmayan gruplar arasında anlamlı farklılık gösterip göstermediği Student t testi ile karşılaştırıldı. Knosp skorunun rezidü olan ve rezidü olmayan gruplar arasında anlamlı farklılık gösterip göstermediği Ki-Kare testi ile karşılaştırıldı. Rezidü tümörü saptamada bağımsız prediktörleri belirlemek için çok değişkenli lojistik regresyon analizi yapıldı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 130 adenomun patolojik incelemesinde en sık görülen alt tipi %26,9 (n=35) ile somatotrop adenomlar iken en az görülen alt tipi %0,8 (n=1) ile tirotrop adenomlardı. 130 hastadan 66'sında (%50,8) operasyon sonrası MRG incelemelerinde rezidü tespit edilmezken 64'ünde (%49,2) rezidü tümör saptanmıştır. Çalışmamızda Knosp skoru, tümörün en büyük çapı, ortalama tümör hacmi ve İCA sarma açısı için rezidü olan ve olmayan grupta yapılan karşılaştırmada istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulundu (p<0,001). Çok değişkenli regresyon analizi sonucunda İCA sarma açısı ve Knosp skorunun rezidü tümör varlığını saptamada bağımsız prediktörler olduğu saptandı (p<0.001). Rezidü tümör varlığını saptamada tümör boyutu, hacmi, Knosp skoru, İCA sarma açısı ve regresyon modeli iyi tanısal performans göstermiştir. Regresyon modelinin (İCA sarma açısı + Knosp skoru) eğri altında kalan alanı 0,976 (0,955-0,996) olup en yüksek bulunmuştur. Rezidü varlığı açısından Knosp skoru için eşik değer ≥3 alındığında sensitivite %81,25, spesifisite %98,48 bulunmuştur. Rezidü varlığı açısından İCA sarma açısı için eşik değer ≥142,50 derece alındığında sensitivite %90,62, spesifisite %92,42 bulunmuştur. Sonuç: Çalışmamızda hipofiz makroadenomlarında transsfenoidal cerrahi tedavi başarısını öngörmede en başarılı iki parametrenin adenomun Knosp skoru ve İCA sarma açısı olduğunu tespit ettik ve bunlara ait tanısal doğruluğu yüksek eşik değerler belirledik. Dinamik kontrastlı hipofiz MRG incelemesinde pratik ve objektif olarak değerlendirilebilen bu parametrelerin kombine olarak kullanılması cerrahi tedavinin zorluğu, operasyon sonrası ek tedavi ihtiyacı gibi önemli bilgileri sağlayabilir.Öğe COVİD-19 hastalarının bağırsak mikrobiyota profillerinin araştırılması(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Erdem, Hatice; Arslan, Uğurİlk defa 2019 Aralık ayında Çin' in Wuhan şehrinde görülen ve kısa sürede bir salgına neden olan COVID-19, 11 Mart 2020' de Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından küresel salgın olarak ilan edilmiştir. Ülkemizde ilk COVID-19 vakası 11 Mart 2020' de görülmüştür. Koronavirusler tek sarmallı pozitif polariteli RNA virüsleridir ve insanlarda genellikle üst solunum yolu hastalıklarına yol açarlar. COVID-19'da en sık bildirilen semptomlar ateş, öksürük ve nefes darlığıdır. Kusma, ishal ve karın ağrısı gibi gastrointestinal semptomlar, COVID-19 hastalarının %2-10' unda tanımlanmıştır. İnsan vücudunda çeşitli bölgelerde bulunan ve organizmayla simbiyotik ilişki içinde olan bakteri, virüs, mantar gibi mikroorganizmalara mikrobiyota denir. Çok sayıda kanıt, kommensal mikrobiyotanın çeşitli mekanizmalar yoluyla virüsleri istila ederek düzenlediğini ve dolayısıyla viral enfeksiyonlarda uyarıcı veya baskılayıcı rollere sahip olduğunu göstermektedir. Bu çalışmada COVID-19 hastalığını sahip hastalar ile sağlıklı kontrollerin bağırsak mikrobiyota profilleri analiz edilerek, COVID-19 ile bağırsak mikrobiyotası arasındaki ilişkinin ortaya konması amaçlanmıştır. Çalışmaya 1 Kasım 2020–1 Şubat 2021 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi' ne başvuran COVID-19 hastalarından ayaktan tedavi alan 16 hasta ve hastanede yatarak tedavi alan 16 hasta dahil edildi. Ayrıca kontrol grubu olarak COVID-19 hastası olmayan 16 sağlıklı bireyden rutin tetkikler amacıyla laboratuvara gönderilen dışkı örneklerinden arta kalan kısımlar çalışmaya dahil edildi. Öncelikle tüm örneklere QIAmp® Fast DNA Stool Mini Kit (QIAgen, Hilden Germany) kullanılarak DNA ekstraksiyonu yapıldı. Yeni nesil sekanslama cihazı Ion S5 (A27212, Ion Torrent™) sekans cihazı ile dizileme işlemi yapıldı. Elde edilen veriler Torrent suite(ThermoFisher, ABD) ve sonrasında Ion Reporter (ThermoFisher, ABD) programında işlendi. Çalışmaya dahil edilen gaita örneklerinde alfa çeşitliliğin değerlendirilmesinde Shannon, Simpson ve Chao1 indeksleri kullanıldı. Her üç indeks için de grupların bağırsak mikrobiyal alfa çeşitlilikleri arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Örneklerin bağırsak mikrobiyota profilleri filum, familya, cins ve tür düzeyinde incelenmiştir. Filum düzeyinde severe ve non-severe COVID-19 hasta gruplarında en fazla oranda Firmicutes tespit edilmişken, konrol grubunda Bacteriodetes filumunun en fazla olduğu tespit edilmiştir. Firmicutes / Bacteriodes oranının ise hastalık şiddeti arttıkça azalma eğiliminde olduğu görülmüştür. Çalışma gruplarının bağırsak mikrobiyota kompozisyonları familya düzeyinde incelendiğinde Bacteroidaceae, Enterobacteriaceae, Prevotellaceae, Ruminococcaceae, Lachnospiraceae familyaları en bol bulunan familyalar olmuştur. Lachnospiraceae familyasının COVID-19 hastalarında sağlıklı kontrollere göre anlamlı derecede azalmış olduğu tespit edilmiştir. Cins düzeyinde ise Bacteriodes ve Provetella cinsleri sağlıklı grupta, severe ve non-severe hasta gruplarına göre daha yüksek oranda bulundu ancak istatiksel anlamlı fark saptanmamıştır. COVID-19 hasta grubunda Gemmiger cinsinin sağlıklı kontrollere göre anlamlı derecede yüksek olduğu tespit edilmiştir. Tür düzeyinde G.formicilis' in hasta gruplarında hastalık şiddetiyle orantılı olarak artma eğilimi istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Bağırsak mikrobiyota bileşimi, insan popülasyonları arasında oldukça heterojendir ve çalışmamızda bildirilen değişiklikler, diğer biyocoğrafyalardan COVID-19 hastalarına mutlaka uyum sağlamayabilir. Ancak farklı popülasyonlarda mikrobiyota ve metabolik ürünlerinin bileşimini COVID-19 bağlamında ortaya çıkarmak, hastalığın yeni biyobelirteçlerinin belirlenmesine ve yeni terapötik hedeflerin belirlenmesine yardımcı olacaktır. COVID-19 için tedaviler ve aşılar geliştirmek birincil öneme sahip olsa da, bağırsak mikrobiyotasını hastalık önleme ve yönetimi için kullanmak da akıllıca olacaktır.Öğe COVID-19 döneminde araştırma görevlilerinin uyku kalitesi ve tükenmişlik düzeylerinin değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Çetin, Zehra; Marakoğlu, KamileAmaç: Bu çalışmada, COVID-19 döneminde Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesinde görev yapan araştırma görevlilerinde uyku kalitesi ve tükenmişlik düzeyinin değerlendirilmesi amaçlandı. Yöntem: Bu çalışmaya 15 Şubat 2021-14 Haziran 2021 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesinde çalışmakta olan 378 gönüllü araştırma görevlisi dahil edildi. Çalışmada katılımcılardan 57 sorudan oluşan Sosyodemografik Formu, Maslach Tükenmişlik Ölçeği ve Pittsburgh Uyku Kalitesi Ölçeğini içeren anketi yüz yüze veya online (çevrim içi) olarak doldurması istendi. Bulgular: Çalışmada yer alan 378 araştırma görevlisinin %49,7'si (n=188) kadın, %50,3'ü (n=190) erkekti. Araştırma görevlilerinin ortanca yaşı 28'di. Araştırma görevlilerinin %18,8'i (n=71) mesai şeklinde çalışırken, %74,9'u (n=283) nöbet-mesai şeklinde, %6,3'ü (n=24) nöbet usulü çalışmaktaydı. Araştırma görevlilerinin %89,2'si (n=337) pandemide aktif görev almışken, %10,8'i (n=41) pandemide aktif görev almamıştı. Araştırma görevlilerinin günlük ortalama çalışma süresi ortancası 9 saatti. Araştırma görevlilerinin haftalık çalışma süresi ortancası 75 saatti. Araştırma görevlilerinin pandemide çalışma süresi ortancası 3 aydı. Araştırma görevlilerinin %24,1'inin (n=91) iyi uyku kalitesine sahip olduğu, %75,9'unun (n=287) kötü uyku kalitesine sahip olduğu tespit edildi. Araştırma görevlilerinin geceleri ortalama uyku süresi ortancası 6,5 saatti ve %54'ü (n=204) 7 saatten az uyurken %46'sı (n=174) 7 saatten fazla uyuyordu. Mesai şeklinde çalışan araştırma görevlilerinin uyku kalitesi nöbet-mesai ve nöbet şeklinde çalışanlara göre daha iyi bulundu(p<0,001). Günlük çalışma süresi 8 saatin üzerinde olanların ve haftalık çalışma süresi 45 saatin üzerinde olanların uyku kalitesi daha kötüydü ve tükenmişlik puanları daha yüksekti(p<0,001). Branşı dışında yapmak istediği başka ihtisas olanlarda, meslektaşlarından yeterince destek gördüğüne inanmayanlarda, hekimliği bırakmayı düşünenlerde, amirleriyle ve çalışma arkadaşlarıyla sorun yaşayanlarda, yapabileceğinden daha fazla iş yaptığını düşünenlerde, iş yerinin fiziki koşullarını yeterli bulmayanlarda uyku kalitesinin daha kötü olduğu tespit edildi. Pandemide görev almanın uyku kalitesini etkilemediği görülürken, tükenmişliği arttırdığı tespit edildi. Mesai şeklinde çalışan araştırma görevlilerinin tükenmişlik puanları nöbet-mesai ve nöbet şeklinde çalışanlara göre daha düşük olarak tespit edildi. Branşı dışında yapmak istediği başka ihtisas olanlarda, ülkemizde mesleğinin geleceğini olumsuz görenlerde, meslektaşlarından yeterince destek gördüğüne inanmayanlarda, hekimliği bırakmayı düşünenlerde, aldığı ücreti yeterli bulmayanlarda, amirleriyle ve çalışma arkadaşlarıyla sorun yaşayanlarda, yapabileceğinden daha fazla iş yaptığını düşünenlerde, iş yerinin fiziki koşullarını yeterli bulmayanlarda tükenmişlik puanları daha yüksek bulundu. Uyku kalitesi kötüleştikçe tükenmişlik puanlarının arttığı görüldü. Sonuç: Hastaların sağlığından sorumlu geleceğin uzman doktoru olan araştırma görevlilerinin tükenmişlik ve uyku kalitesi yönüyle yakından takip edilmesi, profesyonel destek ihtiyacı olan araştırma görevlilerine gerekli desteğin verilmesi sağlanmalıdır.Öğe Cuprizonla indüklenmiş sıçan multipl skleroz modelinde çinko eksikliği ve desteğinin corpus callosum dokusundaki moleküler fonksiyonlar üzerine etkileri(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Yılmaz, Süeda Ecem; Gümüş, HalukBu çalışmanın amacı, cuprizonla indüklenmiş sıçan Multipl Skleroz (MS) modelinde çinko eksikliği ve desteğinin corpus callosum dokusundaki moleküler fonksiyonlar üzerine etkilerinin araştırılmasıdır. Çalışma Wistar cinsi 46 adet erişkin erkek sıçanlar üzerinde gerçekleştirildi. Çalışmada kullanılan hayvanlar 5 gruba (G) ayrıldı (Kontrol 6, diğer gruplar 10). G1, Kontrol. G2, Sham-MS: Sıçanlara Cuprizon'nun içinde çözüldüğü Karboksi-metil-seluloz (KMS) çözeltisi günlük yem tüketiminin %1'i oranında 8 hafta boyunca günlük olarak gavaj yoluyla verildi. G3, 4 ve 5'teki hayvanlara 8 hafta boyunca günlük olarak yem tüketiminin %1'i oranında cuprizon, KMS solusyonu içerisinde gavaj yoluyla verilerek MS oluşturuldu. G4 çinko eksik (50 µg/kg çinko) diyetle beslendi. G5'e intraperitoneal (ip) çinko sülfat (5 mg/kg/gün) takviyesi yapıldı. Hayvanlarda MS oluşumu Rotarod testleri ve Myelin Basic Protein (MBP) gen ekspresyon analiziyle belirlendi. Uygulamaların bitiminde sakrifiye edilen hayvanların corpus callosum doku örneklerinde MBP, Nogo-A, NgR, NZF2b, ZnT3, ZnT4, SESN2, Klotho, MiRNA300 ve MiRNA450 Real-Time-PCR yöntemi ile tayin edildi. Tedavi almayan MS grubunda (G3) artan corpus callosumdaki Nogo-A, Nogo R ve SESN2 gen ekspresyon seviyeleri (P<0,05), tedavi almayan çinko eksik MS grubunda (G4) daha da şiddetli bir artış gösterdi (P<0,05). Çinko desteği (G5) bu değişiklikleri tersine çevirdi (P<0,05). ZnT3, ZnT4, Klotho NZF2b, MiRNA300 ve MiRNA450 gen ekspresyonlarının corpus callosumdaki en düşük düzeyleri tedavi almayan MS gruplarında elde edildi ((P<0,05). Çinko desteği (G5) bu değişiklikleri ortadan kaldırdı (P<0,05). Sonuç olarak mevcut çalışmada çinko desteği, MS gruplarında (G3 ve 4) corpus callosumda ortaya çıkan ZnT3, ZnT4, Klotho NZF2b, Mi300 , MiRNA450, MBP, Nogo-A, Nogo R ve SESN2 gen ifadelerindeki değişiklikleri ortadan kaldırmıştır. Bu çalışmanın bulguları çinkonun deneysel MS modellerinde önemli bir molekül olabileceğine işaret etmektedir.Öğe Primer glomerülonefrit tanılı hastaların tedavi ve yanıtlarının, klinik özellikler ve laboratuar parametreleri ile ilişkisinin retrospektif olarak değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Özkan, Nur Başak; Altıntepe, LütfullahAmaç: Çalışmanın amacı hastanemizde takipli primer glomerülonefrit (PGN) olgularının demografik özellikleri, laboratuvar parametreleri ve primer glomerülonefrit alt tiplerinin dağılımları hakkında bilgi sağlamak ve ilimizdeki PGN epidemiyolojisini saptamaktır. Yöntem: Çalışmamıza Ocak 2012- Ocak 2022 Yılları Arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Ana Bilim Dalı Nefroloji kliniğinde perkütan böbrek biyopsisi sonucu primer glomerülonefrit tanısı konulan 103 erişkin PGN tanılı hasta grubu dahil edildi. Biyopsi örneği non diagnostik olarak raporlanan hastalar, 18 yaş altı çocuklar, sekonder glomerülonefrit tanılı hastalar ve tetkiklerine ulaşılamayan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Bulgular: Hastaların %52,4'ü kadın %47,6'sı erkek cinsiyetteydi. Genel yaş ortalaması 44,1±15,7 yıl olarak saptandı. Çalışmamızda biyopsi endikasyonları dağılımı açısından hem tüm yaş aralıklarında hem de iki cinsiyette de sırasıyla nefrotik sendrom (%53,4), nefritik sendrom (%%28,2) ve asemptomatik üriner anormallikler (%18,4) olarak saptandı. En sık görülen PGN alt tipleri sırasıyla MGN (%35,9), MPGN (%19,4), IgAN (%18,4), FSGS (%15,5) ve MDH (%10,7) olarak belirlendi. En sık görülen PGN alt tipi 18-45 yaş aralığında FSGS (%14,6) ve MPGN (%14,6), 46-64 yaş aralığında MGN (%17,5), 65 yaş üstü erişkinlerde MGN (%5,8) olduğu görüldü. En sık SDBH gelişen PGN alt tipi %25 oran ile FSGS olarak saptandı. Sonuç: Çalışmamız, primer glomerülonefritlerin demografik özellikleri, laboratuvar parametreleri, dağılımları ve prognozu hakkında yapılmış olup bölgemizin PGN epidemiyolojisi hakkında bilgi sağlamaktadır. Çalışmamızda elde ettiğimiz veriler ülkemizde ve dünyada yapılan birçok çalışmayla uyumlu bulundu. Bölgeler arasında PGN epidemiyolojisi ve klinik yaklaşım için ortak bir görüş sağlanması açısından daha fazla çalışma yapılmasına ihtiyaç vardır.Öğe Amfizematöz ve amfizematöz olmayan KOAH hastaları ile kontrol grubu arasında tümör nekroz faktör süper ailesi 14 ve matriks metalloproteinaz 9 seviyelerinin ilişkisinin incelenmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Çölkesen, Sinem Süphan; Yormaz, BurcuAmaç: Hava yolu yeniden modellemesi, tekrarlanan yaralanma ve onarım süreçleri tarafından indüklenen hava yolu duvarlarının yapısal değişikliklerini içerir. Amfizem, terminal bronşiol distalindeki hava boşluklarının anormal kalıcı genişlemesi" olarak tanımlanmaktadır. Bu genişlemenin nedeni belirgin fibrozisin eşlik etmediği havayolu duvar harabiyetidir. makrofaj ve nötrofil kaynaklı matriks metalloproteinazlarının (MMP) da doku yıkımında rolü olduğu yönünde kanıtlar artmaktadır. TNF Süper ailesinin üyesi LIGHT (TNFSF14), son zamanlarda doku fibrozunu durdurmayı amaçlayan terapötik müdahaleler için potansiyel bir hedef olarak ortaya çıkmıştır. Bu perspektifte, LIGHT'ın astım, idiyopatik pulmoner fibroz, sistemik skleroz ve atopik dermatit gibi skarla ortaya çıkan birçok hastalık ile ilgili fibrozu karakterize eden enflamatuar ve yeniden şekillenme adımlarını nasıl etkileyebileceğini ve bu iki molekülün birbiri ile ilişkisini araştırmayı hedefledik. Gereç ve Yöntem: Bu prospektif çalışma 2022 Haziran-2023 Haziran ayları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Kliniği'ne başvuran, spirometriyle gruplandırılan 190 kişiden 66 sağlıklı, 63 kronik bronşit ve 61 amfizem hastasını içermektedir. KOAH grubunun Toraks BT görüntüleri Fleischner Derneği'nin görsel sınıflandırma sistemine göre değerlendirilerek amfizem indeksi oluşturuldu. Hastaların anamnezi, vücut kitle indeksleri (VKİ), demografik verileri, rutin laboratuvar bulguları kaydedildi. ELISA TNFSF14 ve MMP-9 değerleri çalışıldı. Bulgular: Çalışma grupların yaş dağılımları benzerken, amfizem ve kronik bronşit grubunda erkek katılımcı oranı kontrol grubuna kıyasla anlamlı şekilde yüksekti. Ayrıca, amfizem hastalarında BMI, sağlıklı kontroller ile kronik bronşitli hastalara göre anlamlı şekilde daha düşükken, kronik bronşit ve amfizem hastalarının daha çok sigara içtiği görüldü. İnhaler kullanım oranı kronik bronşit ile amfizem hastalarında daha yüksekken, öksürük ve balgam varlığı kronik bronşit hastalarında daha yüksek seyretmekteydi. Solunum parametreleri incelendiğinde, oranı kronik bronşit ve amfizemli hastalarda sağlıklı kontrollere göre anlamlı şekilde daha düşüktü. Kan parametreleri değerlendirildiğinde, MMP-9 düzeyinin amfizemli hastalarda kronik bronşitli ve sağlıklı bireylere göre anlamlı şekilde yüksekken, TNSFF14 ile MMP9 düzeyi arasında da anlamlı ve pozitif korelasyon bulundu. TNFSF14 düzeyi amfizemli hastalarda kronik bronşitli ve sağlıklı bireylere göre anlamlı şekilde daha yüksekti. Amfizem indeksi ile hastaların BMI arasında istatistiksel olarak anlamlı ve negatif bir korelasyon saptandı. MMP düzeyleri ile nötrofil arasında anlamlı ve pozitif bir ilişki varken,solunum parametreleri ile arasında ise anlamlı ve negatif bir ilişki saptandı. TNSFF14 ile MMP9 düzeyi arasında anlamlı ve pozitif korelasyon bulundu. TNFSF14 düzeyi ile BMI , FEV1 (%) ve FEV1/FVC arasında istatistiksel olarak anlamlı ve negatif bir ilişki saptandı. Sonuç: Doku hastarı ve remodelingin ön planda olduğu bu hastalık grubunda, MMP-9 düzeyinin amfizemli hastalarda kronik bronşitli ve sağlıklı bireylere göre anlamlı şekilde yüksekken, kronik bronşitli hastalarda da sağlıklı bireylere kıyasla daha yüksek bulunmuştur. TNFSF14 düzeyi ise amfizemli hastalarda kronik bronşitli ve sağlıklı bireylere göre anlamlı şekilde daha yüksektir. MMP-9'un yüksekliği bu hastalarda artmış proteaz/antiproteaz aktiviteyi düzenlemeyi hedefleyen yeni tedavi stratejileri özellikle nötrofilik hava yolu inflamasyonu ile seyreden KOAH hastaları için umut verici olabilir. TNFSF14'ün sadece amfizem grubunda istatistik olarak anlamlı yüksek tespit edilmesi amfizem patofizyolojisinde rol aldığını ortaya koymaktadır. Ancak patofizyolojideki rolünün tespit edilmesi için daha çok çalışmaya ihtiyaç vardır.Öğe Kutanöz skuamöz hücreli kanser ile iris ve göz bulguları arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Özaslan, Meltem; Kurtipek, Gülcan SaylamKutanöz skuamöz hücreli kanser (SHK), epidermisteki keratinositlerin anormal çoğalması ile karakterize malign bir tümördür. Açık ten rengine sahip ırklarda (deri tipi 1-3) UV ışınlarına hassasiyet artar. Buna bağlı olarak da SHK gelişme riski arttığı bilinmektedir. Literatürde göz renginin epidermal deri kanserleri ile ilişkisini araştıran sınırlı sayıda çalışma vardır. Bu çalışmada iris perifer, koloret, ve çillerin değerlendirildiği iris renk ölçeği kullanılarak SHK ile ilişkili göz bulgularını tespit etmek amaçlanmıştır. Klinik ve histopatolojik olarak SHK tanısı almış 18 yaş üzeri 53 hastanın biyomikroskobik göz muayenesi yapılmıştır. Sağlıklı kontrol grubuna SHK dışındaki diğer tıbbi hastalıkları nedeniyle tedavi görmekte olan hastalardan, kişisel ve ailesel SHK öyküsü bulunmayan benzer yaş grubunda toplam 58 kişi dahil edilmiştir. Yaş, cinsiyet, meslek, sigara içme durumu, ailesel SHK öyküsü, lezyonun yeri ve boyutu kaydedilmiştir. Göz muayenesinde iris renk paterni, çiller, sarı nokta hastalığı, katarakt, ve pterjium varlığı açısından değerlendirme yapılmıştır. Çalışmanın sonuçlarına göre erkeklerde kadınlara göre SHK daha sık görülmüştür. Çiftçilerde SHK, kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha sık görülmüştür. SHK lezyonları en sık baş-boyunda yerleşmiş olup, vakalarımızın yarısından fazlasında (%50,9) lezyon alt dudakta tespit edilmiştir. Göz hastalıklarından katarakt ile SHK gelişimi arasında anlamlı ilişki bulunmuştur. Çalışmamız bildiğimiz kadarıyla SHK ile iris koloret renginin ilişkisini gösteren ilk çalışmadır. SHK gelişimi açısından mavi koloretin artmış riskli, koyu kahve koloretin ise düşük riskli olduğu gözlenmiştir. SHK ile ilişkili bir iris renk paterni tespit edilememiştir; ancak patern 3 (Mavi- gri perifer, açık kahve koloret, ve çil yok) ve patern 4 (açık kahve perifer, koyu kahve koloret, ve çil yok) SHK grubunda kontrol grubuna göre daha az görülmüştür. İris perifer rengi, çiller, sigara içme durumu, sarı nokta hastalığı, ve pterjium sıklığı açısından gruplar arasında anlamlı farklılık bulunmamıştır. SHK grubunda ailesel SHK öyküsü açısından risk artışı tespit edilmemiştir.Öğe Otoimmün hepatitli hastalarda arteriyel sertliğin değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Geren, Murat; Korkmaz, HüseyinAmaç: Otoimmün hepatit (OİH), nedeni kesin olarak bilinmeyen, karaciğerin kronik inflamatuar bir hastalığıdır. İnflamasyon, kardiyovasküler hastalık (KVH) ve ateroskleroz gelişiminde anahtar bir bileşen olarak rol oynadığından, birçok çalışma, inflamasyonla seyreden bazı hastalıklarda KVH insidansında artış olduğunu göstermiştir. Arteriyel sertliğin artması, aterosklerozunun önemli bir göstergesi olarak kabul edildiğinden artmış AS kardiyovasküler hastalıklar açısından önemli bir mortalite ve morbidite sebebidir. Biz de bu çalışmamızda inflamatuar bir hastalık olan OIH'li hastalarda NDH'yi ölçerek arteriyel sertliği ve kardiyovasküler hastalıklarla olan ilişkisini incelemeyi amaçladık. Metot: Çalışmamıza Haziran 2022-Ağustos 2023 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Anabilim Dalı'na basvuran kardiyovasküler hastalık ve risk faktörü bulunmayan otoimmün hepatit tanısı almış 33 hasta ve 33 sağlıklı gönüllü alındı. Otoimmün hepatit grubunun 6'sını aktif hastalık, 27'si remisyonda olan hastalar oluşturmaktaydı OIH hastalarından ve kontrol grubundan laboratuvar testi olarak 12 saatlik açlık sonrası glukoz, insülin, kolesteroller, tam kan ve biyokimya parametreleri istendi. Hasta ve kontrol grubundaki bireyler yaş, VKI ve kolesterol ortalamaları benzer olacak şekilde seçildi. OIH hastalarından ve kontrol grubundan vasküler ölçümler, aynı anda brakiyal kan basıncı, NDH(PWV) ve güçlendirme indeksi (AIx) ölçümlerini veren bir Mobil-O-Graph 24 saatlik nabız dalgası analiz monitörü (Holter Cihazı) kullanılarak yapıldı. Bulgular: Çalışmaya alınan aktif hasta, remisyonda hasta ve kontrol grubundaki bireylerin cinsiyet, yaş ortalaması, vücut kitle indeksi ve kolesterol değerleri için gruplar arasında anlamlı farklılık yoktu (p>0.05). Çalışmaya alınan aktif hasta, remisyonda hasta ve kontrol grubundaki biyokimyasal parametreler (Ast, Alt, Alp, Ggt, T.Bilirubin, D.Bilirubin, İ.Bilirubin, Albümin, Glukoz, İnsülin, Homa-Ir, Crp, Sedim, İnr, Hgb, Trigliserid, Kolesterol, Ldl, Hdl ) değerlendirildiğinde karaciğer fonksiyon testleri, sedim ve hdl dışında bakılan diğer biyokimyasal parametreler arasında anlamlı farklılık yoktu (p>0,05).Karaciğer fonksiyon testleri, sedimantasyon ve hdl aktif hastalık grubunda daha yüksekti ve istatiksel anlamlı fark vardı (p<0,05). Sağlıklı kontrol grubu, remisyonda hasta grubu ve aktif hastalık grubunun vasküler fonksiyon parametreleri değerlendirildiğinde, 24 saatlik PWV (sırasıyla 6,8±1,1 vs 7±1,2 vs 7,1±1,6 p=0,777), gün PWV (sırasıyla 6,8±1 vs 7±1 vs 7,2±1,6 p=0,785), ve gece PWV'si (sırasıyla 6,6±1,2 vs 6,8±1,2 vs 6,9±1,6 p=0,7) olup aktif hasta grubunun değerleri hem remisyon grubundan hem de kontrol grubundan ve remisyon grubunun değerleri de kontrol grubundan daha yüksekti. Ancak bu farklılıklar istatiksel olarak anlamlı değildi (p>0,005). OIH'li hastalarda Alx, 24 saat PWV, gündüz PWV ve gece PWV' nin yaş ve kolesterol ile pozitif korelasyon gösterdiği, hastalık süresi, VKİ, glukoz, insülin ve HOMA-IR ile herhangi bir korelasyon göstermediği saptandı Sonuç: Bu çalışma, bildiğimiz kadarıyla Otoimmün hepatitli hastalarda NDH ölçülerek arteriyel sertliği değerlendiren tek çalışmadır. Aktif hasta grubunda NDH hem remisyon grubuna hem de sağlıklı bireylere göre daha yüksek ve remisyonda olan hastalarda da sağlıklı bireylere göre daha yüksek bulunmuştur. Ancak bu sonuçlarda istatiksel açıdan anlamlı fark yoktu. Daha fazla hasta grubuyla yapılacak çalışmalar, otoimmün hepatit ile arteriyel sertlik ve KVH ilişkisini daha net ortaya çıkaracağını düşünüyoruz.Öğe İdiyopatik pulmoner fibrozisli hastaların bağırsak mikrobiyota profillerinin araştırılması(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Göktürk, Kerim; Tülek, Baykalİdiyopatik pulmoner fibrozis (İPF) en sık görülen idiyopatik interstisyel pnömonidir. Etyolojisinde multipl genetik faktörler, çevresel maruziyetler, gastroözefageal reflüye sekonder mikro aspirasyonlar, yaş, cinsiyet, sigara, enfeksiyon gibi unsurlar suçlanmakta olup patogenezi hala belirsizliğini korumaktadır. Son zamanlarda bağırsak mikrobiyotadisbiyozisinin pulmoner fibrozis üzerine etkisi bildirilmiştir. Bu çalışmanın amacı, İPF'li hastalarda bağırsak mikrobiyotasını karakterize etmek ve sağlıklı kontrollerle farkını incelemektir. Ayrıca antifibrotik ilaçların, bağırsak disbiyozisine olan etkisini değerlendirmektir. Çalışmaya antifibrotik ilaç tedavisi alan 12 İPF hastası, antifibrotik ilaç tedavisi kullanmayan 12 İPF hastası ve 8 sağlıklı kontrol dahil edildi. Hastaların klinik parametreleri kaydedildi. Dışkı örnekleri toplandı. DNA ekstraksiyonları gerçekleştirildi ve V1-V9 hiperdeğişken bölgelerinde Illumina Novaseq üzerinde 16S Ribozomal RNA gen dizilimine tabi tutuldu. Hasta ve sağlıklı kontrol grupları karşılaştırıldığında çeşitli bakteri grupları arasında anlamlı fark bulundu. Campylobacterota, hasta grubunda varken kontrol grubunda hiç saptanmadı (p=0,025). İPF tanılı hasta grubunda Staphylococcales (p=0,042), Gemellaceae(p=0,008) hiç saptanmazken kontrol grubunda istatiksel anlamlı şekilde saptandı. İPF tanılı hasta grubunda kontrol grubuna göre; Actinobacteria (p=0,08); Bifidobacteriales (p=0,009), Burkholderiales (p=0,046); Bacteroidaceae (p=0,009); Dorea (p=0,010), Fusicatenibacter (p=0,048), Ruminococcus gauvreauii group (p=0,004), CAG 56 (p=0,014) istatiksel olarak anlamlı azalma saptandı. İPF tanılı hasta grubunda kontrol grubuna göre; Enterobacterales (p=0,033); Erysipelotrichaceae (p=0,018); Holdemanella (p=0,017), Alloprevotella (p=0,017)istatiksel olarak anlamlı artış saptandı. Antifibrotik ilaç kullanan ve antifibrotik ilaç kullanmayan İPF tanılı hasta grupları karşılaştırıldığında ise; sadece Level-6 düzeyinde antifibrotik ilaç kullanan hasta grubunda Lachnospiraceae UCG(p=0,04) istatiksel olarak anlamlı düzeyde azalma saptandı. Çalışmamızın neticesinde; İPF'li hastalarda bağırsak mikrobiyata disbiyozisi olduğunu göstermektedir. Bağırsak mikrobiyata disbiyozisi, hastalığın patogenezinde ve tedavisinde yeni bakış açıları sağlayabilir. Ayrıca tedavi sürecinde bağırsak mikrobiyotasında değişikliklerin olabileceği gösterilmiş olup yan etkilere yaklaşımda yol gösterici olabilir.Öğe Manyetik rezonans defekografide pelvik taban disfonksiyon tiplerine göre anatominin değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Taşci, Melike; Doğan, Nadire ÜnverPelvik destek yapıların zayıflaması sonucu meydana gelen pelvik taban disfonksiyonu, intrapelvik organların da destek yapılarını kaybetmesine ve prolabe olmasına sebep olur. Sistosel, uterin prolapsus, rektosel, enterosel gibi prolapsuslar, hasarlanan yapılara bağlı olarak tek başlarına veya birlikte oluşabilirler. Ortaya çıkan prolapsuslara bağlı olarak da pelvik anatomi oldukça değişir. Manyetik rezonans defekografi; dinamik bir görüntüleme yöntemi olduğundan istirahat halinin yanı sıra defekasyon gibi pelvis içi basıncın artması durumundaki değişiklikleri göstermede de başarılıdır. Çalışmamızda farklı pelvik taban disfonksiyon tiplerinde pelvisin anatomisini ve defekasyon sırasında meydana gelen değişiklikleri araştırmayı amaçladık. Çalışmaya pelvik taban disfonksiyonu olmayan (grup 0) 18, sadece arka kompartman sarkması olan (grup 1) 51, ön ve arka kompartmanda sarkması olan (grup 2) 58, ön, orta ve arka kompartman sarkması olan (grup 3) 79 hasta olmak üzere toplam 206 hasta dahil edildi. Hastalarda; sistosel, uterin prolapsus, arka kompartman sarkması ve rektoselin varlığı ve şiddeti belirlendi. M. puborectalis kalınlığı, H çizgisi, M çizgisi, anorektal açı, uterus'un versiyon açısı, m. rectus abdominis önü yağ kalınlığı, presakral yağ kalınlığı ve suprapubik yağ kalınlığı ölçüldü. Prolapsusların, birbirlerine eşlik etmesi durumunda daha şiddetli seyrettiğine dair kanıtlar bulundu (p=0,001). H çizgisi, M çizgisi ve anorektal açı (p=0,001), presakral (p=0,004) ve suprapubik (p=0,027) yağ kalınlıkları gruplar arasında anlamlı derecede farklı bulundu. M. puborectalis kalınlığı sadece sağ tarafta gruplar arasında farklılık gösterdi (p=0,038). M. rectus abdominis önü yağ kalınlığı ve uterus'un duruş pozisyonu açısından gruplar arasında anlamlı fark yoktu (p>0,05). Çalışmamız, pelvik taban anatomisi ve organların normal pozisyonlarıyla ilgili parametrelerin hem pelvik taban disfonksiyon tiplerine hem de defekasyonun fazlarına göre oldukça değişkenlik gösterdiğini saptamıştır. Böylece manyetik rezonans defekografinin prolapsusu göstermedeki gücü ve değişen pelvik anatominin değerlendirilmesine katkısı ortaya konmuştur.Öğe Biyolojik ajan tedavisi almış hastaların laboratuvar ve görüntüleme sonuçlarının değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Karaca, Ali; Çizmecioğlu, AhmetAmaç: Biyolojik tedavi, genetik mühendislik ve benzeri yüksek teknolojiler aracılığıyla geliştirilen moleküllerin kullanıldığı bir tedavi türüdür. Biyolojik ilaçların artan kullanımına korele şekilde yan etkileri ile de artmaktadır. Fırsatçı enfeksiyonlar ve maligniteler en istenmeyen yan etkilerdendir. Çalışmamızda, farklı klinik endikasyonlarda kullanılan biyolojik tedavilerin devam eden ilaç onam süreçlerinde iç hastalıkları gözüyle mevcut ve potansiyel yan etkilerini incelemeyi amaçladık. Metot: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Yerel Etik Kurulundan etik onayı alınan retrospektif çalışmamıza 18 yaş üzeri, Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu (TİTCK) ilaç kullanma ve onama kriterlerine göre içerisinde iç hastalıkları onamı ihtiyacı olan biyolojik ajan türleri kullanan ve farklı kliniklerden konsültasyon şeklinde onama gelmiş hastalar dahil edilmiştir. Hastaların laboratuvar verileri ve görüntüleme sonuçları hastane dijital sisteminden alınmıştır. Buna göre aynı hasta adına son 3 yıl içindeki verilerden iki değerlendirme arasında en az 6 ay zaman aralığı olanlar alınarak öncesi-sonrası şeklinde veri setleri oluşturulmuştur. Biyolojik ilaçlar ise farmakolojik etkinliklerine göre 5 kategoride incelenmişlerdir. Görüntüleme sonuçlarından mümkün olanlarında ayrıca Tiroid Görüntüleme Raporlama ve Veri Sistemi (TIRADS) skorlaması yapılmıştır. Bulgular: Çalışmamıza toplam 404 hasta dahil edildi. Ortalama yaş 46,11 ± 9,91 olan hastaların 214'ü (%53) kadındı. İlaçlar arasında en sık değerlendirmeye alınan 114 hasta ile Ocrelizumab oldu. Hastaların ilk ve daha sonra yapılan USG'lerindeki TIRADS puan ve skorları kıyaslandığında her ne kadar toplam puan ve skorda azalma fark edilse de bu azalış istatistiksel bir anlamlılık ifade etmedi. Tedavi süresince yapılan ilk ve sonraki tiroid fonksiyon testlerinin kıyaslandığında tiroid stimulan hormon (TSH) için istatistiksel bir farklılık yokken, triiyodotironin (sT3) düzeyinde anlamlı artış, tiroksin (sT4) düzeyinde ise anlamlı azalma mevcuttu. Ancak bu değişikliklerin hiçbiri hormonların referans aralıkları dışında değişimler değildi. Etken maddeler baz alınarak yapılan tiroid fonksiyonları kıyaslanması sonuçları şu şekildedir. Adalimumab kullananlarda TSH'da azalma, sT3 ve sT4'de artış, Kladribin kullananlarda sT3'de azalma, sT4'de artış, Etanercept kullananlarda sT3 ve sT4'de artış, Golimumab kullananlarda sT3 ve sT4'de azalma, İksekizumab kullananlarda sT3'de azalma, sT4'de artış, İnfliksimab kullananlarda TSH'da artış, sT3'de azalma, sT4'de artış, Ocrelizumab kullananlarda sT3'de azalma, sT4'de artış, Risankizumab kullananlarda sT3 ve sT4 azalma, Rituksimab kullananlarda sT3'de azalma, sT4'de artış, Sekukinumab kullananlarda sT3'de azalma, sT4'de artış, Sertolizumab kullananlarda sT4'de azalma, Tofasitinib kullananlarda sT3'de azalma, sT4'de artış, Ustekinumab kullananlarda ise sT3'de azalma, sT4'de artış olduğu görüldü. Ancak yine bu değişikliklerin tamamı referans aralığı içerisindeydi. Son olarak ilaç kullanımı sürecinde mükerrer USG'lerin patolojik sonuçlanmasını erkek cinsiyette olmak 0,12 kat, tedavi başlangıcındaki serum albümin seviyesindeki 1 gr'lık düşme ise 1,16 kat artırıyor gibi görünmektedir. Sonuç: Çalışmamızda biyolojik ilaç tedavileri için dereceli immunsupresif etkilerine bağlı olarak tiroid bezi için geçerli olmak üzere istenilmeyen premalign oluşum saptanılmamıştır. Tiroid fonksiyon testlerindeki değişiklikler her ne kadar referans aralıkları içerisinde gelişse de uzun vadede aşikar bozukluk yapabilme potansiyelleri yapılacak yeni çalışmalarla açığa kavuşturulabilecektir.Öğe Tıp fakültesi hastanesinde çalışan hemşirelerin evlilik uyumu ve depresyon durumlarının değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Ataş, Esra; Marakoğlu, KamileAmaç: Çalışma şartları ve vardiyalı çalışma şekli kişilerde depresyona yatkınlık açısından dikkatli alınması gerekmektedir. Çalışma şartlarının evlilik uyumu ve kalitesi üzerine etkili olduğu bilinmektedir. Bu çalışmada hemşirelerin çalışma şartları ve vardiyalı çalışma usullerinin evlilik uyumu ve depresyon durumlarının değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Bu çalışma, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi etik kurulunun 19.01.2023 tarihli ve 2023/52 sayılı kararı ile onaylandı. Çalışmanın evrenini Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde çalışan toplam 726 hemşireden medeni durumu evli olan 426 oluşturmaktaydı. Çalışmaya gönüllü 375 evli hemşire katıldı. Hemşirelere sosyodemografik veri formu, Evlilikte Uyum Ölçeği ve Beck Depresyon Ölçeği yüz yüze görüşülerek uygulandı. Tüm veriler SPSS 25.0 istatistik paket programı kullanılarak değerlendirildi. İstatistiksel anlamlılık p<0,05 olarak kabul edildi. Bulgular: Çalışmaya katılan 375 hemşirenin %38,1'i erkek, %61,9'u kadındı. Hemşirelerin yaş ortalaması 32,87±6,71 idi. Hemşirelerin aktif çalıştıkları meslek yılı ortalaması 11,38±6,40 idi. Hemşirelerin %48'i (n=180) sürekli gündüz vardiyasında, %33,9'u (n=127) dönüşümlü vardiyada , %18,1'i (n=68) sürekli gece vardiyasında çalışmaktaydı. Hemşirelerin %60,5'i iyi evlilik uyumuna sahipken, %39,5 kötü evlilik uyumuna sahipti. Hemşirelerin %17,9'unda (n=67) depresyon semptomları vardı. Hemşirelerin çalışma vardiyalarına göre evlilik uyumu incelendiğinde sürekli gece vardiyasında çalışan hemşirelerin evlilik uyumları, sırasıyla sürekli gündüz ve dönüşümlü vardiyada çalışan hemşirelerin evlilik uyumlarına göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksekti (p=0,009, p=0,040) . Hemşirelerin çalışma vardiyalarına göre depresyon semptomları incelendiğinde, çalışma usulü ile depresyon durumları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p>0,05). Hemşirelerin Beck Depresyon Ölçeği total puanıyla Evlilikte Uyum Ölçeği total puanı (r=-0,455, p<0,001) arasında negatif yönde orta derecede anlamlı bir korelasyon saptandı. Sonuç: Çalışma şartları, evlilik uyumu ve depresif duygu durumu etkileyen faktörlerden biridir. Birinci basmak sağlık hizmetlerinde hastaların çalışma saatleri ve şartları sorgulanarak depresyona yatkınlık oluşturacak durumların belirlenmesi ve ilgili birimlere yönlendirme yapılaması toplumsal ve kişisel sağlığın korunması açısından önemlidir.Öğe Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu olan çocuk ve ergenlerde sfingomyelin yıkım ürünlerinin silik nörolojik belirtilerle ilişkisi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Güleç, Ahmet; Türkoğlu, SerhatAmaç: Bu çalışmanın amacı, Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu olan çocuklarda sfingomyelin yıkım ürünlerinin, nörolojik silik belirtiler arasındaki ilişkiyi sağlıklı gelişmiş olan akranlarıyla karşılaştırarak incelemeyi hedeflemektedir. Gereç ve Yöntem: Çalışmada DEHB tanılı 41 hasta ile herhangi bir psikiyatrik hastalığı olmayan 39 sağlıklı kontrol grubu dahil edilmiştir. Nöropsikiyatrik özellikler PANESS ve Turgay ölçekleriyle değerlendirilmiştir. Sfingolipid yolağına ait sfingomyelin, seramid ve galaktozilseramidaz plazma düzeyleri ELİSA yöntemiyle belirlenmiştir. Bulgular: DEHB'li çocuklarda, cinsiyet, yaş ve BKİ fark etmeksizin plazma seramid düzeyleri yüksekti. Aynı şekilde, sfingomyelin seviyeleri de kontrol grubuna göre yüksekti. Ancak galaktozilseramidaz seviyeleri arasında fark yoktu. DEHB'li çocuklarda sfingomiyelin ve seramid düzeyleri ile PANESS'in F1 ve F3 alt ölçek skorları arasında pozitif bağlantı var gibi görünüyordu, ama semptom şiddeti ile ilişkili değildi. DEHB'li çocuklarda galaktozilseramidaz düzeyi ile nörolojik belirti ölçeği (PANESS) ve semptom şiddeti arasında bir ilişki yoktu. Sonuç: Çalışma sonucunda, DEHB hastalarında sfingomiyelin ve seramid düzeylerinin kontrol grubuna göre belirgin şekilde yüksek olduğunu gösterdi. Ayrıca, DEHB tanılı çocuklarda sfingomiyelin ve seramid düzeyleri ile silik nörolojik belirtiler arasında bazı ilişkilerin olduğunu gösterdi. Bu bulgular, DEHB'nin patofizyolojisi ve silik nörolojik belirtiler arasındaki karmaşık ilişkilerin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olan önemli ipuçları sunmaktadır.