Tıp Fakültesi Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 665
  • Öğe
    Myelodisplastik sendrom tanılı hastalarda rutin gönderilen PNH klonu sıklığının belirlenmesi bakılan hemogram ve bazı biyokimyasal parametrelerin sağkalım ile ilişkisi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Günay, Mediha; Baştürk, Abdulkadir
    Amaç: Çalışmamızda hastaların tanı anındaki tam kan sayımı ve bazı biyokimyasal parametlerinin, risk gruplarına ve sınıflandırmalarına göre sağkalımla ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Ayrıca bu hastalardan rutin olarak gönderilen Paroksismal Nokturnal Hemoglobinüri ( PNH ) klonu sıklığının saptanması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmaya 01.01.2010 – 01.01.2020 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Bilim Dalı tarafından takip edilen myelodisplastik sendrom tanılı 105 hasta dahil edilmiştir. Çalışmaya dahil edilen hastaların dosyaları ilgili üniversite etik kurulu ve kurum izinleri doğrultusunda hastane veri tabanından retrospektif olarak taranmış, başvuru sırasındaki ve güncel kontrollerindeki değerleri çalışma kapsamında incelenmiştir. Hastaların tanı anındaki hemogram parametreleri ( lökosit, nötrofil, lenfosit, monosit, hemoglobin, MCV, trombosit, nötrofil / lenfosit oranı, lenfosit / monosit oranı, trombosit / lenfosit oranı ) ve bazı biyokimyasal parametreler (üre, kreatinin, albümin, total protein, ürik asit, LDH, bilirubinler, vit-B12, folik asit, ferritin, eritropoietin) not edildi. Her bir parametrenin sağkalımla ilişkisine bakıldı. Sayısal verilerin özetlenmesinde; aritmetik ortalama, standart sapma, minimum ve maximum değerleri, kategorik verilerin özetlenmesinde frekans dağılımları ve yüzdelikler kullanıldı. Kategorik verilerin karşılaştırılamasında ki-kare testi veya veya Fisher testi kullanıldı. Sayısal verilerle kategori değişkenleri arasındaki farklılık Student- T ve Man-Whitney U testleri ile değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 105 hastanın %55.2 (58)'si erkek ve %44.8 (47)'si kadındı. Tarih olarak 30.06.2020 itibariyle poliklinik takibi devam eden 45 hasta (%42.9), ex kaydı bulunan 60 hasta ( %57.1) vardı. Hastaların tanı anındaki yaşlarının ortalaması 67.6 ±11.69 yıl olarak tespit edildi. IPSS'e göre risk sınıflaması yapıldığında tüm hastaların % 54.2'si düşük riskli; %40'ı orta-1; %4.7'si orta-2; % 0.9'u yüksek riskli idi. R-IPSS'e göre risk sınıflaması yapıldığında % 30.4'ü çok düşük riskli; %52.3'ü düşük riskli; % 8.5'i orta riskli; %8.5'u yüksek riskli idi, çok yüksek riskli hasta yoktu. Ex olan 60 hasta için, tanı anında bakılan hemogram ve biyokimyasal parametrelerin yaşam süreleri ile ilişkisine bakıldığında; trombosit sayısı (p değeri: 0.049), lenfosit sayısı (p değeri: 0.019) ve albümin (p değeri: 0.037) değeri ile pozitif yönde anlamlı korelasyon saptandı. Yaşam süresi sınırı 1 yıl olarak alındığında; iki grup arasında, hemoglobin (p değeri: 0.021), trombosit (p değeri: 0.034), lenfosit (p değeri: 0.046) değerleri ve nötrofil / lenfosit oranı (p değeri: 0.021) için anlamlı farklılık saptandı. Yaşam süresi sınırı 2 yıl olarak alındığında; iki grup arasında hemoglobin (p değeri: 0.021), trombosit (p değeri: 0.032), lenfosit (p değeri: 0.006) değerleri ve nötrofil / lenfosit oranı (p değeri: 0.007) için anlamlı farklılık saptandı. Hemoglobin, lenfosit, trombosit değerleri daha yüksek olanların yaşam süreleri anlamlı olarak daha uzunken; nötrofil / lenfosit oranı daha yüksek olanların yaşam süreleri anlamlı olarak daha kısaydı. Çalışmamızda ex olan 60 hasta ve ex olan düşük riskli 48 hastada lenfosit sayısı sınır değerleri 0.8 × 109 ve 1.2 × 10 9 alınarak gruplar arasında yaşam süreleri açısından farklılık olup olmadığına bakıldığında her iki grupta da her iki sınır değeri için yaşam süreleri arasında anlamlı farklılık saptandı. Gözyaşı hücrelerinin artışının kötü prognozla ilişkili olup olmayacağını tespit etmek amacıyla poliklinik takipleri devam eden 15 hastanın periferik yaymalarında gözyaşı hücresi oranlarına bakıldı. Ancak bakılan periferik yayma sayısının yetersiz olması nedeniyle anlamlı istatistiksel değerlendirme yapılamadı. Ayrıca PNH testinin de sadece 20 hastadan gönderilmesi nedeniyle istatistiksel değerlendirme yapılamadı. Sonuç: Çalışmamızda tanı anındaki lenfosit sayısı ve nötrofil / lenfosit oranı ile yaşam süreleri arasında anlamlı ilişki saptanması, bu değerlerin prognostik faktör olarak kullanılabileceğini göstermiştir. Bu amaçla daha çok sayıda MDS'li hasta ile yapılacak çalışmalara ihtiyaç vardır. PNH testi sadece 20 hastadan gönderilmişti. Retrospektif verilerimiz; MDS hastalarında PNH klonunun tespiti için literatürde önerildiği gibi tüm hastalara yılda bir kez rutin olarak FLAER testinin yapılması gerekliliğini göstermiştir.
  • Öğe
    Ötimik bipolar hastalarda ve sağlıklı kontrol gruplarında yürütücü işlevler ile üst bilişlerin incelenmesi ve bu boyutlarla plazma total antioksidan seviye, total oksidan seviye ve prolidaz düzeyleri arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Şen, Barış; Güler, Özkan
    Amaç: Çalışmamızın amacı ötimik dönemdeki bipolar bozukluk hastalarında yürütücü işlevler ile oksidatif stres parametreleri ve prolidazı incelemek ve bu parametreler ile üstbilişin ilişkisini değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza ötimik dönemdeki 50 hasta ve 48 sağlıklı kontrol dahil edilmiştir. Yürütücü işlevler Stroop Testi ve Sayı Dizileri Öğrenme Testi ile değerlendirilmiştir. Oksidatif stres Total Antioksidan Seviye, Total Oksidan Seviye ve Oksidatif Stres İndeksi ile değerlendirilmiştir. Prolidaz seviyesi ve oksidatif parametreler biyokimya laboratuvarında hesaplandı. Üstbilişi değerlendirmek amacıyla Üstbiliş ölçeği-30 uygulanmıştır. Bulgular: Hasta grubunda Stroop Testi ve Sayı Dizileri Öğrenme Testi performanslarının kontrol grubuna göre anlamlı derecede kötü olduğu saptandı. Yine hasta grubunda TOS ve OSI değerlerinin kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek olduğu saptandı. Ayrıca hem yürütücü işlev test puanları ile TOS ve OSI arasında hem de yürütücü işlev test puanları ile üstbiliş ölçeği puanları arasında anlamlı pozitif korelasyon saptandı. Sonuç: Çalışmamız sonucunda ötimik bipolar hastalarda oksidatif stresin fazla olduğu aynı zamanda yürütücü işlevlerde bozulmalar olduğu ve bunların birbiri ile korele olduğu belirlendi. Ayrıca yürütücü işlev bozukluğu olan hastaların daha yararsız üstbiliş inançlarına sahip olduğu görüldü. Tüm bu parametreleri birlikte değerlendirecek daha geniş örneklemli yeni çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
  • Öğe
    Pediatrik yoğun bakım ünitesinde serum D-vitamin düzeyi ile mortalite ve yatış süresi arasındaki ilişki
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Maxsudov, Javidan; Yılmaz, Resul
    Pediatrik yoğun bakım ünitesinde serum D-vitamin düzeyi ile mortalite ve yatış süresi arasındaki ilişki. Amaç: Yaptığımız bu çalışmada, çocuk yoğun bakım ünitesine (ÇYBÜ) yatan hastaların serum 25-hidroksivitamin D (25-OHVit-D3) düzeyinin belirlenmesi, bu değer ile ÇYBÜ'deki mortalite ve yatış süresi arasındaki ilişkinin değerlendirilmesini amaçladık. Hastalar ve yöntem: Çalışmaya 1 Kasım 2018 ile 30 Eyül 2019 tarihleri arasında Selçuk Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı ÇYBÜ'ne yatırılan yaşı 1 ay -18 yaş aralığındakı 80 hasta alındı. Hasta grubunu ÇYBÜ'e yatırılan ve en az 1 gün tanı, tedavi ve izlemi planlanan, raşitizm tanısı ya da kalsiyum/fosfor metabolizmasında bilinen herhangi patoloji olmayan çocuklar oluşturdu. Hastaların mortalite ve morbiditesini hesaplamada çocuk yoğun bakımdaki hastalar için en yaygın kullanılan puanlama sistemi olan PRISM III skorlama sistemini kullandık. Hastaların yatışının ilk günü normal rutin biokimya kan tetkikleri çalışılırken artan kan örneklerinden serum D-vitamini değeri hastanemizin biokimya laboratuarında çalıştırıldı. Tüm vakaların demografik bilgileri, 25-OHVitD3 değerleri ve hastaların yatışındaki prism-III skoru hesaplanarak kaydedildi. Bulgular: Kritik hastalık nedeniyle ÇYBÜ'de izlenen 80 hastada ortalama 25-OHVit-D3 seviyesi 23,2±15,3 ng/dl bulundu. Hastalarımızda D vitamini eksiliği sıklığı %51,2 olup, 2 yaş üstündeki hastalarda bu sıklık (%66,7) daha yüksekti. Yaştaki her 1 aylık artışın 25-OHVitD3 seviyelerinde 0,097ng/mL azalmaya neden olduğunu tespit ettik. Hastaların D vitamini düzeyi üzerine belirleyici etkide bulunan bağımsız faktör olarak yaş tespit edildi. D vitamini eksikliği ile altta yatan hastalık varlığı, malnutrisyon, MV ihtiyacı, sepsis sıklığı, PRİSM-III skoru, ÇYBÜ yatış süresi ve mortalite arasında anlamlı ilişki tespit etmedik. D vitamini eksikliği %51,2 olarak bulduk. Sonuç: Sonuç olarak D vitamini eksikliği çocuk yoğun bakım ünitesinde yatan kritik hastalığı olan çocuklarda oldukça sık görülmekteydi. Hastalarımızın yaşı arttıkça D vitamini eksikliği görülme sıklığı artıyordu. D vitamini eksikliği ile vazopressör ihtiyacı ilişkili iken hastalık şiddeti ve prognoza ait parametrelerle D vitamini eksikliği arasında bir ilişki yoktu.
  • Öğe
    Transfüzyon yapılan yenidoğan bebeklerde beslenmenin nekrotizan enterokolit gelişimine etkisi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Balık, Recep Şiyar; Konak, Murat
    Nekrotizan enterokolit (NEK), aşırı preterm bebeklerde yaklaşık %9'luk bir insidans ve %20-30'luk mortalite oranlarıyla en yaygın yenidoğan morbiditelerinden biri olmaya devam etmektedir. NEK gelişimi için çeşitli patofizyolojik yollar ileri sürülse de kesin mekanizma hala anlaşılamamıştır. Paketlenmiş eritrosit (pRBC) transfüzyonu sonrası gelişen akut bağırsak hasarının NEK'e benzer klinik belirtilerle ortaya çıkması nedeniyle yakın zamanda bu konuda tartışmalar olmuştur. Transfüzyon ve bağırsak yaralanması arasındaki bu etkileşim transfüzyon ilişkili bağırsak yaralanması (TRAGI) veya transfüzyonla ilişkili NEC (TR-NEK) olarak bilinir. Hipoksik bir bağırsakta transfüzyonun neden olduğu reperfüzyon hasarı TRAGI'nin patojenik mekanizmalarından biri olarak gösterilmiştir. Transfüzyon sırasında beslenme, oksijen talebini daha da artırarak bu hasarı şiddetlendirebilir. Bu çalışmanın amacı, prematüre bebeklerde eritrosit transfüzyonu sırasında uygulanan farklı beslenme stratejilerinin beslenme intoleransı ve TR-NEK gelişimi üzerindeki etkisini araştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: En az 30 ml/kg/gün beslenen ve eritrosit transfüzyonu yapılacak preterm bebekler üç gruba ayrıldı: Grup 1: transfüzyon sırasında beslenmeye aynı hacimde devam edilen grup; grup 2: transfüzyon sırasında beslenme kesilen grup; grup 3: beslenme hacmi %50 azaltılan grup. Beslenme intoleransı ve NEK (Bell evre I veya üstü olarak tanımlandı) varlığı kaydedildi. Verilerin analizinde SPSS programı kullanılmıştır. BULGULAR: Ortalama gebelik yaşı 27,1 ± 1,9 hafta olan ve doğum ağırlığı 1013 ± 311 gram olan seksen üç (n: 83) yenidoğan çalışmaya dahil edildi. Demografik özellikler gruplar arasında benzerdi. Gruplar arasında NEK ve beslenme intoleransı görülme sıklığı arasında fark yoktu (p> 0,05). TARTIŞMA: Eritrosit transfüzyonu, şiddetli anemi veya her ikisinin artmış NEK riski ile ilişkili olup olmadığı belirsizliğini korumaktadır. Bu çalışmada, erken doğmuş bebeklerde eritrosit transfüzyonu sırasında farklı beslenme stratejilerinin NEK gelişimi üzerindeki etkisini retrospektif olarak araştırmayı amaçladık. Sonuçlarımız, transfüzyon sırasında beslenmenin, çalışma grubumuzda beslenme intoleransı ve TR-NEK insidansını değiştirmediğini göstermiştir. Transfüzyon, beslenme uygulamaları ve TR-NEK arasındaki ilişkiyi değerlendirmek için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Acil serviste sepsis tanısı alan hastalarda başvuru sırasındaki presepsin ve copeptin düzeyleri ile multiorgan yetmezliği sendromu arasındaki ilişki
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Torun, Ozan Emre; Bayır, Ayşegül
    Sepsis enfeksiyona düzensiz ve aşırı konakçı immün yanıtına bağlı gelişen hayatı tehdit edici organ disfonksiyonudur. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde majör ölüm nedenlerindendir. Sepsis ve septik şoklu hastalarda mortalite oranı %25'in üzerindedir. Sepsiste erken tanı ve erken hedefe yönelik tedavi ile mortalite oranları düşürülebilmektedir. Prokalsitonin ve CRP sepsise spesifik belirteçler olmayıp, çok sayıda farklı hastalıkta serum düzeylerinde yükselme görülmektedir. Bu iki belirteç bazı dezavantajlara sahiptir. Bu nedenle erken tanı için daha spesifik belirteçlere gereksinim vardır. Bu amaçla sepsis erken tanısı ve tedavi takibinin değerlendirmesinde bazı belirteçler araştırılmıştır. Çalışmamızda acil serviste sepsis tanısı konan hastalarda presepsin ve copeptin düzeylerinin erken tanıda kullanılabilirliği ve multiorgan yetmezliği sendromu gelişmesinde tedavi takibinde değeri araştırılacaktır. Metod: Çalışmamız Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Acil Tıp Servisi'ne başvuran, servis ve yoğun bakım ünitelerinde takip ve tedavi edilen sepsis ve septik şok hastasında prospektif olarak yapıldı. Kontrol grubu olarak yaş ve cinsiyet grupları açısından benzer olan, enfeksiyon bulguları tespit edilmeyen hastalar seçildi. Çalışmamıza 12 sepsis, 32 septik şok ve 45 kontrol hastası dahil edildi. Hastaların başvurusunda ve yattığı servis ve/veya yoğun bakım ünitelerinde 7. gününde presepsin ve copeptin değerlerine bakıldı. İstatistiksel analiz için Mann- Whitney U testi, Kruskal-Wallis testi, Spearman korelasyon analizi kullanıldı. Bulgular: Hasta grubunda başlangıca göre 7. günde presepsin ve copeptin düzeylerinde istatistiksel olarak anlamlı düşüş olmuştur (p<0.05). Hasta grubunda hem presepsin hem de copeptin düzeyleri kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksekti (p<0.05). ROC analizi sonuçlarına göre presepsinin tanısal değeri %76 ve copeptinin tanısal değeri %66.1 olarak bulundu (p<0.05). Korelasyon analizi sonuçlarına göre başlangıç presepsin ve copeptin düzeyleri ile GKS, qSOFA, solunum sayısı ve tansiyon değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır (p>0.05). Sonuç: Çalışmanın sonuçlarına göre presepsin ve copeptin başlangıç düzeyi ortalamaları hasta grubunda daha yüksek düzeydeydi. Bunun yanında hasta grubunda 7. gün presepsin ve copeptin düzeyleri başlangıca göre istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde düşüş gösterdi. Hasta grubunda presepsin ve copeptin düzeyleri, kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek saptandı. Bu sonuçlar, presepsin ve copeptinin hem acil servis başvurusunda sepsis tanısı koymak için alternatif olabileceğini, hem de prognoz takibinde kullanılabileceğini göstermiştir.
  • Öğe
    Tırnak batması olan hastalarda ayak deformitelerinin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Sarı, Nihal; Kurtipek, Gülcan Saylam
    Tırnak batması; tırnak plağının yan kenarlarının tırnak kıvrımındaki periungual yumuşak dokuyu delmesi sonucu inflamasyon oluşumuyla karakterize şiddetli ağrıya neden olabilen bir durumdur. Tırnak batmasının olası nedenleri arasında yanlış şekilde kesilmiş tırnaklar, anormal tırnak şekli, doğuştan veya kazanılmış tırnak bozuklukları, tırnak enfeksiyonları, sıkı ayakkabılar giyilmesi gibi dış basıncı artıran faktörler, genetik yatkınlık, travma, subungual tümörler, aşırı terleme ve ilaçlar yer alır. Son yıllarda yapılan güncel çalışmalarda, ayak yapısındaki anatomik bozukluklarının tırnak batması gelişimindeki rolü üzerinde durulmaktadır. Bu çalışmanın amacı; tırnak batması olan hastaların iki yönlü ayak grafileri üzerinde halluks valgusla ilişkili halluks valgus açısı, interfalengeal ve intermetatarsal açılarını, pes planusla ilişkili de kalkaneus zemin açısı, talus zemin açısı ve talometatarsal açılarını ölçerek ayak deformitelerinin varlığının objektif radyolojik parametrelerle değerlendirilmesini sağlamaktır. Çalışmaya klinik olarak tırnak batması tanısı alan ve batma şiddeti Mozena sınıflandırma sistemi ile belirlenen 64 hasta ile tırnak batması öyküsü olmayan ve başka endikasyonlarla çekilmiş ayak grafilerinde patoloji saptanmayan 71 kontrol hastası dahil edildi. Hem hasta hem kontrol grubundaki bireylerin yaş, cinsiyet, meslek, eşlik eden komorbiditelerini varlığı, boy, kilo, vücut kitle indekslerini içeren demografik verileri ve ayak grafilerinde pes planus ve halluks valgus için ölçülen açı değerleri kaydedildi. Açı ölçümleri, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Bölümü Pacs Sistemi üzerinde uzman bir radyolog tarafından dijital bir bilgisayar işaretleyici sistem kullanılarak, bireylerin hangi gruba dahil olduğu bilinmeden yapıldı. Ön-arka ayak grafisinde halluks valgus için halluks valgus açısı, interfalengeal ve intermetatarsal açıları; lateral ayak grafisinde ise pes planus için kalkaneus zemin açısı, talus zemin açısı ve talometatarsal açıları ölçüldü. Her iki grup arasında yaş, cinsiyet, meslek, eşlik eden sistemik komorbiditeler, boy, kilo, vücut kitle indeksleri açısından anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05). Hasta grubunda halluks valgusla ilgili yapılan radyografik ölçümlerde halluks valgus açısı, interfalengeal ve intermetatarsal açı değerlerinde ve pes planusla ilgili yapılan radyografik ölçümlerde kalkaneus zemin açısı, talus zemin açısı ve talometatarsal açı değerlerinde kontrol grubuna göre anlamlı fark saptanmadı (p>0,05). Pes planus varlığının tespiti için ölçülen talometatarsal açı ile evre arasında pozitif yönde orta kuvvette bir ilişki bulunmuştur (rho=0,326; p=0,04), diğer açılarla tırnak batması evresi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir korelasyon saptanmamıştır. Sonuçta,çalışmamızda tırnak batması gelişimiyle ayak deformitelerinden halluks valgus ve pes planusla ilgili ölçülen açı değerleri arasında kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır. Konunun daha iyi aydınlatılabilmesi açısından çok sayıda olgu içeren prospektif kontrollü çalışmalar yapılması gerekmektedir.
  • Öğe
    Yetişkin çoklu travma hastalarında travma skorlama sistemlerinin kısa dönem mortaliteyi öngörmedeki etkinlikleri
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Düzgider, Necmettin; Ak, Ahmet
    Bu çalışmamızda acil servislere en çok başvuru nedenlerinden, özellikle genç nüfusta önemli bir mortalite ve iyilik hali kaybı nedeni olan travmaların ortak bir dil ve düşünceyle değerlendirilmesi, yönlendirilmesi ve tedavi seçimi için etkin bir araç görevi üstlenen travma skorlama sistemlerinden bazılarını, elimizdeki verilerle değerlendirmeyi ve çıktılar almayı amaçladık. Değerlendirmek için seçtiğimiz sistemler AIS, ISS, REMS, RTS, SI ve TRISS'ti. 01.01.2014-31.10.2019 arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi acil servisinde çoklu travma tanısı alıp kafa-toraks-batın BT görüntülemesi yapılan 18 yaş ve üzeri, gebe olmayan ve verilerine yeterli erişim sağlanan hastalar, çalışma grubumuzu oluşturdu. Bu hastaların hastane bilgi sistemindeki ve hasta dosyalarındaki verileri incelenerek bu hastaların demografik özellikleri (yaş ve cinsiyet), klinik, laboratuvar, görüntüleme raporları değerlendirildi. Elde edilen verilere çeşitli istatis-tiksel analizler uygulandı. Çalışmaya dahil edilen 2696 hastadan%71,1'i erkek, %28,9'u kadındı, hastaların yaş ortala-ması 41,93'tü. Hastaların yaşı arttıkça mortalitenin arttığı görüldü. Travmaların oluş nedenini en çok AİTK'ler oluştururken ADTK ve iş kazalarında mortalite daha yüksek bulundu.Travmayla başvuran hasta sayısının en çok Temmuz ve Ağustos aylarında olduğu anlaşıldı. Hastaların kandaki etanol dü-zeyleriyle mortalite arasında ilişki bulunamadı. Sedatize veya entübe edilmiş hastalarda mortalitenin arttığı tespit edildi. Yoğum bakımda yatış süresi uzadıkça, acil cerrahi operasyon ve kan transfüzyonu ihtiyacı arttıkça mortalitenin arttığı gösterildi. Mortaliteyi öngörmede TRISS ve RTS'nin en iyi sis-temler olduğu, cut-off değerlerinin TRISS için 11,5 ve altı, RTS için 0,95987 ve altı olarak belirlene-bileceği tespit edildi. REMS'in hastanede kalış süresini öngörmede etkin olarak kullanılabileceği belir-lendi. AIS ve ISS değerleri arttıkça mortalitenin arttığı, AIS'in en az boyun bölgesinden puan aldığı gösterildi. Bu verilerin travma skorlama sistemlerinin değerlendirmesinde ve mortalite öngörüsünde kullanılabilecek, güvenilir veriler olduğu; hem bu grupla hem de yeni çalışma gruplarıyla gerçekleşti-rilecek ileri çalışma ve analizlerin bu çalışma ve konulara katkı sağlayacağı kanaatindeyiz.
  • Öğe
    Akut kafa travmalı hastalarda ubiquitin carboxy-terminal hydrolase L1 (UCH-L1) düzeyinin tanısal değeri
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Bilekyiğit, Alper Yunus; Bayır, Ayşegül
    Acil servise başvuran travma hastalarının önemli bir kısmını kafa travmaları oluşturmaktadır. UCH-L1 in doku dağılımının nöronal yapılarda yüksek olması sebebiyle kafa travmaları ve nörolojik patolojilerle bağlantılı olduğunu düşünülmektedir. Çalışmamız da Selçuk Üniversitesi Acil Tıp Servisine başvuran akut kafa travmalı hastalarda UCH-L1 düzeyinin yükselmesi sonucu Beyin BT istemi yapmak için yol gösterici olup olmadığını araştırmaktır. MATERYAL-METOD: Çalışmada hasta grubuna Selçuk Üniversite Tıp Fakültesi Acil Tıp Kliniğine Ocak 2019-Mart 2020 tarihleri arasında, travma sonrası ilk 24 saatte başvuran her yaş grubundan izole kafa travmalı gönüllü hastalar alınmıştır. GKS skoruna göre 42 hasta şiddetli kafa travması (GKS<9), 42 hasta orta dereceli kafa travması (GKS 9-13), 42 hasta minör kafa travması (GKS 14-15) olarak 3 gruba ayrılmıştır. Çalışmanın kontrol grubuna herhangi bir şikâyeti ve özgeçmişinde hastalık hikâyesi olmayan, fizik muayenede patolojik bulgu saptanmayan 42 sağlıklı gönüllüler dâhil edilmiştir. Çalışmamıza dahil edilen tüp gruplardan alınan kan örneklerinden UCH-L1 düzeyi çalışıldı. BULGULAR: Bu çalışmada, 42 hasta şiddetli, 42 hasta orta dereceli ve 42 hasta minör kafa travması olmak üzere vaka grubumuzda 126 hasta, kontrol grubunda 42 sağlıklı gönüllü olmak üzere toplam 168 gönüllü dahil edildi. Travma grupları arasında en yüksek ortalama UCH-L1 değerini, hafif dereceli kafa travması grubunda (Ortalama ± Std Sapma: 3808,72 ± 595,66 pg/ml) elde ettik. Orta dereceli kafa travması grubundaki UCH-L1 Ortalama ± Std Sapma değerimiz 2662,16 ± 1865,04 pg/ml iken ağır dereceli kafa travması grubunda 2542,42 ± 1863,61 pg/ml idi. Kontrol grubu (704,61 ± 323,65 pg/ml) ile karşılaştırıldığında, travma şiddetine göre sınıflandırılmış tüm kafa travması gruplarında UCH-L1 değerimizin anlamlı olduğunu tespit ettik. Bununla birlikte hafif dereceli kafa travması olan hasta grubumuzda en yüksek seviyede UCH-L1 değerlerine ulaşarak, bu grupta daha faydalı bir biyomarker olduğunu düşünmekteyiz. Orta ve ağır dereceli travması grubuna bakıldığında kontrol grubuna göre anlamlı ancak iki grup arasında istatistiksel olarak bir fark olmadığını görmekteyiz. SONUÇ: Bu veriler sonucunda UCH-L1, akut kafa travması ile başvuran hastalarda BT istenirken önemli bir biyokimyasal marker olabilir. Akut kafa travmalı hastalarda UCH-L1 hızlı, basit, noninvaziv bir biyokimyasal parametre olup tanısal bir belirteç olması için çalışma sayısının artması gerekmektedir.
  • Öğe
    Yeni hipotiroidi tanısı alan olgularda sinir ileti çalışmaları ve ultrasonografik olarak median sinir kesit alanlarının ölçümü
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Yıldoğan, Aydın Talip; Aygül, Recep
    Çalışmamızda yeni tanı almış hipotiroidili olgularda sinir ileti çalışmaları (SİÇ) ile periferik sinir disfonksiyonlarının değerlendirilmesi, tuzak nöropati veya polinöropati (PNP) sıklığının belirlenmesi ve derecesinin değerlendirilmesi ve özellikle karpal tünelde ultrasonografik olarak median sinir kesit alanlarının ölçülüp elektrofizyolojik parametrelerle korelasyonuna bakılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metod: Çalışmamıza Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Endokrinoloji polikliniğinde yeni tanı alıp kliniğimize refere edilen ve polinöropati yapabilecek başka bir hastalık öyküsü bulunmayan hipotiroidili 30'u (%85,7) kadın 5'i (%14,3) erkek 35 hasta dahil edildi. Kontrol grubu olarak tıbbi bir hastalık ve ilaç kullanımı olmayan yaş ve cins olarak benzer 30'u kadın 5'i erkek 35 sağlıklı birey alındı. Hipotiroidi grubunun yaş ortalaması 37,40±10,88 yıl, kontrol grubunun yaş ortalaması 37,80±10,35 yıl olup istatistiksel anlamlı farklılık yoktu. Olguların verileri, kontrollerden bilateral olarak kayıtlanan SİÇ ve USG parametreleri ile karşılaştırıldı. Median sinir kesit alanları ile elektrofizyolojik parametrelerle korelasyonuna bakıldı. Bulgular: Çalışmamızda 35 hastanın 8'inde (%22.9) elektrofizyolojik olarak karpal tünel sendromu (KTS) belirlendi, %50'sinde bulgular bilateral KTS ile uyumlu olarak değerlendirildi. KTS saptanan kişilerden 1 tanesinde orta şiddette KTS, diğerleri hafif derece KTS'yi desteklemekteydi, ağır KTS belirlenmedi. Polinöropatiyi destekleyecek anlamlı bir elektrofizyolojik anormallik dikkati çekmedi. Genel olarak değerlendirmede kesin polinöropati tanısını teyit edecek düzeye ulaşmamakla birlikte alt grup analizlerinde izole hafif anormallikler mevcuttu. Median sinir kesit alanları hipotroidi grubunda daha yüksek olmakla birlikte istatistiksel olarak anlamlı farklılık düzeyine ulaşmamaktaydı. Sinir kesit alanları ile VKİ'nin anlamlı pozitif korelasyonu vardı. Sol median duyusal latans ve sol median USKA arasında; sağ median duyusal latans ve sağ median USKA arasında hafif anlamlı pozitif korelasyon belirlendi. Yine sağ median duyusal ileti hızı sağ median USKA arasında hafif anlamlı negatif korelasyon saptandı. TSH ve T4 ile SİÇ ve diğer parametreler arasında anlamlı bir korelasyon dikkati çekmedi. Sonuç: Çalışmamız yeni hipotiroidi tanısı alan olgularda elektrofizyolojik olarak yüksek oranda KTS varlığını ortaya koyarken, anlamlı bir PNP gelişmediğini desteklemektedir. Çalışmamızda hipotiroidili olguların bir kısmında (%17) nöropatik ağrı anketi ile nöropatik ağrı belirlendi ve bunların %66'sında KTS mevcuttu; şikayeti olmasına rağmen diğerlerinde SİÇ normaldi. Bu bulgu bazı olgularda izole ince lif nöropatisi ile ilişkili olabilir. Sinir kesit alanları ile VKİ arasında anlamlı pozitif korelasyon saptanmıştır. Bu durum hipotiroidiye bağlı VKİ artışının sinir kesit alanlarını artırabileceği, dolayısıyla tuzak nöropati gelişimine katkı sağlayabileceği şeklinde speküle edilebilir. Median sinir USG kesit alanları ve SİÇ latansları arasında hafif anlamlı pozitif korelasyon, sağ median duyusal ileti hızı sağ median USKA arasında hafif anlamlı negatif korelasyon belirlenmiştir. Bulgular USG'nin tuzak nöropatilerde KTS tanısında katkısının olabileceğini ve tanıyı destekleyebileceğini düşündürmektedir.
  • Öğe
    Bireysel sirkadiyen ritim ve microRNA düzeyi farklılıkları ile duygudurum bozuklukları arasındaki ilişki
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Tekdemir, Rukiye; Selvi, Yavuz
    Çalışmamızda amacımız, BB'de hem tanı hem tedavi yanıtının biyolojik bir belirtecinin olabileceğinden yola çıkarak, ötimik bipolar hastalarda tedavi yanıtı ile miRNA düzeyleri ve sirkadiyen ritim değişkenleri ilişkisini incelemek ve tedaviye duyarlı bu alt grubu bulmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza dışlama ve dahil edilme kriterlerini karşılayan BB tanılı, ötimik,lityum kullanan 66 hasta ile 66 sağlıklı kontrol dahil edildi. Hem hasta hem kontrol grubundan alınan kanlardan elde edilen plazma ile 15 miRNA (Mir-15b, Mir-34a, Mir-124, Mir-132, Mir-134, Mir-137, Mir-152, Mir-155, Mir-206, Mir-221, Mir-499a, Mir-607, Mir-633, Mir-652, Let-7g) düzeyi incelendi. Hem hasta hem kontrol grubu için sosyodemogrofik veri formu, Hamilton Depresyon Derecelendirme ölçeği (HAMD), Young Mani Derecelendirme Ölçeği (YMDÖ), Biyolojık Ritim Değerlendirme Görüşmesi, Mevsimsel Gidiş Değerlendirme Formu (MGDF), Sabahlılık Akşamlılık Ölçeği (SAÖ) ve Lityum Yanıt ölçeği (ALDA) uygulandı. Hem hasta ve kontrol grubu hemde hasta grup lityum yanıt durumuna göre sosyodemografik veriler, miRNA düzeyleri ve ölçek puanlarına göre karşılaştırıldı. miRNA düzeyleri ile klinik değişkenler ve ölçek puanları arasındaki korelasyon incelendi. Elde edilen veriler için ROC analizi ve lojistik regresyon uygulandı. Bulgular: Örneklemin miRNA düzeyleri karşılaştırıldığında hasta grubunda kontrollere kıyasla mir-132, mir-134, mir-152, mir-607, mir-633, mir-652 düzeylerinin artmış, mir-15b, mir-155 düzeylerinin ise azalmış olduğu tespit edildi. Sonrasında yaptığımız ROC analizi ve çok değişkenli lojistik regresyon analizinde hastalık olasılığını belirlemede mir-15b ve mir-155 düzeylerindeki azalmanın, mir-134 ve mir-652 düzeylerindeki artışların bipolar hastalık riskini belirlemede önemli olduğunu tespit ettik. Lityum yanıt (LY) durumuna göre miRNA düzeyleri karşılaştırıldığında ise, LY iyi ve LY kötü gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir bulgu elde edemedik. Sonuç: Araştırmamız bulguları ışığında, mir-134, mir-15b, mir-155 ve mir-652 düzeylerinin bipolar hastaları sağlıklı kontrollerden ayırmak için bir tarama testi olarak kullanılabileceği çıkarımı yapılabilir. Ancak, bu bulguların araştırmamızın kısıtlılıklarının da dikkate alındığı başka çalışmalar ile de teyid edilmesi gerekmektedir. Her ne kadar seçmiş olduğumuz miRNA düzeyleri, lityum tedavi yanıtını öngörmede istatistiksel farklılıklar göstermese de, bulgularımızın, miRNA düzeylerini lityum tedavisi öncesi ve sonrasında karşılaştırarak daha büyük örneklem ile yapılacak uzun dönem izlem çalışmaları için bir temel oluşturacağını düşünüyoruz.
  • Öğe
    Psoriasis hastalarında FGF 21, neuregulın 4, leptin düzeyleri ve hastalık şiddeti ile ilişkisi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Demirbaş, Gözde Ulutaş; Akyürek, Fatma Tunçez
    Yapılan immünogenetik çalışmalarda, psoriasisin yalnızca deri tutulumu ile seyretmediği, sistemik inflamatuvar bir hastalık olduğu ortaya konmuştur. Bu çalışmalara dayanarak psoriasis ile benzer patogenetik mekanizmalara sahip MetS' in ilişkili olduğu gösterilmiştir. Metabolik ve inflamatuvar biyobelirteçler olan FGF-21, leptin, Nrg-4, hs-CRP' nin MetS ile ilişkisi daha önce belirtilmiştir. Bu bilgiler ışığında psoriasis hastaları ile kontrol grubunu karşılaştırarak MetS birlikteliğini FGF-21, leptin, Nrg-4, hs-CRP' nin MetS özellikleri, inflamasyon, hastalık şiddeti ile ilişkisini araştırmayı amaçladık. Çalışmamızda psoriasis tanısı olan 80 hasta ile 60 gönüllü sağlıklı bireyden alınan kan örneklerinde serum açlık glukozu, insülin, HOMA-IR, Total-K, LDL-K, HDL-K, TG, FGF-21, leptin, Nrg-4, hs-CRP düzeyleri ile MetS kriterlerini değerlendirmek amaçlı bel çevresi ölçümü ve tansiyon ölçümü yapıldı. Psoriasis hastalarında şiddeti belirlemek için PAŞİ hesaplandı. Tüm laboratuvar parametrelerinin ölçümü Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Biyokimya Laboratuvarı' nda yapıldı. Araştırmada elde edilen veriler SPSS 25 istatistik paket programı kullanılarak değerlendirildi. Verilerin değerlendirilmesinde sayı, yüzde, standart sapma, Levene testi, Shapiro-Wilk testi, Student's t Test, Mann Whitney–U testi, Tek Yönlü Varyans Analizi, Tukey HSD testi, Kruskal Wallis, Bonferroni-Dunn testi kullanıldı. Cinsiyet dağılımı ve yaş ortalaması açısından farklılık olmayan hasta ve kontrol grupları arasında yapılan karşılaştırmalarda BKİ, bel çevresi, sistolik ve diastolik tansiyon; psoriasis hastalarında daha yüksek olmak üzere istatiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). Gruplar arasında MetS sıklığı, insülin, HOMA-IR, TG, hs-CRP; psoriasis hastalarında daha yüksek olmak üzere istatiksel olarak anlamlı düzeyde fark bulundu (p<0,05). Kontrol grubunda HDL-K düzeyi daha yüksekti ve bu fark istatiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,01). Gruplar arasında glukoz, LDL-K, Total-K, FGF-21, leptin, Nrg-4 dağılımı açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunmadı (p>0,05). Psoriasis hastalarında MetS ile yaş, BKİ, bel çevresi, sistolik ve diastolik tansiyon, glukoz, insülin, HOMA-IR, LDL-K, TG, FGF-21, leptin, Nrg-4, hs-CRP arasında pozitif korelasyon (p<0,05); HDL-K ile negatif korelasyon saptandı (p< 0,05). Psoriasis hastalarında PAŞİ ile FGF-21 ve hs-CRP arasında anlamlı düzeyde pozitif, HDL-K ile negatif korelasyon saptandı (p<0,05). Psoriasisin patogenezinde bulunan sistemik inflamasyon, MetS' un da içinde olduğu birçok metabolik bozukluğa ve KVH' a neden olmaktadır. Bizim çalışmamız da MetS gelişimi için psoriasisin bir risk faktörü olduğunu desteklemiştir. Çalışmamızın sonucunda; psoriasisli hastalarda gelişebilecek MetS riskinin erken belirlenmesinde FGF-21, leptin, Nrg-4 ve hs-CRP' in önemli bir belirteç olarak kullanılabileceğini düşünmekteyiz. Bununla birlikte; bu veriler gelecekte yapılacak olan çok merkezli prospektif çalışmalarla desteklenmelidir.
  • Öğe
    Yenidoğanlarda patent duktus arteriyozusun agresif tedavi ile veya tedavisiz takibinin etkilerinin incelenmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Dinç, Suna Adeviye; Soylu, Hanifi
    Patent Duktus Arteriyozus (PDA), fetal hayatta ana pulmoner arter ve inen aorta arasında geçiş sağlayan duktus arteriyozusun doğumdan sonra beklenen sürede kapanmaması durumudur. Duktus arteriyozusun zamanında doğan bebeklerde doğum sonrası ilk 72 saatte kapanması beklenir. Term yenidoğanların büyük çoğunluğunda yaşamın ilk 72 saatinde fonksiyonel kapanma görülürken prematürelerde açık kalan duktusun birçok morbiditeye neden olduğu gözlenmiştir. Zamanından önce doğan bebeklerde patent duktus arteriyozus kronik akciğer hastalığı, prematürelik retinopatisi (ROP), mortalite artışı, ventilatöre bağlı geçen sürenin uzaması ile bronkopulmoner displazi (BPD), intraventrikuler kanama, nekrotizan enterokolit (NEK) ve periventrikuler lökomalazi ile ilişkili bulunmuştur. Biz çalışmamızda yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yatarak tedavi edilen doğum haftası ≤ 30 hafta olan hemodinamik olarak anlamlı PDA'ya (HAPDA) sahip prematüre bebeklerin duktuslarının nasıl kapandığını, tedavi durumunu, agresif tedavi ile veya tedavisiz takibin bebeklerin klinik durumu ve mortalite üzerindeki etkilerini incelemeyi amaçladık. Gereç ve Yöntemler: Bu çalışma; Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Yenidoğan Yoğun Bakım Servisi'nde 1 Ocak 2012 ve 30 Aralık 2018 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Çalışmada retrospektif olarak eski hasta dosyalarından hasta bilgilerine, vital parametrelerine, yapılan tıbbi müdahalelere, verilen tedavilere ve ekokardiyografi raporlarına ulaşıldı. Çalışmamıza yenidoğan yoğun bakım servisimizde yatan, klinik bulgular ve yapılan ekokardiyografik incelemeler sonucunda HAPDA tanısı konulan otuz haftanın altındaki tüm prematüre hastalar alındı. PDA'sı olup hemodinamik olarak anlamlı olmayan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Ayrıca dış merkezde doğmuş, sadece cerrahi ligasyon amacıyla tarafımıza sevk edilip sonrasında geldiği merkeze tekrar sevk olan hastalar da çalışma dışı bırakıldı. Hastaların tümünün ayrıntılı şekilde prenatal, natal ve postnatal öyküleri alındı ve hasta annelerinin gebelik süresi boyunca yapılan takipleri detaylı şekilde sorgulandı. Her hastaya transtorasik ekokardiyografik inceleme yapılmış olup geriye dönük ekokardiyografik raporlarından tarama yapıldı. Çalışma grubunun demografik verilerine hasta dosyaları, hastane kayıt sistemi ve YYBÜ veritabanı taranarak ulaşıldı. Hastaların; gestasyonel yaşları (hafta), doğum ağırlığı (gram), cinsiyeti, entübasyon ve solunum desteğinin süresi (gün), hastanede kalış süresi (gün) ve PDA risk faktörleri kaydedildi. Patent duktus arteriyozus risk faktörleri açısından antenatal kortikosteroid uygulanması, günlük verilen sıvı miktarı ve sepsis olup olmadığı kaydedildi. PDA ile ilişkili olduğu düşünülen BPD, NEK, İVK, ROP ve mortalite açısından gruplar arasında karşılaştırma yapıldı. İstatistiksel testlerde 0.05'in altındaki p değerleri istatiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Olgular tedavi almayan 28 bebek, sadece medikal tedavi alan 73 bebek ve medikal tedavi alıp fayda görmeyen sonrasında cerrahi ligasyon yapılan 29 bebek olmak üzere üç gruba ayrıldı. Her üç grup, çoklu gebelik, EMR, preeklempsi, koryoamniyonit, gestasyonel DM, sezaryen yöntemi ile doğum, antenatal steroid uygulaması, 10. dakika APGAR skor≥ 6, erken başlangıçlı sepsis, sıvı kısıtlaması, NEK, İVK, geç başlangıçlı sepsis değişkenleri açısından kıyaslandığında gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmamıştır (p>0.05). Her üç grup 5. dakika APGAR skor≥ 6 (p=0.006), sürfaktan uygulama (p<0.001), ilk 24 saat entübasyon (p<0.001), inotrop tedavi (p=0.021), BPD (p=0.001), Evre≥ 2 ROP (p<0.001) değişkenleri açısından kıyaslandığında gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Gebelik haftası ve doğum ağırlığı değişkenlerinin tedavi durumuna bağlı olarak çoklu karşılaştırma testine göre, tedavi almayan bebekler ile sadece medikal tedavi alan ve önce medikal tedavi alıp fayda görmediği için cerrahi ligasyon yapılan bebeklere göre ortalamaları istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p<0.05). Her üç hasta grubu ile NEK (p=0.160), İVK (p=0.073) değişkenleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmazken, BPD (p=0.009), Evre ≥ 2 ROP (p<0.001) değişkenleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Tedavi alan gruplarda BPD ve Evre ≥ 2 ROP daha fazla oranda görülmüştür. Cinsiyet, çoklu gebelik, EMR, preeklampsi, koryoamniyonit, gestasyonel DM, doğum şekli, antenatal steroid uygulanma durumu, 5. dakika APGAR ≥ 6, sıvı kısıtlaması, 10. dakika APGAR ≥ 6, sürfaktan uygulanma durumu, erken başlangıçlı sepsis, NEK, İVK, geç başlangıçlı sepsis, tedavi durumu değişkenleri çocukların hayatta kalıp kalmama durumlarını etkileyen risk faktörleri olarak bulunmadı (p>0.05). Mortaliteyi etkileyen en önemli risk faktörlerini belirlemek için uygulanan çoklu regresyon (method: Backward Wald) analizine göre, gebelik haftası (p=0.001), BPD (p=0.001), Evre ≥ 2 ROP (p=0.010) ve 5. dakika APGAR ≥ 6 (p=0.021) değişkenleri olarak tespit edildi. 3 farklı tedavi yaklaşımının hastanede yatış süresi ve mortalite ile ilişkisi değerlendirildiğinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamıştır (p>0.05). Sonuç: Günümüzde özellikle çok düşük doğum ağırlıklı erken doğmuş prematürelerin, yenidoğan yoğun bakımlardaki iyileştirilmiş ve geliştirilmiş koşullar sayesinde artan yaşam oranı, bu yüksek riskli prematürelerin izleminde ortaya çıkan sorunlardan birisi olan PDA'nın tanı ve tedavisini de gündeme getirmiştir. Hemodinamik olarak anlamlı patent duktus arteriyozusun tanı ve tedavisinde, prematüre bebeklerin yönetimi konusunda çok sayıda bilimsel kanıt bulunmasına rağmen, neonatologlar arasında halen hangi hastayı tedavi edecekleri, en uygun tedavi zamanlamasının ne olduğu ve hangi tedavilerin hem kısa hem de uzun vadede ne gibi ciddi sonuçları olduğu tartışılmaktadır. Bizim çalışmamız, prematürelerin yaşayabilirliğinin artmasına bağlı olarak BPD ve ROP gibi kronik süreçte ortaya çıkabilecek antitelerde artış olduğunu göstermiş olup, tedavi seçeneklerinin hastanede yatış süresi ve mortalite ile ilişkisi olmadığını ortaya koymuştur. Bu durum da, PDA tedavisinde agresif olmayan (bekle-gör) tedavi yaklaşımının kullanılmasını desteklemektedir.
  • Öğe
    Radyoterapinin cilt komplikasyonlarının önlenmesinde yeni bir tedavi önerisi; wharton jeli mezenkimal kök hücre ve conditioning medium etkinliğinin karşılaştırılması
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Bilirer, Ahmet; Tosun, Zekeriya
    Kanser günümüzde sıkılığı giderek artan, mortalite ve morbiditeye yol açan önemli bir hastalıktır. Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansına göre geçtiğimiz günlerde dünya çapında 7,6 milyon ölümün 1,27 milyonu yeni kanserden kaynaklandığını tahmin etti (Ferlay, Bray et al. 2004). Onkolojik tedavi gören hastaların %80'i tedavinin bir bölümünde radyoterapi görmektedir. Onkolojik tedavinin başarısından bağımsız olarak radyoterapi alan hastaların hemen hemen tamamında radyoterapiye bağlı cilt reaksiyonları gözlenmekte, akut ve bunu takip eden süreçte kronik radyodermatit görülmektedir. Radyodermatit günümüzde çeşitli farmakolojik yöntemlerle çözüme ulaştırılmaya çalışılsa da etkin bir tedavisi olmayan, radyoterapiye bağlı dermal hücre ve fonksiyonel matriks kaybının önlenemediği önemli bir sorundur. Tedavi sürecini kısıtlayan ve hayat kalitesini düşüren en önemli etmendir. Günümüzde meydana gelen bu dermal hücre eksikliği ve matriksin yerine koyulmasında kök hücre bazlı çalışmalar öne çıkmaktadır. Bu çalışmada daha önce yapılmış kök hücre çalışmaları baz alınarak; radyoterapi sonucu gelişmiş cilt hasarının önlenmesinde Wharton Jeli kaynaklı mezenkimal kök hücre, bu hücrelerden elde edilen Conditioning Medium'un etkinliği araştırılmış ve klinik pratikte yer edinmiş olan yağ enjeksiyonu ile karşılaştırılmıştır. Ratların sırt bölgelerinde 4x2 cmlik alana 2mm derinliğe ulaşacak şekilde toplamda 30 Gy radyoterapi uygulanmasını takiben; 30., 37. ve 45. günlerde 1. gruba Wharton Jeli kaynaklı kök hücre, 2. gruba Conditioning Medium uygulaması yapıldı. 3. grup olan yağ enjeksiyonu grubuna 30. günde otolog yağ enjeksiyonu yapıldı. 60 günde cilt örnekleri alınarak deney sonlandırıldı. Elde edilen örnekler makroksopik olarak National Cancer Institute'ün radyodermatit sınıflamasıyla değerlendirildi. Mikroskopik olarak da epidermis-dermis kalınlığı, cilt eki sayısı, HE boyamasında inflamasyon düzeyi ile değerlendirildi. İmmünhistokimyasal değerlendirmede anti-VEGF boyaması ile vaskülarizasyon değerlendirilirken, anti-TGF boyaması ile cildin fibrozisi değerlendirildi. Dermisteki kollojenin maturitesi ise Picro Sirius Red boyası ile değerlendirildi. Çalışmamızda WJ-MSC tedavisi alan grup makroskobik bakıda en iyi skorları alan gruptur. Bu grupta makroskobik yara iyileşmesi daha iyi, alopesi miktarı daha az olarak saptanmıştır. 1 rat dışında (Grade 2) tüm ratlar grade 1 olarak belirlenmiştir. Bu durumun mikroskopiye yansıması da benzer şekildedir. WJ-MSC grubunda epidermis (ortalama 32.8μm) ve dermisin (ortalama 1147.40μm) daha kalın olarak saptandığı ve korunduğu gözlenmiştir (kontrol grubunda epidermis 16.22 μm, dermis 759 μm). Cilt eki sayısının en fazla olduğu, kıl köklerinin en fazla korunduğu grup; WJ-MSC grubudur (mikroskopik alanda ortalama 4.17; kontrol grubunda 1,67). WJ-MSC grubunda epidermis ve dermis normal cilde en yakın, cilt ekleri en fazla ve sağlam olarak saptanmıştır. Çalışmamızda literatürle uyumlu olarak WJ-MSC'nin radyoterapide meydana gelen ağır inflamatuar süreci minimalize ederek yara iyileşmesini arttırdığı saptanmıştır. Yağ grefti grubunda ise greft kaybı sonucu gelişen yağ nekrozu sebebiyle akut inflamasyon baskın şekilde devam etmektedir. Bu veriden hareketle cilt rejenerasyonu amacı ile WJ-MSC tedavisinin yağ greftine oranla çok daha iyi olacağı sonucuna ulaşılmıştır. WJ-MSC grubunda dermal fibrozis minimal düzeyde (grade 1) gelişirken yağ enjeksiyonu ve Sham grubunda grade 3 olarak saptanmıştır. WJ-MSC hem dermis kalınlığının fazla olması hem de skar indeksine göre matür kollojen içermesi dermis miktarının ve fonksiyonunun korunduğu ve kronik dönemde gelişen fibrozisi engellendiği sonucunu bize vermektedir. CM grubu ile WJ-MSC grubunun sonuçları benzer şekilde diğer gruplara göre belirgin düzeyde üstün olarak saptanmıştır. CM grubu makroskopik, mikroskopik (epidermis, dermis kalınlığı, mikroskopik bakıda cilt eki sayısı) parametrelerde; WJ-MSC grubunun ardından en yüksek skorları alan grup ve istatistiksel olarak WJ-MSC grubu ile aynı kümede olarak belirlenmiştir. Çalışmamızın literatürdeki çalışmalara üstünlüğü bu etkinin WJ-MSC'nin etkisi ile karşılaştırılabilinmesidir. Bu karşılaştırılmada WJ-MSC grubunun akut inflamasyon skormasında anti-inflamatuar etkisinin CM grubunda gözlenmediği ve CM grubunun inflamasyon skorunun daha yüksek olduğu saptanmıştır (WJ-MSC grubunda 1; CM grubunda 2). WJ-MSC'lerin klinik uygulamada kendine yer edinmiş olan otolog yağ enjeksiyonu etkilerinden üstün olup olmadığı, klinik pratiğe uygun olup olmadığı karşılaştırmak açısıdan önemli bir parametredir. Yağ enjeksiyonu grubunun makroskobik skorlamasının kontrol ve Sham grubuna göre daha iyi olduğu saptanmıştır. Fakat bu grup WJ-MSC ve CM grubu ile karşılaştırıldığında makroskobik skorlarının WJ-MSC ve CM grubunda daha iyi olduğu görülmüştür (WJ-MSC için en çok grade 1, CM için yarı yarıya grade 1 ve 2, yağ enjeksiyonunda en çok grade 2). Mikroskopik bakıda ise yağ enjeksiyonunun epidermis ve dermis kalınlığı üzerine istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi olmadığı gözlenmiştir (sig.: 0.000 < p-value: 0.05).Yağ enjeksiyonu grubunda greftlerde yağ nekrozu ve nekroze alanların çevresinde en çok grade 4 olmak üzere inflamatuar alanlar dikkati çekmektedir. Yağ enjeksiyonu grubudaki örneklerde kronik inflamatuar süreç belirteci olan anti TGF-β boyamasının a en yüksek fibrozis skoru olan grade 3 olarak skorlanması; yağ enjeksiyonunun radyodermatitte gelişen akut ve kronik inflamasyonu baskılamadığı; hatta nekroze yağ grefti alanları sebebiyle akut inflamasyonu arttırdığı saptanmıştır. Bu sonuçtan hareketle radyodermatit tablosunda WJ-MSC ve CM tedavisinin cilt bütünlüğünü korumada yağ enjeksiyonuna göre çok daha etkili bir yöntem olduğu saptanmıştır. Wharton jeli mezenkimal kök hücre ve Conditioning medium'u radyasyona bağlı cilt yaralanmasında onkolojik olarak güvenilir, dermis ve epidermis yapılarını rejenere ederken inflamasyonu azaltması ile etkili bir tedavi yöntemidir.
  • Öğe
    Prostat kanseri tanısında multiparametrik prostat MR ve histopatolojik sonuçların karşılaştırılması
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Baytok, Ahmet; Koplay, Mustafa
    Retrospektif yaptığımız çalışmamızda temel amacımız multiparametrik prostat MRG'de (mpMRG) PI-RADS v2 ve PI-RADS v2.1 kriterlerine göre sekansiyel ve final skoru olarak ayrı ayrı skorladığımız PK riski taşıyan lezyonları histopatolojik bulgularıyla karşılaştırarak; PI-RADS v2 ve PI-RADS v2.1'in PK'yı saptamadaki sensitivite, spesifite, pozitif prediktif değer (PPD), negatif prediktif değer (NPD) ve doğruluk parametrelerinin hesaplanarak tanısal rolünü incelemek ve PI-RADS v2.1'in PI-RADS v2'e tanısal anlamda üstünlük sağlayıp sağlamadığı araştırmaktır. Ayrıca PI-RADS v2.0'a göre yapılan skorlamalar iki ayrı radyolog tarafından yapılarak gözlemciler arası uyumun değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Retrospektif çalışmamıza Haziran 2017 ile Mayıs 2020 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Radyoloji Kliniği'ne başvuran ve sonrasında kognitif füzyon biyopsisi ve/veya radikal prostatektomi ile doku tanısı alan PK şüpheli toplam 314 hasta ve 421 lezyon dahil edilmiştir. MpMRG görüntüleri 1,5T ve 3T Siemens MR (Aera ve Skyra, Siemens Healthcare, Erlangen, Germany) cihazlarda pelvik faz dizilimli koiller ile elde edilmiş olup biri son sene radyoloji asistanı ve diğeri prostat görüntülemede deneyime sahip bir hoca tarafından PI-RADS v2 kriterlerine göre değerlendirilmiştir. Bulgular : Tüm hastaların yaş ortalaması 65.2 ± 7,6, PSA değeri ortalaması 14,3 ± 15,6, serbest PSA değeri ortalaması 2,4 ± 2,4, prostat hacmi ortalaması 84,3 ± 55,2, PSA dansitesi ortalaması 0,2 ± 0,2 olarak hesaplanmıştır. Lezyonların 121'i (%28,7) PZ'de; 300'ü (%71,3) TZ'de yerleşim göstermektedir. PZ'de tanımlanan lezyonlarının %14'ü benign grupta, %19,8'i klinik olarak anlamsız prostat kanseri grubunda, %66,1'i klinik olarak anlamlı prostat kanseri grubunda bulunmuşken, TZ'de tanımlanan lezyonlarının %81'i benign grupta, %13,3'ü klinik olarak anlamsız prostat kanseri grubunda, %5,7'si klinik olarak anlamlı prostat kanseri grubunda bulunmaktadır. Klinik olarak anlamlı prostat kanseri tespit edilen hastaların 80'i (%82,4) PZ; 17'si (%17,6) TZ yerleşimlidir. PZ lezyonlarının 9'unda (%11,3) nörovasküler demet tutulumu, 16'inde (%20,0) kapsül tutulumu, 5'inde (%6,3) seminal vezikül invazyonu, 4'ünde (%5) lenf nodu tutulumu, 3'ünde (%3,8) kemik metastazı, 3'ünde (%3,8) mesane invazyonu, 4'ünde (%5) rektum invazyonu saptanmıştır. TZ lezyonlarının 1'inde (%5,9) kapsül, nörovasküler demet tutulumu ve seminal vezikül invazyonu saptanmıştır. Hem TZ'de hem de PZ'de klinik olarak anlamlı prostat kanseri tanısında T2AG, DAG, PI-RADS v2, PI-RADS v2.1 ve PI-RADS v2 (ikinci gözlemci) değişkenlerinin tanı değerleri yüksek bulunmuştur (p<0.001). PZ'de T2AG'nin klinik olarak anlamlı prostat kanseri tespiti için sensitivitesi %80 ve spesifitesi %95,1 iken , DAG'nin sensitivitesi %98,7, spesifitesi %82,9 olarak hesaplanmıştır. PZ'de PI-RADS v2'nin klinik olarak anlamlı prostat kanseri tespitinde sensitivitesi %78,7 ve spesifitesi %95,1 olarak hesaplanmış iken PI-RADS v2.1'nin sensitivitesi %78,7, spesifitesi %95,1, PI-RADS v2'nin (ikinci gözlemci) sensitivitesi %78,7, spesifitesi %95,1 olarak hesaplanmıştır. TZ'de T2AG'nin klinik anlamlı prostat kanseri tespiti için sensitivitesi %88,2 ve spesifitesi %98,5 iken, DAG'nin sensitivitesi %94,1, spesifitesi %98,5 olarak hesaplanmıştır. TZ'de PI-RADS v2 'nin klinik olarak anlamlı prostat kanserinde sensitivitesi %94,1, spesifitesi %98,9 olarak hesaplanmış iken PI-RADS v2.1'in sensitivitesi %94,1, spesifitesi %98,9, PI-RADS v2'nin (ikinci gözlemci) sensitivitesi %76,4, spesifitesi %86,9 olarak hesaplanmıştır. Klinik olarak anlamlı prostat kanseri tanısı alan hastaların 16'sında (%94,1); klinik olarak anlamsız prostat kanseri veya benign tanı alan hastaların 115'inde (%40,7) DKG'de kontrast tutulumu saptanmıştır. Çalışmamızda PI-RADS v2.1'e göre skoru 2'den 3'e yükselen 7 TZ lezyonu saptanmış olup bunlar arasında klinik olarak anlamlı prostat kanseri saptanmamıştır. Ayrıca PI-RADS v2 ile PI-RADS v2.1 arasında istatiksel olarak anlamlı tanısal farklılık saptanmamıştr. ISUP grade ile PSA, serbest PSA, PSA dansitesi, PI-RADS ve çap arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki saptanmış iken (r=0,216, r=0,405, r=0,255, r=0,740, r=0,584, sırası ile) ISUP grade ile hacim arasında negatif yönde anlamlı çok zayıf bir ilişki saptanmıştır (r=-0,139; p<0,01). ADC değeri ile PI-RADS arasında pozitif yönde anlamlı zayıf düzeyde bir ilişki saptanmıştır (r=0,312; p<0,01). PSA değeri ile çap, yaş ve prostat volümü arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki saptanmıştır (r=0,204). PZ'de PI-RADS v2 sınıflamasına göre gözlemciler arası uyum istatistiksel olarak anlamlı ve çok güçlü düzeyde iken (κ=0,959 ve p<0,001), TZ'de gözlemciler arası uyum istatistiksel olarak anlamlı ve zayıf düzeydedir (κ=0,316 ve p<0,001). Sonuç: PK tanısında PI-RADS v2 ve v2.1 sınıflamaları son derece etkili olup çalışmamızda iki skorlama sisteminde de benzer şekilde yüksek sensitivite, spesifite, PPD, NPD ve tanısal doğruluk oranları saptanmıştır. Özellikle NPD yüksekliği sebebiyle klinik olarak anlamlı olmayan kanserler ve benign lezyonlarda uygulanması muhtemelen gereksiz agresif tedavilerin ve buna bağlı oluşabilecek komplikasyonların önüne geçilebilir. Her ne kadar iki versiyon arasında istatiksel olarak anlamlı fark saptanmasa da daha yüksek sayılı hastalar ile yapılacak calışmalarda özellikle TZ kanserlerinin tanısında v2.1'in v2.0'a üstünlüğü saptanabilir. Güncellenen versiyonlar ile özellikle tanımlanması zor TZ lezyonları konusunda kullanıcılar arasındaki değerlendirme uyumu arttırılabilir. MpMRG ve PI-RADS skorlama sistemi PK tanısında güncellenen her versiyonu ile ortak bir yorumlama dili oluşturma konusunda mesafe katederek PK tanı ve takibinde her geçen gün yerini sağlamlaştırmaktadır.
  • Öğe
    Yetişkin çoklu travmalı hastalarda görülen servikal yaralanmaların değerlendirlmesi: Beş yıllık analiz
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) İslamova, Şebnem; Ak, Ahmet
    Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Acil Servisine 01.01.2015-31.12.2019 tarihleri arasında başvuran multitravmalı olgularda servikal travmaların retrospektif değerlendirilmesi yapıldı. Klinik durumlar ile muayene ve görüntüleme yöntemleri ile tespit edilen travmatik servikal patolojilerin (izole servikal vertebra fraktürü, servikal vertebra fraktürü ile birlikte servikal omurilik yaralanması, servikal vertebra fraktürü olmaksızın servikal omurilik yaralanması) arasındaki ilişki ve hastaların akıbeti (exitus, tam iyileşme, nörolojik sekel) araştırıldı. Araştırma sonuçlarına göre AIS skoru izole ST grubunda ve AİS alt ekstremite skoru MT-ST grubunda daha yüksek düzeydeydi. Diğer tüm AIS skorlarının düzeyleri MT+ ST grubunda daha yüksekti ve tüm AIS skorlarının gruplar arasındaki farkları istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0.05). MT-ST grubundaki ölen hastalarda sedasyon kullanımı istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksekti (p<0.05). Entübe halde gelen hasta grupları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı değilken (p>0.05), hastanede entübasyon yapılan gruplar arasındaki fark anlamlıydı (p<0.05). Hem gelişte entübe, hem de hastanede entübasyon oranlarının gruplar arasındaki farkları istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0.05). Diastolik tansiyon, nabız ve oksijen satürasyonu parametrelerinin gruplar arasındaki farkları istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0.05). İzole ST grubunda mortalite ile hastane parametreleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktu (p>0.05). MT-ST grubunda ise yatış bölümü, hastane yatış durumu, servis yatış süresi ve hastanede toplam yatış süreleri ile mortalite arasında pozitif korelasyon vardı (p<0.01). ISS ortalaması ölen hastalarda, diğer ortalama değerleri ise taburcu olan hastalarda daha yüksek düzeydeydi. Fark analizi sonuçlarına göre tüm gruplar arasındaki farklar istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0.05). MT-ST grubu için acil serviste ölenler ve sağ kalanlar açısından yapılan değerlendirmenin fark analizi sonuçlarında TRISS skorlarının künt için değerleri, penetran için olan değerlerinden daha yüksek değere sahip olup, sırasıyla %93.7 ve %93.6 şeklindeydi. ISS için değer %85.4 ve MGAP için %92.5 olarak hesaplandı.MT+ST grubu için acil serviste taburculuk ve devir açısından yapılan değerlendirmenin fark analizi sonuçlarında ise TRISS skorlarının penetran için değerleri, künt için olan değerlerinden daha yüksek değere sahip olup, sırasıyla %79.8 ve %78.9 şeklindeydi. ISS için bu değer %85.4 ve MGAP için ise %63.6 olarak hesaplandı.Korelasyon analizi sonuçlarına göre AIS göğüs ve AIS alt ekstremite skorları ile motor skor arasında istatistiksel olarak anlamlı ve negatif yönde ilişki vardı (p<0.05). Benzer şekilde duyusal skor ile AIS göğüs arasında da istatistiksel olarak anlamlı ve negatif yönde ilişki vardı (p<0.05).Travma bakım kalitesini artırmaya yönelik çalışmalar ile birlikte travmanın önlenebilir bir olay olduğunun hatırlanması ve bu kapsamda eğitimlerin ulusal-uluslararası düzeyde bir politika geliştirilerek her yaş grubuna sürekli verilmesinin hem travmanın sıklığını hem de travmaya bağlı ölüm ve sakatlıkları önemli ölçüde azaltacağını düşünüyoruz.
  • Öğe
    Deneysel akut ağrı modelinde noradrenerjik, serotonerjik ve opioiderjik reseptörlerin tramadolün analjezik etkinliğine katkılarının araştırılması
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Sarı, Mehmet; Duman, Ateş
    Tramadol akut ve kronik ağrı tedavisinde sık kullanılan bir analjezik ajandırancak tramadolün analjezik etkisinde farklı reseptörlerin katkısı tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışma ile ratlarda termal hiperaljezi yöntemi kullanılarak oluşturulan ağrı modelinde, tramadolün iki farklı dozunun opioiderjik, noradrenerjik ve serotonerjik etkinliğinin adrenerjik antagonist olan yohimbin, 5-HT reseptör antagonisti ondansetron ve opioid reseptör antagonisti nalokson kullanılarak bu mekanizmaların stimulus ile oluşturulan akut ağrıdaki analjezik etkisine katkısını göstermeyi amaçladık. Yöntem: Wistar Albino türü, 6 erkek rat olmak üzere toplam 48 rat rastgele 8 gruba ayrıldı. Grup I: Tramadol düşük doz (10mg/kg) İP, Grup II: Tramadol yüksek doz (20mg/kg) İP, Grup III: Tramadol düşük doz (10mg/kg) İP + nalokson (1.2 mg/kg), Grup IV: Tramadol yüksek doz (20mg/kg) İP +nalokson (1.2 mg/kg),Grup V: Tramadol düşük doz (10 mg/kg) İP+ yohimbin (1 mg/kg), Grup VI: Tramadol yüksek doz (20 mg/kg) İP+ yohimbin (1 mg/kg), Grup VII: Tramadol düşük doz (10 mg/kg) İP+ ondansetron (1 mg/kg), Grup VIII: Tramadol yüksek doz (20 mg/kg) İP+ ondansetron (1 mg/kg). İlaçlar (tramadol, nalokson,yohimbin ve ondansetron) ratlara intraperitonel olarak injekte edildi. İlaçlar 2 ml volüm içerisinde uygulandı.Herhangi bir ilaç veya serum fizyolojik verilmeden önce termal hiperaljezi plantar testi uygulanarak 0.dk kontrol değerleri kaydedildi. Cihaz, uyaranın başlangıcından pençenin geri çekilmesine kadar geçen süreyi otomatik olarak kaydetti. Her grupta önce 0.dk ölçümü yapıldıktan sonra ilaçlar verilerek 15., 30., 60, 90. ve 120. dk'larda ağrı ölçüm testi yapıldı ve veriler kaydedildi. Bulgular:Tramadol düşük doz (10mg/kg) İP uygulanan grubun plantar termal test süresi yüzde değişimine kıyaslandığında, 15. dk 30. dk 60. dk ve 90. dk'da Tramadol düşük doz (10 mg/kg) İP+ ondansetron, tüm zamanlarda ise Tramadol düşük doz (10 mg/kg) İP + yohimbin uygulanan gruplarda istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük olduğu görüldü. Ayrıca Tramadol düşük doz (10 mg/kg) İP+ nalokson uygulanan grubun plantar termal test süresi yüzde değişiminin 30. dk'da Tramadol düşük doz (10 mg/kg) İP uygulanan gruptan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük olduğu saptandı. Tramadol yüksek doz (20 mg/kg) İP + nalokson uygulanan grubun plantar termal test süresi yüzde değişimi 30. dk ve 60. dk'da Tramadol yüksek doz (20 mg/kg) İP grubundan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük olarak gerçekleşti.Tramadol yüksek doz (20 mg/kg) İP uygulanan gruba kıyasla Tramadol yüksek doz (20 mg/kg) İP + ondansetron uygulanan grubun 30. Dk ve 60. dk ölçüm sonuçlarının istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük olduğu görüldü. Ayrıca Tramadol yüksek doz (20 mg/kg) İP + yohimbin uygulanan grubun plantar termal test süresi yüzde değişimi 60. dk'da Tramadol yüksek doz (20 mg/kg) İP uygulanan gruptan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşüktü. Sonuç:Tramadol ratlarda termal hiperaljezi plantar test yöntemi ile oluşturulan nosisepsiyona karşı antinosiseptif (analjezik) etkiye sahiptir. Doza bağımlı olarak etki başlama ve maksimum etkiye ulaşma zamanı farklılık gösterebilmektedir. Tramadolün antinosiseptif etkinliğinde doza bağlı olarak farklı derecelerde opioderjik mekanizmanın yanı sıra serotonerjik ve adrenerjik yolaklar da rol almaktadır. Tramadolün karmaşık etki mekanizması ve çoklu reseptörler üzerinden meydana gelen etkisinin daha iyi anlaşılabilmesi için daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Polikistik over sendrum'lu (PKOS) hastalarda serum sclerostin seviyeleri ile kardiyometabolik risk arasındaki ilişki
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Bertizlioğlu, Mete; Kepabcılar, Ayşegül
    Polikistik over sendromu (PKOS) premenopozal kadınlarda en sık görülen endokrin patolojisidir ve kemik metabolizmasını olumsuz yönde etkileyebilir. Osteoblastın neden olduğu kemik oluşumunu engelleyen osteositler tarafından üretilen sklerostin. PKOS serum sklerostin düzeylerini etkileyebilir, ancak PKOS ile kemik sklerostin arasındaki ilişki bilinmemektedir. Bu çalışmanın amacı, farklı vücut kitle indeksi (BKİ) durumlarındaki (zayıf, normal kilolu, fazla kilolu / obez) sklerostin serum düzeylerini, sklerostin ile biyokimyasal, hormonal ve metabolik profilleri arasındaki ilişkiyi PKOS'lu hastalarda incelemektir. Çalışma kesitsel karşılaştırmalı bir çalışmaydı. Doksan (Grup I BMI <25 kg/m2 olan 30 hastadan, Grup II BMI <18.5 kg/m2 olan 30 hastadan ve son olarak Grup III BMI 18.5 ile 25 kg/m2 arasındaki 30) hastadan oluşan üç grup serum sklerostin düzeyleri açısından karşılaştırıldı ve PKOS'lu kadınlarda diğer özelliklerle olan ilişkisini aydınlattı. Rotterdam 2003 kriterlerine göre PKOS tanısı alan 90 kadın çalışmaya dahil edildi. Zayıf, normal ve obez gruplarda ortalama vücut kitle indeksi 17, 22 ve 32 kg/m2 ve ortalama serum sklerostin seviyeleri sırasıyla 51, 47 ve 58 pmol / litre idi. PKOS'lu obez kadınlarda insülin düzeyleri normal ve zayıf gruptan anlamlı olarak yüksekti (p <0.001). PKOS'lu obez kadınlarda serum sklerostin düzeyleri normal kilolu PKOS'lulara göre anlamlı derecede yüksek bulundu (p = 0.003). PKOS'lu kadınlarda BMI, bel ve kalça çevresi ile pozitif korelasyon gösterdi. HOMA-IR, DHEA-S veya total testosteron ile korelasyon saptanmadı. Çalışmamızdaki 3 grup arasında yaş, DHEA-S, total testosteron, FSH ve LH konsantrasyonları açısından fark yoktu. PKOS'daki anormal vücut kompozisyonu, kemik dokusunun yapısal olarak bozulmasına neden olabilecek dolaşımdaki sklerostin seviyelerinin değişmesine katkıda bulunabilir.
  • Öğe
    Gebelikte izole proteinüri tespit edilen olguların maternal ve perinatal sonuçlar ile ilişkisi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Yılmaz, Candan; Kerimoğlu, Özlem Seçilmiş
    Preeklampsi, artmış maternal, perinatal morbidite ve mortalite ile ilişkili multisistemik bir sendromdur. Prevalansının dünya genelinde ortalama %5-10 (%2.7–8.2) olduğu tahmin edilmektedir. PE, daha önceden normotansif bir gebede 20. gebelik haftasından sonra yeni başlangıçlı hipertansiyona proteinüri veya çoklu organ hasarının eşlik etmesi olarak tanımlanır. Proteinüri, gebeliğin hipertansif hastalıklarının genellikle geç klinik bulgusu olmasına rağmen bazı gebelerde tansiyon yüksekliği olmaksızın sadece proteinüri görülebilir ve bu durum izole gestasyonel proteinüri olarak adlandırılır. İGP'nin PE ile olan ilişkisi tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada İGP olgularının maternal ve perinatal sonuçları, preeklampsiye ilerleme oranları, preeklampsi gelişen ve gelişmeyen gruplar arasındaki risk faktörleri benzerlik ve farklılıklarının belirlenmesi amaçlanmıştır. Retrospektif özellikteki çalışmamıza 2010-2019 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniği'ne rutin antenatal takip amacıyla başvuran çalışma kriterlerine uyan 185 gebe dahil edildi. Olgular İGP ve PE olarak iki gruba ayrıldı. Bu hastaların dosyalarından anne yaşı, vücut kitle indeksi (VKİ), gravidası, paritesi, kan basıncı takipleri, kan basıncı takip şekli, rutin olarak değerlendirilen trombosit düzeyi, karaciğer fonksiyon testleri, böbrek fonksiyon testleri, proteinürinin ilk tespit edilme haftası, doğumun gerçekleştiği gebelik haftası, doğum endikasyonu ve doğum şekli, bebek doğum kilosu, bebeğin birinci ve beşinci dakika Apgar skoru, bebek ve anne yoğun bakım gereksinimi, PE gelişip gelişmediği, PE'nin tespit edildiği gebelik haftası parametreleri kayıt edilmiş ve değerlendirilmiştir. Hastalar doğum sonrası postpartum 6. haftada rutin olarak kontrole çağırılarak hipertansiyon ve proteinüri açısından tekrar değerlendirilmiştir. Çalışmaya dahil edilen 185 hastanın 52'sinde (%28,1) ilerleyen gebelik haftalarında PE gelişti. Kalan 133 hastada (%71,9) ise gelişmedi. Gruplar arasında yaş, parite, BMI, çoğul gebelik ve 40 yaş üstü olma açısından farklılık izlenmedi. Geçirilmiş PE öyküsü ise PE gelişen grupta anlamlı olarak daha yüksek saptandı [ İGP: 1 (% 0,75), PE: 4 (% 7,69), p: < 0,001 ]. Preterm doğum [ İGP: 19 (%14,29), PE: 26 ( %50,00), p: < 0,001 ], IUGR oranı [ İGP: 10 (%7,52), PE: 17 ( %32,69), p: < 0,001 ], yenidoğan yoğun bakım gereksinimi [ İGP: 15 (%11,28), PE: 17 ( %32,69), p: < 0,001 ] ve anne yoğun bakım gereksinimi [İGP: 1 (%0.75), PE: 2 (%3,85), p: < 0,001 ] PE gelişen grupta anlamlı olarak daha yüksek saptandı bu sonuçlarla uyumlu olarak yenidoğan doğum ağırlığı PE gelişen grupta anlamlı olarak daha düşük saptandı [İGP: 3080,70 ± 627,78, PE: 2504,75 ± 734 ,00 p: < 0,001]. Yapılan çalışmalara göre gestasyonel proteinürisi olan kadınların en az üçte birinde PE geliştiğine dair sonuçlar mevcuttur. Bizim çalışmamızda her ne kadar İGP'li gebelerin perinatal sonuçlarının bozulmadığını görsek de özellikle daha önceki gebeliklerinde PE öyküsü olan ve proteinüri miktarı yüksek olan kadınların PE gelişimi açısından yakın takibi son derece önemlidir. Bulgularımızı teyit etmek ve yeni takip tedavi metodları geliştirmek için daha fazla hastanın dahil edildiği araştırmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Multiple sklerozlu hastalarda periferik kan hücrelerindeki kompleman regülatuar CD55 /CD59 proteinlerin flow sitometri yöntemi ile analizi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Topbaş, Furkan; Gümüş, Haluk
    MS ,dünya çapında 2 milyondan fazla kişiyi etkileyen merkezi sinir sisteminin (MSS) en yaygın kronik inflamatuvar demiyelizan hastalığıdır .20-40 yaş aralığında ve kadınlarda 2 kat kadar daha fazla görülmesine rağmen hemen her yaş aralığında görülebilir.MS prevelansı 41-61 /100.000 'dir.Multifaktöriyel bir hastalıktır.İnflamasyon demiyelinizasyon ve aksonal dejenerasyon klinik belirti ve bulguların altındaki ana patolojik mekanizmalardır.MS 'in patofizyolojisine yönelik bilgi birikimi bu alanda yapılan çalışmalar ışığında hızla artsa da etiyolojisi tam olarak aydınlatılamamıştır MS hastalığının teşhisinde klinik ve MRI altın standart teşkil etmektedir. Ancak MRI hala pahalı ve zaman tüketici bir testtir. Bu nedenle teşhis için kullanılabilecek pratik biyomarker ihtiyacı doğmaktadır. CD55 VE CD59 gen defektli deneysel otoimmün ensefalomiyelit (MS çalışmaları için hayvan modeli) modellerinde hayvanların kontrol grubuna göre daha şiddetli hastalık geçirdiği gözlemlenmiştir. Bizim çalışmamızın amacı da daha önce çeşitli çalışmalarda otoimmün hastalık agregasyonu ile ilişkilendirilen MS hastalarında flow sitometri yöntemi ile çalışması olmayan CD55 ve CD59 un değişmiş ekspresyonunu değerlendirmek ve CD55 ve CD59 'un MS teşhis ve takibinde kullanılabilirliğinin değerlendirilmesidir. Gereç ve Yöntem :Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Kurulu'nun 19.12.18 ve 2018/443 karar nolu etik kurul onayı ile Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji kliniğine Haziran 2019 ile Ağustos 2019 tarihleri arasında başvuran, 2010 Mc Donalds kriterlerinde göre kesin MS tanısı alan 120 hasta (atak ve remisyon dönemlerinde ) ile Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde herhangi bir polikliniğine başvuran aktif otoimmün hastalık öyküsü olmayan 30 kişi kontrol grubu olarak çalışmaya alındı.Hasta ve gönüllülerin 5 cc periferik venöz kan örnekleri alınarak flow sitometri yöntemi ile CD55 CD59 çalışıldı.Hücreler BD FACSCalibur flow sitometri cihazında Cell-Quest yazılımı kullanılarak analiz edildi.Membran intensitesi membrandaki CD55 ve CD 59 epitoplarının sayısal olarak oranına bağlıdır ve bu değer tek parametreli histogramlar ile ölçülerek rölatif ortalama flöresan yoğunluğu olarak kaydedildi.Pozitif ve negatif hücreler izotip kontrolü ile boyama yapılırken belirlendi.MS tanılı hastaların ve karşılaştırmada kullanacağımız kişilerin gönüllü onam formu alındıktan sonra, anamnez ve fizik muayeneleri yapıldı. Ardından MS tanılı hastaların "Expanded Disability Status Scale (EDSS)" puanları hesaplandı. Bulgular :Çalışmamıza katılan hastaların %70 'i kadındı ve ortalama yaşları 39.1±11,5 olarak hesaplandı. Çalışmamızda kontrol grubuna göre MS grubunun CD 55 eritrosit pozitiflik oranı istatistiksel anlamlı olarak daha yüksek iken (p=0,035) CD 55 lenfosit pozitiflik oranı istatistiksel anlamlı olarak daha düşüktü (p<0,001) buna karşın naif hasta grubu ile kontrol grubunu karşılaştırdğımızda CD 55 eritrosit pozitiflik oranında yükseklik devam ederken CD 55 lenfosit pozitiflik oranı kontrol grubu ile benzer olarak izlenmiştir. CD 55 lenfosit pozitiflik oranındaki düşüşün immünomodülatör kullanımına bağlı olabileceğini düşündürmektedir. Çalışmamızda ise kontrol grubuna göre naif hasta grubunun CD 55 monosit MFI düzeyi ise istatistiksel anlamlı olarak daha düşük saptandı. Kontrol ve MS grupları karşılaştırıldığında CD 59 eritrosit, lenfosit , monosit ve granulosit pozitiflik oranları yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0,05). Gruplar arasında CD 59 eritrosit, lökosit, monosit ve granulosit MFI düzeyleri yönünden de istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0,05).Hataların EDSS bulguları ile flow sitometri sonuçları arasında herhangi bir korelasyon kurulamamıştır. Sonuç : Çalışmamızda kontrol grubuna göre MS grubunun CD 55 eritrosit pozitiflik oranı istatistiksel anlamlı olarak daha yüksek (p=0,035) saptanmıştır.Naif hasta grubu ayrıca ele alındığında bu yükseklik devam etmektedir. Literatür gözden geçirildiğinde ise benzer şekilde MS hastalarında flow sitometri yöntemi ile periferik kan örneklerinden yapılan çalışma yoktur.Neden sonuç ilişkisinin aydınlatılması elde edilen verilerin doğrulanması açısından daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Kemoterapi alan solid kanserli hastalarda febril nötropeni epizotlarının maliyet ve hasta yatış süresi açısından değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Navruzova, Naile; Eren, Orhan Önder
    Febril nötropeni, yaşamı tehdit edebilen önemli bir enfeksiyon hastalığıdır. Morbidite ve mortalitenin yanısıra bu tablonun önemli bir maliyet oluşturduğu bilinmektedir. Çalışmaya Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Kliniğinde 2019 eylül- 2020 mart ayı içerisinde kemoterapi alan solid tümörlü hastalarda gelişen febril nötropeni epizotlarının neden olduğu hasta yatışı ve maliyetleri incelenecektir Çalışmamıza dahil edilen toplam 39 febril nötropenili hastanın yaş ortalaması 59.67± 11.23 ,min- max 24- 77' dir. Hastaların 19'u (% 48.7) erkek, 20'si (% 51.3) kadın idi. . Hastalar ortalama yatış süreci 5±1.78 gün ,min-max:2-10 gündür . Hastaların MASCC skoru hesaplandı. 20 (%51.3) hasta düşük riskli, 19 (%48.7) hasta yüksek riskli olarak saptandı. Takip edilen hastaların yatış süreci boyunca ortalama fatura maliyeti 5000,33±4651,60 tl, min-max:1003-30207 tl arasında değişmektedir Çalışmada taburcu ve exitus olan hastaların fatura arasında fark var mı? fatura dağılımının normal dağılıma uygun mu? diye baktık. Eksitus olan hastalarda p= 0,026, taburcu olanlarda p= 0,253 olarak sonuçlandı.Bu 2 grupun fatura maliyeti açısından anlamlı bir fark olmadığı görüldü. MASCC skoru yüksek ve düşük olan 2 grup hastaların yatış süreci arasında anlamlı fark yoktur (p=0.062), fatura mailiyeti arasında istatiksel olarak anlamlı fark olduğu görüldü (p=0.031). Yapılan çalışmada procalsitonin yüksek olanlarda yatış süreci ve (p= 0.016) fatura arasında orta düzeyde ilişki vardır (p=0.03). Yoğun bakıma yatan hastalar ile yatış süresi (p=0.003) ve fatura mailiyeti arasında yüksek korelasyon (p< 0.001) var. Procalsitonin yüksekliği maliyete etkili bulduğumuz faktörün % 80.3'nü açıklıyor. Procalsitonin değeri için p = 0.001, yoğun bakım yatışı için p= 0.020'dir. Sonuç olarak çalışmamızda procalsitonin yüksekliği , yoğun bakım yatışı olan ve sepsis tablosunda olan hastalarda yatış süresci ve maliyetin artmış olduğunu gördük.