Tıp Fakültesi Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 820
  • Öğe
    Bir tıp fakültesindeki araştırma görevlisi hekimlerde sosyal zeka, iletişim becerileri ve mutluluk düzeyleri
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2021) Doğan, Merve Ezgi; Hisar, Kemal Macit
    Sosyal becerilerin tanımlanması ve geliştirilmesi bu özelliklere dayanan bir rekabet ortamının kurulması ile yeni bir iş dünyası oluşmaktadır. Rekabet gücünü artırmak için öncelikli alanlar karmaşık mesleki problemleri çözme becerileri, gelişmiş sosyal zeka ve tıbbi özelliklerin farkındalığıdır. İnsanlarla iç içe olunan sosyal mesleklerde kişilerin iletişim beceri seviyelerinin yüksek düzeyde olması gerekmektedir. İletişim, hasta ile ilk tanışmada, öykü almada, tanı koyma ve tedaviye doğru karar vermede, hastanın bakımına etki etmede oldukça önemli yer tutmaktadır. Hekimin olumlu duyguları hastaların hem tedavi sürecini hem de psikolojisini etkileyerek her anlamda hastaların iyi oluşlarına katkı sağlamaktadır. Ruhen, bedenen ve sosyal yönden iyilik hali olarak açıklanan sağlık kavramına her anlamda olumlu etkisi olan mutluluk, halk sağlığı açısından önemli bir konudur. Bu çalışmanın amacı araştırma görevlisi hekimlerin sosyal zeka, iletişim becerileri ve mutluluk düzeyleri arasındaki ilişkiyi incelemektir. Çalışmamıza orantılı tabakalı örnekleme yöntemiyle seçilen 95 araştırma görevlisi hekim katılmıştır. Katılımcılara sosyodemografik bilgi formu, Tromso Sosyal Zeka Ölçeği (TSZÖ), İletişim Becerilerini Değerlendirme Ölçeği (İBDÖ), Oxford Mutluluk Ölçeği Kısa Formu (OMÖ-K) anketleri uygulanmıştır. Katılımcıların %36,8'i (n=35) kadın, %63,2'si (n=60) erkekti. Yaş ortalaması 28,4±2,22'dir. Katılımcıların %64,2'si (n=61) hekimlik mesleğini tekrar seçeceğini, %35,8'i (n=34) seçmeyeceğini bildirdi. Hekimlerin %98,9'u (n=94) şiddete uğradığı, yalnızca %1,1'inin (n=1) şiddete uğramadığı saptandı. Hekimlerin sosyal zeka, iletişim becerileri ve mutluluk düzeyleri ortalamanın üzerinde tespit edildi. Sosyal zeka puanları ile iletişim becerileri puanı arasında ve mutluluk düzeyi ile sosyal zeka ve iletişim becerileri puanı arasında pozitif yönlü orta düzey anlamlı ilişki vardı. Basit doğrusal regresyon sonucu sosyal zeka puanı, iletişim becerileri puanındaki değişimin %39,2'sini, mutluluk düzeyindeki değişimin %10,3'ünü, iletişim becerileri puanı mutluluk düzeyindeki değişimin %14,5'ini açıklamaktaydı. Çalışmamızda sosyal zeka ve iletişim becerilerinin mutluluk üzerinde olumlu etkisi saptandı. İnsan ilişkilerine dayanan hekimlik mesleğinde sosyal zeka ve iletişim konusunda donanımlı olmanın hasta-hekim ilişkilerini kuvvetlendireceği ve hekimlerde mutluluk düzeyini artıracağı öngörülmektedir. Hekimlerin mutluluk düzeylerinin tespiti sonrası alınacak önlemlerin ve geliştirilecek çalışma şartlarının iş performansını artırması beklenmektedir.
  • Öğe
    Trigonosefali hastalarının klasik morfometrik yöntemlerle analizi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2021) Ertaş, Murat; Karabağlı, Hakan
    Amaç: Trigonosefali nedeniyle frontoorbital ilerletme ile bifrontal kraniotomi ve rekonstrüksiyonu ameliyatının BT görüntüleri üzerinden kraniumun 3 farklı açısında meydana getirdiği değişikliği araştırdık. Gereç ve Yöntem: Araştırma 2011-2020 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Beyin ve Sinir Cerrahi Anabilim Dalı'nda opere edilen trigonosefali hastalarına çekilmiş olan ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası bilgisayarlı tomografi görüntülerindeki frontal ve koronal açıların ölçümü ve karşılaştırılması ile ortaya konmuş retrospektif bir çalışmadır. Çalışmamızda kontrol grubu kullanılmamıştır. Bulgular: Hasta grubunda preop frontal ile postop erken frontal ölçümleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. Postop erken frontal ölçümleri, preop frontal ölçümlerine göre daha yüksek bulunmuştur. Preop sağ koronal ile postop erken sağ koronal ve preop sol koronal ile postop erken sol koronal ölçümleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmamıştır. Hem sağ hem de sol koronal preop ölçümlere göre postop erken ölçümler artmış olarak ölçülmüştür. Preop frontal ile postop geç frontal ölçümleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. Postop geç frontal ölçümleri, preop frontal ölçümlerine göre daha yüksek bulunmuştur. Preop sağ koronal ile postop geç sağ koronal ve preop sol koronal ile postop geç sol koronal ölçümleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmamıştır. Postop geç frontal, sağ koronal, sol koronal ölçümler postop erken frontal, sağ koronal, sol koronal ölçümlere göre artmış olarak bulundu. Ancak istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmamıştır. Sonuç: Sonuç olarak bu çalışmada metopik sinostoz hastalarının interfrontal açılarında preop döneme göre postop dönemde belirgin artma olduğu istatistiksel olarak da ortaya konmuştur. Koronal açı ölçüm sonuçları istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır. Trigonosefali hastalarına uygulanan bifrontal kraniotomi ve frontoorbital ilerletme ameliyatının asıl amacı koronal sütür açısını değiştirmek değildir. Bu ameliyatın amacı özellikle frontal kemikler arasındaki açıyı ve anterior fossa hacmini artırmaktır. Koronal sütür açılarının karşılaştırılmasının istatistiksel olarak anlamsız çıkması ameliyat tekniği de düşünüldüğü zaman ameliyatın yetersizliği anlamına gelmez. Kraniyosinositoz hastalarında uygulanan kafatası şekillendirme ameliyatları beynin morfolojik gelişimini düzeltmekte ve kognitif açıdan oluşabilecek bozuklukların önüne geçilmesine olanak sağlamaktadır.
  • Öğe
    Mide karsinomlarında, mikrosatellit instabilitesi (MSI), HER2 ve PD-L1 ekspresyonunun klinikopatolojik ve prognostik önemi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2021) Mavi, Zekiye; Karabağlı, Pınar
    Mide kanseri dünya çapında en sık görülen beşinci kanserdir ve kansere bağlı ölümlerin önemli nedenlerinden biridir. Mikrosatellit instabilitesi (MSI), mide kanserinde moleküler sınıflamada alt tiplerden biridir ve kısa tekrarlanan DNA dizilerinde (mikrosatellitler) uzunlukta değişiklikle karakterizedir. HER2 tümör hücresi proliferasyonu, apoptozisi, adezyonu, migrasyonu ve diferansiasyonu ile ilişkili reseptör ailesinin bir üyesidir. Programlanmış ölüm ligandı 1 (PD-L1), PD-1 (Programlanmış ölüm-1) reseptörüne bağlanarak immün hücre toleransının korunmasında rol alır. Çalışmamızda mide karsinomu olgularında MSI oranı %8,5 olarak belirlenmiştir. Bu hastaların yaş ortalaması, MSS hastalardan anlamlı olarak yüksek bulunmuştur (p=0,020). Lenf nodu metastazı olan MSI olgularında ekstrakapsüler yayılım görülmemiştir (p=0,020). HER2 ekspresyon durumu ile MMR durumu, PD-L1 ekspresyonu ve diğer klinikopatolojik özellikler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki görülmemiştir (p>0,05). PD-L1'in immünopozitif ekspresyon oranı %70,8'dir. Bu olguların %89,3'ünde yalnızca immün hücreler, %10,7'sinde hem tümör hem de immün hücreler immünopozitiftir. Sadece tümör hücrelerinde, PD-L1 ekspresyonu durumu 65 yaş ve üzerinde anlamlı şekilde daha yüksektir (p=0,025) ve lenf nodu metastazı olanlarda ekstrakapsüler yayılım görülmemiştir (p=0,048). Tümör hücrelerinde PD-L1 ekspresyonu izlenen hastalarda MSI oranı anlamlı olarak daha yüksektir (p<0,001). 65 ve üzeri yaş (p<0,001), cerrrahi sınırda tümör varlığı (p=0,006), pTNM evre 3 ve 4 (p=0,001), metastatik lenf nodu sayısının artışının (p<0,001) ölüm riskini artırdığı ve genel sağkalımı olumsuz etkilediği görülmüştür. pTNM evre 3 ve 4 (p=0,042), uzak metastaz varlığı (p=0,033), lenfovasküler invazyon varlığının progresyon riskini artırdığı görülmüştür (p=0,034). MSI, HER2 ve PD-L1'e dair literatürde çok sayıda çalışma mevcut olmakla birlikte prognostik önemi hala tartışmalıdır. Daha kapsamlı çalışmalar ile bu belirteçlerin rollerinin daha iyi anlaşılması mide kanserine bağlı ölümlerin azaltılmasında önemlidir.
  • Öğe
    Sinir onarımında sütür sayısının iyileşmeye olan etkisi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2021) Eravşar, Ebubekir; Acar, Mehmet Ali
    Epinöral sütürlerle onarım, sinir kesisi sonrası yapılan onarımda altın standart olarak kabul edilmektedir. Bu onarım metodunda sütür sayısı arttıkça sinir dokuya verilen ikincil hasar ve inflamasyon artmaktadır, bu nedenle iyileşme olumsuz etkilenmektedir. Sütür sayısı azalınca ise sinir onarım hattının mukavemeti azalmakla birlikte sinir uçlarında saçaklanmalar olmakta ve iyileşme olumsuz etkilenmektedir. Dolayısıyla atılan her bir ek sütürün, faydasının yanında zararı da bulunmaktadır ve bu durum cerrahları bir çıkmaza sokmaktadır. Bu çıkmazdan kurtulabilmek adına bu çalışma planlanmıştır. Toplam 70 adet Wistar Albino erkek sıçan randomize şekilde beş gruba ayrıldı. Gruplardan birisi kontrol grubu olarak bırakıldı ve cerrahi işlem yapılmadı. Diğer kalan dört gruptaki sıçanların sağ siyatik sinirlerine ise kesi sonrası sırasıyla iki, üç, dört ve altı sütür kullanılarak epinöral onarım yapıldı. Her gruptan altı sıçan randomize şekilde seçildi ve beşinci günün sonunda sakrifiye edildi. Bu sıçanlardan çıkartılan siyatik sinirlere biyomekanik olarak çekme testi uygulandı. Her gruptan kalan sekiz sıçan ise 12 haftalık takip sonrası duyu ve motor fonksiyonlara yönelik incelemelere tabi tutuldu. Ardından bu sıçanlara da sakrifikasyon uygulanarak çıkartılan sinirleri histolojik olarak incelendi. Çekme kuvvetlerine karşı dayanıklılıkta dört ve altı sütür atılan gruplar diğer sütür gruplarına üstün geldi. Ancak dört ve altı sütür atılan gruplar arasında dayanıklılık açısından anlamlı bir fark gözlenemedi. Fonksiyonel incelemelerde dört sütür atılan grupta genel olarak diğer sütür gruplarına kıyasla üstünlük sağlandığı görüldü. Histolojik incelemlerde altı sütür atılan grupta onarım hattındaki bağ dokusu indeksinin diğer sütür gruplarına kıyasla daha fazla olduğu görüldü. İki, üç ve dört sütür atılan gruplarda ise kendi aralarında anlamlı bir fark bulunamadı. Akson sayısı değişim indeksi açısından dört sütür ile onarımın iki ve altı sütürle onarıma üstünlük sağladığı ancak üç sütürle onarıma kıyasla anlamlı bir farklılık gösteremediği bulunmuştur. Akson çapı değişim indeksine göre hiçbir sütür grubu arasında fark saptanamamıştır. Bu sonuçlara göre dört sütürle onarımın hem dayanıklılığı hem de iyileşmeyi en iyi sağlayan epinöral onarım şekli olduğu düşünülmüştür. Bu bulgular hem klinik olarak benzer boyuttaki sinirlerin onarımına, hem de sıçan sinir çalışmalarının standartizasyonuna katkı sağlayacaktır. Sistematik olarak artan sayıda sütürle onarımın periferik sinirler üzerindeki etkisini biyomekanik, histolojik ve fonksiyonel olarak detaylı incelenmesi bakımından bu çalışma ilktir.
  • Öğe
    Sağlık çalışanlarında COVID-19 enfeksiyonu bağışıklık düzeyleri ve etkileyen faktörlerin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2021) Kılıçoğlu, Muhammed Enes; Marakoğlu, Kamile
    Amaç: Bu çalışmada sağlık çalışanlarında COVID-19 aşısı sonrası antikor yanıtını etkileyen ve yanıtla ilişkili parametleri tespit etmek amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu araştırma retrospektif bir çalışma olarak planlanmıştır. Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesinde çalışmakta olan 462 sağlık personeli ile gerçekleştirilmiştir. Araştırma verileri sosyodemografik veri formu, COVID-19 anamnez formu, aşı anamnez formundan oluşan toplamda 25 soruluk anket yüzyüze anket formu doldurmak suretiyle toplanmıştır. Hastaların muayenelerinde alınan kan serumlarında SARS –CoV-2 (COVID-19) IgG antikor düzeyleri için SARS-CoV-2 IgG II Quant (Abbott) kiti, SARS –CoV-2 (COVID-19) IgM antikor düzeyleri için SARS-CoV-2 IgM II Quant (Abbott) kiti kullanılarak kemilüminesan mikropartikül immünolojik yöntemi ile kantitatif olarak değerlendirildi. Tüm istatistiksel analizler R version 3.6.0 (The R Foundation for Statistical Computing, Vienna, Austria; https://www.r-project.org) programı yardımıyla gerçekleştirildi. İstatistiksel anlamlılık p<0,05 olarak kabul edilmiştir. Bulgular: Çift doz Sinovac aşısı uygulanmış 462 sağlık çalışanının dahil olduğu çalışmada katılımcıların %53,5'i kadın (n=247) ve %46,5'i erkek (n=215) olup, yaş ortalamaları 33,07±9,45'dir. Katılımcıların %24'nün tanı konulmuş kronik bir hastalığı, %23,6'sının sürekli kullandığı bir ilacı bulunmaktadır, ve katılımcıların %28,5'i sigara içmekte, %19,3'ü (n=89) RT-PCR ile doğrulanmış COVID-19 tanısı almıştır. Katılımcıların %27,7'si (n=128) ilk aşı sonrası, %17,3'ü (n=80) ise ikinci aşı sonrası advers etki yaşadığı bildirilmiştir. Tüm katılımcıların kanlarında IgM antikor seropozitifliğine bakıldığında %19,0'nun (n=88) pozitif, IgG antikoruna bakıldığında %99,6'sının antkor değerinin pozitif olduğu tespit edilmiştir. IgG antikor titrasyon seviyesi gençlerde yaşlılardan (p<0,001) anlamlı yüksek, zayıflarda kilolulardan anlamlı yüksek, yükseköğretim mezunu olanlarda olmayanlardan (p<0,001) anlamlı yüksek ve cerrahi birimde görev yapanlarda temele birimde çalışanlardan anlamlı yüksek bulunmuştur. Yine katılımcılarda kronik hastalığı olanlarda olmayanlardan (p=0,027), devamlı ilaç kullanımı olanlarda olmayanlardan (p=0,014), sigara içenlerde içmeyenlerden (p<0,001), aşı öncesi COVID-19 enfeksiyonu tanısı alanlarda almayanlardan (p<0,001) istatiksel olarak anlamlı yüksek bulunmuştur. Aşı öncesi COVID-19 enfeksiyonu tanısı almış olup COVID-19'a yönelik ilaç kullanımı olmayanlarda olanlardan IgG antikor seviyesi ortalaması anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur ( p=0,009). Katılımcılardan aşı öncesi-sonrası ilaç kullanımı olanlarda olmayanlardan IgG antikor seviyesi ortalaması anlamlı düzeyde düşük bulunmuştur (p=0,005). Aynı zamanda katılımcıların yaş-IgG antikor düzeyi ortalaması ve sigara/paket yıl- IgG antikor düzeyi ortalaması arasında negatif yönlü anlamlı korelasyon saptanmıştır. Sonuç: Araştırmaya katılan tıp fakültesi sağlık personelinin çift doz Sinovac aşısı sonrası %19,0'nun IgM antikoru pozitif, %99,6'sının ise IgG antikorunun pozitif olduğu tespit edilmiştir. Antikor yanıtını ileri yaş, BKİ, eğitim durumu, maruziyet, sigara kullanımı, kronik hastalık, geçirilmiş enfeksiyon öyküsü gibi durumların etkilediği görülmüştür. Aşılama programları oluştururken aşı yanıtını etkileyen bu faktörlerin göz önünde bulundurulmasının faydalı olacağını düşünmekteyiz.
  • Öğe
    COVID-19 tedavisi alan hastalarda; dispne ağırlığı ile depresyon ve anksiyete belirtilerin arasında ilişki var mı?
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Shalabi, Mahmoud Y. M.; Ergün, Recai
    GİRİŞ VE AMAC: Aralık 2019'dan günümüze, Coronavirüs hastalığı (COVID-19) hızla yayılmış ve pandemi haline dönmüştür. Virüs ilk başta yakın temas sırasında, genellikle hapşırma, konuşma veya öksürme gibi davranışlarla üretilen küçük damlacıklar yoluyla insanlar arasında yayılmaya başlar. COVID-19 hastalığı, birçok organ etkileyebildiği gibi hastaların psikiyatrik bozukluklarına neden olabilir. COVID-19 tanılı ve tedavi gören hastalarda anksiyete ve depresyonun da sürebileceğini düşünülmektedir. Çalışmamızın amacı, COVID-19 nedeniyle hastane yatışı olan hastalarda uzun dönemde (3-6 aylık) , bireylerin eğitim seviyesi, meslek, alkol kullanma, sigara kullanma, covid nedeniyle iş gücü kaybı gibi faktörleri dikkate alarak anksiyete ve depresyonun yaygınlığını araştırmaktır. Aynı zamanda post-covid dönemde efor dispnesi devam eden hastaları Medical Research Council Scale(MRCS) ve Hastane Anksiyete ve Depresyon ölçeği (HADÖ) kullanarak dispne şiddeti ile anksiyete ve depresyon arasındaki etkileşimi incelemeyi planladık. Ve buna göre riskli grupları gözlem altında tutulması, erken dönemde gerekli psikolojik destek verilmesi, yakından takip edilmesi uygun olacaktır . GEREKÇE VE YÖNTEM: Çalışma 10 Eylül 2020-10 Mart 2022 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Selçuk Üniversitesi Göğüs Hastalıkları Ana Bilim Dalı COVID-19 kliniğinde yatan, daha önce tarafımızca belirlenen kriterlere göre uyan hastalar çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya, gönüllü̈ olarak onam veren 537 hasta dahil edildi. Hastalara Medical Research Council Scale-MRCS ve Hastane Anksiyete ve Depresyon ölçeği (HADÖ) uygulandı. Tüm veriler bilgisayar ortamında SPSS 25.0 paket programı kullanarak analiz edilmiştir. Değişkenler, frekans "n", yüzde "%", aritmetik ortalama "X̄", standart sapma "Sd", medyan (min-maks) olarak özetlenmiştir. Kategorik veriler Ki-Kare testi ile karşılaştırılıp çoklu gruplarda gruplar arası farkı incelemek için Bonferroni düzeltmesi kullanılmıştır. Değişkenler arasındaki ilişkinin boyutunu değerlendirmek için Çoklu Doğrusal Regresyon Analizi yapılmıştır. Çalışmada istatistiksel olarak anlamlılık düzeyi p<0,05 olduğu durumlar kabul edildi. BULGULAR: Çalışmamız 537 hastayla tamamlandı. Hastaların 307'ü (%57) erkek, 230'u (%42) kadındı. Yaş ortalamaları açısından hastalar arasında çok anlamlı fark saptanmadı. Çalışmadan herhangi bir sebeple çıkarılan hasta olmadı. Hastaların medeni durumu sorgulandığında 537 hasta (%99,4) evli, 2 hasta (%0,4) dul ve bir hasta (%0,2) bekardı. Hastaların eğitim seviyesi sorgulandığında 76 hasta (%14,2) İlk okul, 328 hasta (%61,1) Lise ve 133 hasta (%24,8) Üniversite bitirdiğini görüldü. Hastaların mesleği sorgulandığında 104 hasta (%19,6) memur, 131 hasta (%24,7) İşçi ve 296 hasta (%55,7) İşsiz idi. SONUÇ: Hastalığı ağır geçirenlerde, dispne skoru yüksek olanlarda, ileri yaş olanlarda anksiyete ve depresyon skorlarını yüksek bulduk. COVID-19 pandemisinin yarattığı sosyal izolasyon, dispne skorununun yüksek olması, iş gücü kaybı yaşamaları bu kişilerde anksiyete ve depresyon skorlarının yüksek olmasına neden oldu. Covid-19 hastalığına yakalananların tedavi sonrası fiziksel sağlığı açısından takip edilmesi ne kadar önemliyse, psikolojik sağlığı açısından takip o kadar önemlidir. Riskli grupları gözlem altında tutulması, erken dönemde gerekli psikolojik destek alınması, yakından takip edilmesi uygun olacaktır, hastalığın kendi yarattığı ölüm korkusu, nefes darlığı nedeniyle salgılanan endojen katekolaminler, uygulanan tedaviler, entübasyon yada non-invaziv mekanik ventilasyon tedavisi, yoğun bakımda yatış ve ölümleri görüme gibi faktörlere bağlı bu hastalarda ciddi anksiyete ve depresyon riskini artmaktadır. Çalışmamız anksiyete ve depresyon açısından risk gruplarını bildirmesi açısından değerlidir. Bu derecede ağır pandeminin daha önce olmaması, hastalığın yeni olması gibi nedenlerle bu konuda daha falza çalışma yapılması gerekliliği bulunmaktadır. Çalışmamızın bundan sonraki çalışmalarla destekleneceğini ummaktayız.
  • Öğe
    Üniversite öğrencilerinin siberkondri ve anksiyete düzeyinin ölçülmesi ve ilişkili faktörlerin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Tuna, Dilber Cemre; Marakoğlu, Kamile
    Amaç: Bu çalışmada Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Sağlık Bilimleri ve Hemşirelik Fakültesi, Fen Fakültesi ve Edebiyat Fakültesi 2. ve 3. sınıf öğrencilerinde siberkondri ve anksiyete düzeyinin ölçülmesi ve ilişkili olduğu faktörlerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu araştırma kesitsel tipte tanımlayıcı bir çalışma olarak planlandı. Selçuk Üniversitesi Etik Kurulu'ndan 07.12.2021 tarihli 2021/522 sayılı karar numarası ile onay aldı. 1 Şubat-30 Nisan 2022 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi 2. ve 3. sınıflarda eğitim gören 494 öğrenciden 419 (%84,8) öğrenci çalışmaya katıldı. Sağlık Bilimleri Fakültesi ve Hemşirelik Fakültesi 2. ve 3. sınıflarda eğitim gören 414 öğrenci, Fen Fakültesi ve Edebiyat Fakültesi 2. ve 3. sınıflarda öğrenim gören 423 öğrenci çalışmaya dahil edildi. 1256 katılımcı ile çalışma tamamlandı. Çalışmanın verileri, üç bölümden oluşan bir anket formu aracılığıyla yüz yüze toplandı. Birinci bölümde araştırmacı tarafından hazırlanan 26 sorudan oluşan sosyodemografik bilgi formu, ikinci bölümde 33 sorudan oluşan Siberkondri Ciddiyet Ölçeği (SCÖ), üçüncü bölümde ise 21 sorudan oluşan Beck Anksiyete Ölçeği (BAÖ) yer aldı. Veriler, Statistical Package for the Social Sciences (SPSS) versiyon 22.0 istatistik paket programında değerlendirildi. İstatistiksel anlamlılık p<0,05 olarak kabul edildi. Bulgular: Çalışmaya katılanların %67,2'si (n=844) kadın, %32,8'i (n=412) erkekti. Katılımcıların yaş ortalaması 20,90±1,38'di. Katılımcıların Siberkondri Ciddiyet Ölçeği (SCÖ) puan ortalaması 73,01±19,22, Beck Anksiyete Ölçeği (BAÖ) puan ortalaması 14,52±11,48 idi. Cinsiyetler arasında SCÖ puanı açısından istatistiksel açıdan anlamlı farklılık saptanmadı (p=0,142). Cinsiyete göre BAÖ puanları karşılaştırıldığında kadınların BAÖ puan ortalamaları, erkeklerin BAÖ puanına göre istatistiksel açıdan anlamlı şekilde yüksekti (p<0,001). Fakültelere göre SCÖ ortalama puanları karşılaştırıldığında, tıp fakültesi ve sağlık bilimleri-hemşirelik fakültesi puanlarının, diğer fakülte puanlarına göre istatistiksel açıdan anlamlı şekilde yüksek olduğu bulundu (p<0,001). Fakültelere göre BAÖ ortalama puanları karşılaştırıldığında sağlık bilimleri-hemşirelik fakültesi puanlarının, tıp fakültesi ve diğer fakülte puanlarına göre istatistiksel açıdan anlamlı şekilde yüksek olduğu bulundu (p=0,014). Öğrencilerden sosyal ağlardan ve internet sitelerinden elde edilen sağlık bilgisini güvenilir bulanların SCÖ puan ortalaması güvenilir bulmayanlara kıyasla anlamlı şekilde yüksek bulundu (p<0,001). Öğrencilerin internette geçirdiği ortalama süre haftada 24,06±14,70 saat, internette sağlıkla ilgili araştırma yaparak geçirdikleri ortalama süre haftada 2,31±3,48 saat bulundu. Katılımcıların sağlıkla ilgili internette geçirdikleri ortalama süre (saat/hafta) ile SCÖ puanı arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon tespit edildi (r=0,172, p<0,001). Katılımcıların BAÖ puanı ile SCÖ puanı arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon tespit edildi (r=0,247, p<0,001). Sonuç: Üniversite öğrencilerinde yapılan bu çalışmada öğrencilerin siberkondri puanları arttıkça anksiyete puanlarının da arttığı görülmüştür. Öğrencilerin fakültelerine göre siberkondri ve anksiyete düzeyleri de değişkenlik göstermiştir. Sağlık bilimleri-hemşirelik fakültesi ve tıp fakültesi öğrencilerinin siberkondri düzeyi diğer fakülte öğrencilerine göre anlamlı şekilde daha yüksek bulunmuştur. Sağlık bilimleri-hemşirelik fakültesi öğrencilerinin anksiyete düzeyleri, tıp fakültesi ve diğer fakülte öğrencilerine göre anlamlı şekilde daha yüksek bulunmuştur. Sağlık kuruluşuna ortalama başvuru sayısının, internet sitelerinden elde edilen sağlık bilgisini güvenilir bulma durumunun, sağlıkla ilgili internet kullanım süresinin, siberkondri düzeyleriyle ilişkili olduğu bulunmuştur.
  • Öğe
    Gastrointestinal sistemde uygulanan anastomozda katlanabilir stapler ile sirküler stapler etkinliğinin karşılaştırılması
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Şener, Sinan; Yılmaz, Hüseyin
    Amaç: Stapler kullanımı son yıllarda çok tercih edilse de mevcut staplerlerin boyutları itibariyle hasar verme, bazı operasyonlarda ek sütur gerektirmesi, mide ve özofagus cerrahisinde batın dışında yerleştirme yapılamaması dezavantajları arasındadır. Bu sebeplerle stapler mekanizmasında geliştirmeler yapılmıştır. Bu çalışmada da yeni geliştirilen katlanabilir anvile sahip sirküler staplerin mevcut staplere göre etkinliğinin araştırılması planlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışma Selçuk Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma ve Uygulama Merkezinin laboratuvarında yetiştirilmiş 12 adet New Zealand albino türü yetişkin dişi tavşanlara uygulanan cerrahi müdahaleler sonucu elde edilmiştir. Cerrahi müdahale sonunda anastomoz patlama basıncına ölçülüp kaydedilmiş ardından anastomoz hattının üçer cm etrafından doku çıkarılmıştır. Elde edilen piyesler Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Patoloji laboratuvarında çalışılmıştır. Elde edilen bulgular IBM SPSS 22.0 programında değerlendirilmiştir. Bulgular: Tavşanlar katlanabilir anvile sahip sirküler staplerin kullanıldığı çalışma grubu ve standart sirküler staplerin kullanıldığı kontrol grubu olarak ikiye ayrıldı. Anastomoz hattının iyileşmesini değerlendiren mekanik inceleme yöntemlerinden anastomoz patlama basıncı ile değerlendirme yapıldı. Anastomoz patlama basınçları karşılaştırıldığında; her iki grup arasında anlamlı bir farklılık bulunmadı. Histopatolojik değerlendirmelerde "inflamatuar granülom varlığı ve granülasyon dokusu oluşumu", "anastomoz mukozası reepitelizasyon", "kas tabakasının tahribatı" "anastomoz hattında inflamatuar infiltrasyon" skorları incelendi ve kontrol grubu ile çalışma grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık saptanmadı. Sonuç: Hem mekanik hem de histopatolojik değerlendirmelerde anlamlı farklılık bulunmaması nedeniyle; yeni tasarlanmış katlanabilir anvile sahip sirküler staplerin, standart sirküler staplerler ile aynı etkinlikte olduğunu ve rutin cerrahi ameliyatlarda kullanılması için daha fazla kontrollü deneysel çalışma yapılması gerektiğini düşünmekteyiz.
  • Öğe
    Travmatik kıkırdak defektinin rejenerasyonunda insanplatelet lizat ve düşük molekül ağırlıklı heparin protaminmikro-nanopartiküllerin etkinliğinin değerlendirilmesi: Deneysel çalışma
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Akbalık, Mehmet; Tosun, Zekeriya
    Rejeneratif tıp, organ ve doku kaybının neden olduğu hastalık ve yaralanmaların zorluklarını ele almak için yenilikçi yaklaşımlar sunan önemli bir alandır. Son yıllarda, rejeneratif tıpta önemli ilerlemeler kaydedilmiş ve çeşitli tedaviler geliştirilip ticarileştirilmiştir.Rejeneratif tıp, kemik, kıkırdakve bağ yaralanmalarının tedavisinde de büyük potansiyel taşımaktadır. Nanoteknolojinin gelişmesi ile üretilen yeni moleküller iskelet sistemi yaralanmalarının tedavisinde yeni olanaklar sunmaktadır. Platelet kaynaklı ürünler yumuşak doku ve iskelet sistemi lezyonlarının tedavisinde kullanılmaktadır. Plateletler, yara iyileşmesi sürecinde sentezledikleri proteinler ve moleküllerle aktif bir rol oynarlar. Özellikle Alfa granüllerinde bulunan büyüme faktörleri (PDGF, TGF-beta1, VEGF, FGF-2, HGF, EGF, IGF-1) yara iyileşmesinde önemli bir rol oynar. Bu faktörler, hücre proliferasyonunu, migrasyonunu ve doku yenilenmesini uyararak rejenerasyon sürecini hızlandırırlar. İnsan Platelet Lizatı, trombositlerin lizise uğratılmasıyla elde edilir. İçerdiği büyüme faktörleri ve sitokinler sayesinde doku iyileşmesini teşvik eder. İPL'nin PRP'den farkı, hücresiz bir yapıya sahip olması ve daha yüksek konsantrasyonlarda büyüme faktörleri içermesidir. Bu özellikleri sayesinde, İPL uzun süre düşük sıcaklıklarda saklanabilir ve PRP'ye göre daha uzun raf ömrüne sahiptir. Ayrıca, PRP'den farklı olarak, İPL'nin immunojenite endişelerini azaltması ve otolog olmamasına rağmen kullanılabilmesi büyük avantajlar sağlar. Plateletlerin rejenaratif tıpta kullanımındaki en önemli kısıtlılık büyme faktörlerinin ömrünün kısa olması ve ortamdan difüze olmasıdır. Bunu önlemek için büyüme faktür taşıyıcları ve stabilizatörleri araştırılmıştır. DMAH/P N-MP buna örnektir. DMAH ve protaminin 7/3 oranında birleşimi su içinde çözünmeyen nano/mikro partiküller oluşturabilir. DMAH/P N/MP bir polielektrolit komplekstir. Polielektrolit kompleksler (PEK'ler), zıt yük taşıyan polielektrolitler arasındaki elektrostatik etkileşimler sonucunda oluşurlar. Bu etkileşimlerin dengesiz oranlarda gerçekleşmesi durumunda her PEK parçacığının fazladan bir yük taşımasına neden olur. Proteinler, sentetik ve doğal PEK'lerle etkileşime geçebilir ve bağlanabilir DMAH/P N/MP, büyüme faktörlerini bağlanır. DMAH/P N/MP büyüme faktörlerini taşıyarak hücre proliferasyonunu ve rejenerasyonu teşvik eder. Ayrıca, bu partiküller kök hücrelerde bulunan integrin benzeri proteinlere bağlanarak vaskülarizasyonu ve fibröz doku oluşumunu tetikler. Kondral defektlerin yönetiminde kullanılan mevcut tedaviler arasında artroskopik debridman ve lavaj, osteokondral greftleme, otojen kondrosit implantasyonu ve kemik iliği stimülasyon teknikleri bulunmaktadır. Osteokondral otolog greftleme, yük binen alandaki kıkırdak defektlerini yük binmeyen bölgeden alınan otolog greft ile tedavi etmeyi amaçlar. Otojen kondrosit implantasyonu tekniği ise eklem kıkırdağından alınan hücrelerin uygun ortamlarda kültüre edilerek defekt bölgesine enjekte edilmesini içerir. Mikrofraktür tekniği bir kemik iliği stimülasyon tekniğidir. Mikrofraktür en çok destek bulan onarıcı yöntemlerden biridir. Bu teknikte, subkondral kemik plağı kontrollü olarak delinir böylece mezenkimal kök hücreler ve büyüme faktörleri defekt bölgesine çekilerek fibrokartilaj onarım dokusu oluşturulur. Bu çalışmada İPL ve DMAH/P N-M/P'nin kıkırdak rejenerasyonuna etkisinin değerlendirilmesi için tavşan kullanılarak deney modeli oluşturuldu. 5 grupta toplam 40 New Zealand tavşanda çalışma gerçekleştirildi. Medial parapatellar artrotomi yapıldı. Punch ile femoral trokleada 3 mm çapında 4 mm derinliğinde defekt oluşturuldu. Sadece 2. Gurup tavşanda punch ile oluşturulan defektte alınan greft yerine iade edlidi. İntraoperatif; 1. gruba 0.5 cc sf uygulandı. Çıkarılan kıkırdağın, greft olarak yerine iade edildiği 2. Gruba 0.5 cc sf enjeksiyonu yapıldı. 3. Guruba intraoperatif 0.5 cc insan platelet lizat enjekte edildi. 4. Guruba intraoperatif 0.5 cc düşük molekül ağırlıklı heparin protamin mikro-nanopartikül enjekte edildi. 5. Guruba intraoperatif 0.5 cc insan platelet lizat ve 0.5 cc düşük molekül ağırlıklı heparin protamin mikro-nanopartikül enjekte edildi. Post operatif 1. Ve 2. haftada intraartiküler 1. Gruba 0.5 cc SF, 2. Gruba 0.5 cc SF, 3 gruba 0.5 cc İPL, 4. Gruba DMAH/P N/MP, 5. Gruba 0.5 cc İPL ve 0.5 cc DMAH/P N/MP enjekte edildi. 6. Haftada tüm tavşanlar yüksek doz anestezi ile sakrifiye edildi. Bu çalışmada İPL kullanılan gurupta anjiyogenez ve kıkırdak proliferasyonunda SF kullanılan gruptan istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. Ancak İPL gurubu anjiyogenez ve VEGF değerlendirildiğinde DMAH/P N/MP gurubundan anlamlı olarak düşük bulunmuştur. Kıkırdak defektinde kemik iliği stimülasyonu için 2-4 mm derinlikte defektler önerilmektedir. Bizim çalışmamızda oluşturulan defekt derinliği 4mm'dir buda kemik iliğinin defekte dolmasını sağlamaktadır. Kemik iliği kaynaklı kök hücre ve büyüme faktörlerinin açığa çıkması iyileşmeyi tetiklemektedir. Çalışmamızda kullandığımız DMAH/P N/MP'lerin kemik iliği kaynaklı kök hücre ve büyüme faktörlerini stabilize ederek rejeneasyona katkı sağlaması beklenmiştir. İstatistiksel olarak değerlendirdiğimizde DMAH/P N/MP kullanılan grubun SF ve Greft grubuna göre ossifikasyon, anjiyogenez ve organizasyonda anlamlı olarak üstün olduğu sonucuna varılmıştır. Ayrıca yapılan pcr değerlendirmesinde VEGF DMAH/P N/MP grubunda SF,Greft grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Greft grubu histolojik değerlendirmesinde ossifikasyon, anjiyogenez ve organizasyonda DMAH/P N/MP ve DMAH/P N/MP -İPL gurubundan daha düşük çıksada kıkırdak hücre sayısında tüm diğer gruplardan anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur. Bu kıkırdak dokusunun avasküler, anöral ve oksijensiz ortamda sağkalımındaki başarısında bağlanmıştır. Hem histolojik değerlendirme hemde pcr değerlendirmesinde bütün serilerde DMAH/P N/MP ve DMAH/P N/MP -İPL gruplarında benzer sonuçlar çıkmıştır.Bu çalışmada bütün biyopsiler 6. haftada değerlendirilmiştir. 6. haftada tek başına DMAH/P N/MP, DMAH/P N/MP -İPL grubu ile benzer sonuç göstersede farklı zaman aralıklarında bunun değişkenlik gösterebileceği düşünülmektedir. Bunun için farklı zaman aralıklarında rejenerasyonu değerlendirecek ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. Deney sonucunda DMAH/P N/MP'nın rejenerasyona önemli ölçüde katkı sağladığı görülmüştür. Artiküler kartilaj defektinin rejenerasyonunda kemik iliği stimülasyonu için mikrofraktür veya drilleme birçok cerrah tarafından hala kullanılmaktadır. Kemik iliği stimülasyonu yapan bu yöntemlerle beraber, kök hücre ve büyüme faktörü stabilizatörü olan DMAH/P N/MP'nın kullanılması etkili bir silah olacaktır. Bu çalışmamızın literatüre en önemli katkısıdır.
  • Öğe
    Yenidoğan sepsisinde miyeloid kökenli baskılayıcı hücrelerin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Güler, Tuğba; Artaç, Hasibe
    Amaç: Yenidoğan sepsisi tüm dünyada, başlıca preterm yenidoğanlarda olmak üzere önemli bir morbidite ve mortalite nedeni olmaya devam etmektedir. Klinik bulgularının silik olması nedeniyle tanı koymak zordur ve hemen tedavi başlanmazsa genellikle ölümcüldür. Klinisyenler ampirik antibiyotik tedavisinin başlanması ve tedavinin ne zaman kesileceğine dair karar vermede zorluk yaşamaktadırlar. Bu nedenle, hızlı ve duyarlılığı yüksek bir biyobelirteç belirlemek çok önemlidir. Bu çalışmada miyeloid kökenli baskılayıcı hücrelerin (MDSC) lerin erken başlangıçlı yenidoğan sepsisi tanısının öngörülmesinde yeni bir biyobelirteç olarak kullanılıp kullanılamayacağının belirlenmesi; klinik parametreler, morbidite, mortalite ile olan ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Tek merkezli, prospektif ve vaka kontrollü olarak tasarlanan çalışmamıza yenidoğan yoğun bakım kliniğinde, sorumlu neonatoloji uzmanı tarafından, yaşamlarının ilk haftasında erken başlangıçlı sepsis düşünülerek ampirik antibiyotik tedavisi başlanan hastalar ile kontrol grubu olarak klinik ve laboratuvar bulguları ile erken başlangıçlı sepsis düşünülmeyen ve antibiyotik tedavisi almayan yenidoğanlar dahil edildi. Geç başlangıçlı neonatal sepsis tanısı alan, cerrahi girişim yapılan ve yaşamla bağdaşmayan doğumsal anomalisi olan yenidoğanlar çalışma grubundan dışlandı. Her iki grubun demografik bilgileri, klinik ve laboratuvar bulguları kaydedildi. Tam kan sayımı incelemesi için alınan kanın arta kalan kısmından MDSC' ler akım sitometrik olarak analiz edildi. Bulgular: Çalışmaya 48' i erken başlangıçlı sepsis tanılı, 48' i kontrol grubu olmak üzere toplam 96 yenidoğan dahil edildi. Sepsis tanılı hastaların 26' sı (%54,2) erkek ve 44' ü (%91,7) preterm yenidoğanlardan oluşmaktaydı. Erken başlangıçlı sepsis tanılı yenidoğanlarda; total MDSC, PMN- MDSC ve M- MDSC düzeylerinin, gebelik yaşı ve doğum ağırlığından bağımsız olarak, kontrol grubuna göre yüksek olduğu gösterildi (p=0,008; p=0,029; p=0,015). Kontrol grubunda gestasyonel yaşla birlikte terme doğru MDSC düzeyleri azalırken sepsis grubunda yüksekliğin devam ettiği gözlendi. Ayrıca, total MDSC için ROC eğrisi altında kalan alanın (AUC) değeri 0,74; PMN- MDSC için 0,70 olup, erken başlangıçlı sepsisin öngörülmesinde oldukça faydalı olduğu bulundu. Sepsis grubunda komplikasyonlar ile MDSC düzeylerinin ilişkisi incelendiğinde e- MDSC düzeyleri ile intraventriküler hemoraji gelişimi (r=0,455; p=0,001) ve mekanik ventilasyon gereksinimi arasında (r=0,293; p=0,043) anlamlı pozitif bir ilişki tespit edildi. Sepsis hastalarında total MDSC değerinin bir birim artması ile mortalite riskinin 1,06 kat, M- MDSC değerinin bir birim artması ile mortalite riskinin 1,36 kat arttığı saptandı. Sonuç: Bu çalışma; miyeloid kökenli baskılayıcı hücrelerin yenidoğanlarda erken başlangıçlı sepsis tanısında yüksek prediktif değere sahip olduğunu ve M- MDSC değerlerinin mortalite ile ilişkisini göstermiştir.
  • Öğe
    Diyabetik ayak yaralarında etken mikroorganizmaların ve antimikrobiyal duyarlılık paternlerinin araştırılması
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) İsmayıl, Aynur; Maçin, Salih
    Diabetes mellitus (DM), yaşam boyu süren, akut ve kronik komplikasyonları beraberinde getiren toplumsal bir hastalıktır. Kronik komplikasyonları fiziksel, zihinsel ve ekonomik yüke neden olur. Diyabetik ayak (DA), ülserasyon, enfeksiyon ve gangren gibi diyabete bağlı bir dizi alt ekstremite komplikasyonlarını tanımlayan klinik terimdir ve kardiyovasküler hastalıktan sonra en sık görülen tipik DM komplikasyonudur. Diyabetik ayak yarası (DAY) zayıf glisemik kontrol, nöropati, periferik vasküler hastalık veya kötü ayak bakımı sonucu olup, ayak osteomiyeliti ve alt ekstremite ampütasyonunun en sık nedenlerinden biridir. Bu çalışmadaki amaç diyabetik ayak enfeksiyonu (DAE)'nda etken aerob, anaerop bakteriler ve mantarların prospektif olarak araştırılmasıdır. Aynı zamanda DAY kültürlerinden elde edilen etken mikroorganizmaların antimikrobiyal duyarlılıkları araştırılacak olup, bununla da tedaviye katkı sağlanması, hasta bakım masraflarının azaltılması ve ampütasyon gibi ciddi komplikasyonların önlenmesi amaçlanmaktadır. Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne 1 Mart 2022 – 1 Nisan 2023 tarihleri arasında başvuran tip 2 DM'li 50 hastadan alınan 59 örnek çalışmaya dahil edilmiştir. 59 örneğin 44'ünde üreme saptanırken 15 örnekte ise üreme olmadı. Üreme saptanan 44 örnekten toplam 57 mikroorganizma saptandı. Mikroorganizmaların tür düzeyinde tanımlanması ve antimikrobiyal duyarlılık testleri için BD Phoenix TM otomatize sistem kullanılmıştır. Anaerob mikroorganizmaların antimikrobiyal duyarlılığı gradyan E- test yöntemiyle test edilmiştir. Çalışma sonucuna göre DAE'de en sık (%65) etken Gram-negatif aerob bakteriler olup, bunların büyük çoğunluğu (%65) çoklu ilaca dirençli (MDR) olarak saptanmıştır. Monomikrobiyal enfeksiyon nedeni olarak en sık S. aureus izole edilmiş ve MRSA oranı % 27 olarak bulunmuştur. Çalışmanın sonuçları Gram-pozitif etkenlere vankomisin, teikoplanin ve linezolidin en etkili antibiyotikler olduğunu göstermiştir. Gram-negatif etkenlere karşı en etkili antibiyotikler ise seftolozan/tazobaktam, piperasilin/tazobaktam, meropenem, ertapenem, kolistin ve amikasin olarak bulunmuştur. Ampirik tedavi Pseudomonas cinsi bakterilere etki edecek kadar geniş Gram-negatif etkinliğe sahip olmalı ve Gram-pozitif kokları da kapsamalıdır. Çalışmamızda DM'li hastalarda yüksek mikroorganizma izolasyon oranı ve antibiyotik direnç oranları saptanmıştır. Gram-negatif etkenlerin büyük çoğunluğunun MDRO'lardan oluştuğu dikkate alındığında akılcı antibiotik kullanımının önemi bir kez daha ortaya çıkar. Tüm bu bulgular ışığında ülkemizde diyabetik ayak merkezleri sayısının arttırılması ve ayak bakımı eğitiminin verilmesi büyük önem arzetmektedir. Bu konuda çalışacak olan sağlık personellerinin düzenli eğitimler alması ve toplumu bilinçlendirmesi DM komplikasyonlarının yıkıcı etkilerini azaltabilir. Diyabetin yaşam tarzı değişikliklerine bağlı %80 önlenebilir bir hastalık olduğu dikkate alınmalı ve sağlıklı hayat tarzı konusunda toplumsal bilinçlendirmenin önemi vurgulanmalıdır.
  • Öğe
    Yoğun bakım ünitesine başvuran COVİD-19 hastalarında kırılganlık prevalansının belirlenmesi ve mortalite ile ilişkisinin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Değirmencioğlu, Sinan; Çelik, Jale Bengi
    Şiddetli akut solunum sendromu koronavirüs 2 enfeksiyonu Wuhan şehrinden dünyaya yayıldıktan sonra pekçok insan pandemiden etkilendi. Hastalar SARS-CoV-2'ye bağlı akut solunum yetmezliği kliniği ile yoğun bakım ünitelerine kabul edildi. Pandemide ilerleyen zamanda yaş grubunun daha genç hastalara doğru kayması ve enfeksiyona yönelik daha çok bilgi sahibi olunmasıyla beraber yoğun bakım ünitelerinden taburculuk oranları arttı. Çalışmamız tek merkezli prospektif gözlemsel kohort çalışmasıdır. COVİD-19 tanısı konmuş ve yoğun bakım ünitesine kabul edilen ≥18 yaş üstü hastalar dahil edildi. Gebelik durumu ve travma hastası olanlar çalışma dışı bırakıldı. Verilerimize yoğun bakım kabulden önce yapılan tetkikleri, tedavi sürecindeki veriler ve kabulden itibaren 6 ay sonrasındaki mortalite verileri dahil edildi. Kırılganlıkta görsel açıklamalı ve dokuz noktalı klinik kırılganlık scalasının Türkçe sürümünü kullandık. Kırılganlık skorunun ≥5 puan alan hastalar "kırılgan" olarak, <5 puan alanlar "kırılgan değil" şeklinde kaydedildi. Çalışmamızda primer sonuç kırılganlık durumuyla 6 aylık mortalitenin ilişkisiydi, ikincil sonuç kırılganlık durumuyla YBÜ içi mortalitenin ilişkisiydi Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Yerel Etik Kurul tarafından çalışmamızın etik kurulu onaylandı. Çalışma kohortumuzda toplam 137 hastayı analiz ettik. Kohort yaşı median(IQR) 72 (60-79) yıl ve 68 hasta (49.6%) kadındı. YBÜ'de tedavi esnasında 66 (48.20%) hasta öldü. YBÜ'ye kabulden itibaren 6 ay süre içerisinde 94 (68.6%) hasta öldü. Çalışma kohortumuzda klinik kırılganlık skoru median(IQR) 6 (4-7)'ydı ve 79 (57.7%) hasta kırılgan olarak saptandı. Yoğun bakım içi hayatta kalan ve mortalite görülen gruplar arasında sırasıyla klinik kırılganlık skoru median(IQR) 4(3-6) ve 7(5-9) (p<0.0001), kırılganlık kategorisinde istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p<0.0001). Klinik kırılganlık skoru ve kırılganlık durumunun ölüm riski için lojistik regresyon analizinde bağımsız risk faktörü olarak belirlendi (p<0.0001). Yoğun bakım ünitesi 6 aylık hayatta kalan ve mortalite görülen gruplar arasında sırasıyla klinik kırılganlık skoru median(IQR) 4(3-6) ve 6(4-8) (p<0.0001), kırılganlık kategorisinde istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p<0.0001). Klinik kırılganlık skoru ve kırılganlık durumunun 6 aylık ölüm riski için lojistik regresyon analizinde bağımsız risk faktörü olarak belirlendi (p<0.0001). Kırılganlık tüm yaş gruplarında COVİD-19 YBÜ'de kısa ve uzun mortalite tahmininde kullanılabilir. YBÜ kabulünde tarama aracı olarak kırılganlığın kullanılması öneririz.
  • Öğe
    Tinnitus şiddetinin, tinnitus handikap envanteri ve kısa semptom envanteri ile karşılaştırılması
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Karakayaoğlu, Harun; Çolpan, Bahar
    Amaç: Çalışmamızın amacı subjektif tinnituslu hastalarda Tinnitus Handikap Envanteri (THE) ve Kısa Semptom Envanteri (KSE)'nden faydalanılarak, tinnitusun hastanın yaşamını ne şekilde ve hangi derecede etkilediğini, bu anket puanlarının ve alt başlıklarının tinnitus şiddeti ile tinnitus frekansı arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktır. Yöntem: Çalışmamızda, 01.08.2021-01.08.2022 tarihleri arasında, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları polikliniğine, en az 3 ay süren, tek taraflı/çift taraflı, pulsatil olmayan tinnitus yakınması ile başvuran, 18-65 yaş arası olgular incelendi. Kulak burun boğaz polikliniğinde muayene edilen hastaların otoskopik bakıları, odyometrik incelemeleri ve gerekli görülen vakaların kranial görüntülemeleri yapıldı ve kan tetkikleri istendi. Hastalarla görüşme yapılarak ayrıntılı anamnezleri alındı. Subjektif tinnitus hastalarına tinnitus süresi ve tarafı sorularak odyometrik incelemeler ile tinnitus frekansı ve şiddeti belirlendi. Ardından Tinnitus Handikap Envanteri ve Kısa Semptom Envanteri ölçekleri uygulandı. Bulgular: Çalışma neticesinde elde edilen verilere göre THE puanı ile yaş, cinsiyet, tinnitus süresi, tinnitus lokalizasyonu ve tinnitusun psikoakustik özellikleri arasında anlamlı bir farklılığın olmadığı görülmüştür. KSE alt başlıklarının değerleri yaş, cinsiyet, tinnitus süresi ve tinnitus lokalizasyonu ile karşılaştırıldığında sadece somatizasyon alt başlığının erkek cinsiyette anlamlı bir farklılık gösterdiği görülmüştür. KSE alt başlıklarının tinnitusun psikoakustik özellikleriyle yapılan karşılaştırılmasında ise anksiyete, somatizasyon ve olumsuz benlik alt başlıklarının sağ kulaktaki tinnitus şiddetleri ile anlamlı bir farklılık oluştururken, sol kulaktaki tinnitus şiddetleri ile anlamlı bir farklılık oluşturmadığı görülmüştür. Aynı şekilde anksiyete, somatizasyon ve olumsuz benlik alt başlıkları ile her iki kulaktaki tinnitusun frekans değerleri arasında anlamlı bir farklılık olduğu görülmüştür. Ayrıca THE ile KSE alt başlıklarının değerleri karşılaştırıldığında THE puanı arttıkça KSE alt başlıklarında anlamlı farklılıklar oluştuğu gözlenmiştir. Sonuç: Çalışmamız her iki anketin tinnitus hastalarının sosyodemografik özellikleriyle, tinnitusun karakteristik ve psikoakustik özellikleriyle olan ilişkisini ortaya koymaktadır. Tinnitusun değerlendirilirken hastaların ruhsal özelliklerinin de göz önünde bulundurulması gerektiğini göstermektedir.
  • Öğe
    Ankilozan spondilitli hastalarda lumbosakral transizyonel vertebra sıklığı ve hastalık aktivitesi üzerine etkisi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2023) Sevindik, Serkan; Levendoğlu, Funda
    Giriş ve Amaç: Bu çalışma ile aksiyel spondiloartritli hastalarda lumbosakral transizyonel vertebra prevalansını çok boyutlu olarak değerlendirmek, hastalık aktivitesine LSTV varlığının katkısını belirlemek ve klinik ilişkiyi araştırmak amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza ASAS kriterlerine göre ax-SpA tanısı konmuş 177 hasta alındı. Hastaların demografik bilgileri, hastalık süresi, kullanılan ilaç tedavileri, sedimantasyon ve CRP değerleri kaydedildi. Hastalık aktivitesini değerlendirmek için BASDAI (Bath Ankilozan Spondilit Hastalık Aktivite İndeksi) ve ASDAS (Ankilozan Spondilit Hastalık Aktivite Skoru), hastaların fonksiyonel durumunu değerlendirmek için BASFI (Bath Ankilozan Spondilit Fonksiyonel İndeksi), spinal mobilite ölçümü için ise BASMI (Bath Ankilozan Spondilit Metroloji İndeksi), fiziksel işleyişini değerlendirmek için HAQ (Sağlık Değerlendirme Anketi) ve EQ-5D-3L Genel Yaşam Kalitesi anketi kullanıldı. Bulgular: Çalışmaya alınan 177 hastanın 51'inde LSVT (%28,8 LSTV varlığı) saptandı. 126 tanesinde (%71,2) LSTV tespit edilmedi. 177 hastanın %55,9'u r-axSpA, %44,1'i nr-axSpA'lıydı. R-axSpA'lıların %32,3'ünde, nr-axSpA'lıların ise %24,4'ünde LSTV varlığı saptandı. R-axSpA ve nr-axSpA hastalarında LSTV varlığı benzer tespit edildi. R-axSpA'lılarda erkek cinsiyet, sigara kullanma oranı, biyolojik ajan kullanımı ve HLA-B27 pozitiflik oranı daha fazlaydı. Diğer demografik özelliklerde farklılık saptanmadı. R-axSpA ve nr-axSpA hastalarında BASDAI, BASFI, HAQ, EQ-5D-3L skorları benzerdi. ASDAS-CRP ve BASMI skorlarına göre r-axSpA'lıların değerleri anlamlı yüksekti. LSTV olan 51 hastanın %62,7'si tip 1 LSTV'ydi. LSTV sıklığının ax-SpA'nın radyografik veya nonradyografik olması ile ilişkili fark saptanmadı. LSTV olan ve olmayan grupta sosyodemografik özellikleri benzerdi. VAS, BASDAI, BASFI, ASDAS-CRP, BASMI, HAQ, EQ-5D-5L skorları açısından anlamlı farklılık ve hastalık aktivasyon farkı saptanmadı. Sonuç: AxSpA'lı hastalarda LSTV prevalansı %28,8 bulundu. R-axSpA'lılarda ve nr-axSpA'lılarda bu oran sırasıyla 32,3 ve 24,4 şeklindeydi. Literatürle uyumlu olarak LSTV prevalansı yüksekti. AxSpA'lı hastalarda ağrı skorları ve klinik hastalık aktivite testleri açısından LSTV saptanan ve saptanmayan hastalar arasında farklılık bulunmadı. Çalışmadaki, çalışma popülasyonu genel popülasyonu temsil etmemektedir. Bu nedenle, genel popülasyonda LSTV ile ilişkili klinik parametreler hakkında açıklama yapamadı. Bu çalışmanın bir sınırlaması da küçük örneklem büyüklüğüdür. AxSpA tanılı hastalarda LSTV prevalansı ve hastalık aktivisine katkısını belirleyip tedavi izleminde karar verilebilmesi için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır. Anahtar sözcükler: Spondiloartrit; Aksiyel spondiloartrit; Ankilozan spondilit; Lumbosakral transizyonel vertebra.
  • Öğe
    Tıp fakültesi öğrencilerinde irritabl barsak sendromu görülme sıklığı ve ilişkili faktörlerin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Çiftci, Sümeyye Betül; Marakoğlu, Kamile
    Amaç: İrritabl Barsak Sendromu (IBS) toplumda sık görülen bireylerin günlük yaşamlarına ve toplum ekonomisi üzerine olumsuz etkileri olan bir fonksiyonel barsak hastalığıdır. Tıp fakültesi öğrencileri yüksek akademik stres, yoğun çalışma saatleri, sınav yükü, anksiyete ve depresyon oranlarının yüksek olması gibi sebeplerle risk altındadır. Bu çalışma ile tıp fakültesi öğrencilerinde IBS görülme sıklığı ve etkileyen faktörlerin değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Bu çalışma, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik kurulunun 24.10.2023 tarihli toplantısında 2023/490 sayılı kararı ile onaylandı. Çalışmanın evrenini Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 2023-2024 eğitim öğretim yılında Aralık-Ocak döneminde öğrenim görmekte olan tıp fakültesi öğrencileri oluşturdu. Dönem I-VI arası öğrenim gören 1466 öğrencinin %81'ine ulaşılarak toplam 1188 katılımcı ile çalışma gerçekleştirildi. Çalışmanın verileri, iki bölümden oluşan bir anket formu aracılığıyla yüz yüze toplandı. Birinci bölümde araştırmacı tarafından hazırlanan 28 sorudan oluşan sosyodemografik bilgi formu ve Roma IV kriterleri, ikinci bölümde Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği yer aldı. Veriler, Statistical Package for the Social Sciences (SPSS) versiyon 25.0 istatistik paket programında değerlendirildi. İstatistiksel anlamlılık p<0,05 olarak kabul edildi. Bulgular: Çalışmaya katılan öğrencilerin yaş ortalamaları 21,35±2,46 olarak bulundu. Öğrencilerin %54,3'ü kadın (n=645), %45,7'si (n=543) erkek idi. Çalışmada IBS prevalansı %20,9 olarak bulundu. IBS prevalansı kız öğrencilerde anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,001). 3. Sınıf öğrencilerinde IBS sıklığı istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunurken 6. Sınıf öğrencilerinde diğer sınıflara oranla düşük bulundu (p<0,001). 3. Sınıf tıp öğrencilerinde anormal anksiyete sıklığı anlamlı yüksek idi (p<0,001). Haftalık yapılan fiziksel aktivite arttıkça IBS sıklığının azaldığı bulundu ancak istatistiksel olarak anlamlı değildi. Beslenme, sigara ve alkol kullanımı, düzenli kahvaltı yapma, BMI, uyku ve yaş ile IBS arasında anlamlı ilişki bulunmadı. IBS saptanan öğrencilerin ailelerinde IBS tanılı birey olma sıklığı istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulundu (p=0,006). IBS saptanan öğrencilerde son 6 ay içerisinde kişiyi çok üzen etkisi uzun süre devam eden olay yaşama sıklığı istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p<0,001). IBS'li öğrencilerde daha önce seyahat öyküsü geçirmiş olma sıklığı istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu (p<0,001). Bilinen tanılı hastalığı olan öğrencilerde IBS sıklığı istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek saptandı (p<0,001). Düzenli ilaç kullanımı olan öğrencilerde IBS sıklığı istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek saptandı (p=0,007). IBS saptanan öğrencilerde HADÖ anksiyete ve depresyon puanları istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek saptandı (p<0,001). Sonuç: Tıp fakültesi öğrencileri uzun ve yoğun çalışma saatleri, sınav yükü, yaşam düzensizliği, hasta yönetimi sorumlulukları nedeniyle yüksek düzeyde psikolojik stres, anksiyete ve depresyona sahiptir. Bu nedenler tıp fakültesi öğrencilerinin fizyolojik yapısına etki etmekte, IBS gibi multifaktöriyel hastalıkların toplumdan daha yüksek sıklıkta görülmesine neden olmaktadır. Tıp fakültelerinde ilk yıldan itibaren eğitim programları oluşturulmalı stres, dengesiz beslenme gibi karşılaşabilecekleri risk faktörleri hakkında bilgi sahibi olmaları sağlanmalıdır. Tıp fakültesi öğrencilerine stresle baş etme yöntemleri hakkında eğitim verilmeli, bilişsel duygu düzenleme becerilerini kazanmaları sağlanmalıdır. Sonuç: Tıp fakültesi öğrencileri uzun ve yoğun çalışma saatleri, sınav yükü, yaşam düzensizliği, hasta yönetimi sorumlulukları nedeniyle yüksek düzeyde psikolojik stres, anksiyete ve depresyona sahiptir. Bu nedenler tıp fakültesi öğrencilerinin fizyolojik yapısına etki etmekte, IBS gibi multifaktöriyel hastalıkların toplumdan daha yüksek sıklıkta görülmesine neden olmaktadır. Tıp fakültelerinde ilk yıldan itibaren eğitim programları oluşturulmalı stres, dengesiz beslenme gibi karşılaşabilecekleri risk faktörleri hakkında bilgi sahibi olmaları sağlanmalıdır. Tıp fakültesi öğrencilerine stresle baş etme yöntemleri hakkında eğitim verilmeli, bilişsel duygu düzenleme becerilerini kazanmaları sağlanmalıdır.
  • Öğe
    Omuz cerrahisinde postoperatif ağrının önlenmesinde perikapsüler sinir grubu bloğunun etkinliği
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Sevgili, Ali; Aslanlar, Emine
    Amaç: Omuz cerrahisi, en yaygın uygulanan ortopedik prosedürlerden biridir ve postoperatif ağrı hastalar için büyük bir problemdir. Ağrının etkin bir şekilde kontrol edilmesi hastanın konforu açısından son derece önemlidir. Perikapsüler sinir grubu (PENG) bloğu, yakın zamanda tanımlanan bir bloktur. PENG blok, deltoid kas ile subskapularis tendonu arasına lokal anestezik ilaç enjekte edilerek yapılır ve motor blok oluşturmadan sadece duyusal blok sağlar. PENG bloğun etkinliği literatürdeki birkaç olgu sunumunda belirtilmiş fakat bu blokla ilgili prospektif klinik bir çalışma yapılmamıştır. Bu çalışmanın amacı PENG bloğun artroskopik omuz cerrahisinde postoperatif ağrı üzerine etkisini araştırmak ve komplikasyonlarını değerlendirmektir. Yöntem: Çalışmaya genel anestezi altında artroskopik omuz cerrahisi planlanmış olan 18-65 yaş arası, ASA I-III fizizksel statusa sahip ve periferik sinir bloğu uygulaması için kontrendikasyonu olmayan hastalar dahil edilmiştir. Hastalar randomize şekilde iki gruba ayrıldıktan sonra preoperatif dönemde bir gruba (Grup PENG) 20 ml %0,5 konsantrasyonda bupivacain ile perikapsüler sinir grubu bloğu yapılmış, diğer gruptaki hastalara ise blok yapılmamış ve kontrol grubu (Grup K) olarak takip edilmiştir. Tüm hastalara hasta kontrollü analjezi cihazı ile morfin verilmiştir. Postoperatif 0, 4, 8, 12 ve 24. saatlerde NRS skoru ve morfin tüketimi değerlendirilmiştir. Postoperatif 12. Ve 24. saatlerde ise QoR-15 anketi uygulanmıştır. Her iki grup arasındaki NRS skorları, morfin tüketimi, kurtarıcı analjezik ihtiyacı ve QoR-15 anket puanları karşılaştırılarak PENG bloğun omuz cerrahisinde postoperatif ağrı üzerine etkisi araştırılmıştır. Bulgular: Perikapsüler sinir grubu bloğu yapılan hastalarımızın postoperatif 0. ve 4. Saatteki NRS skorları kontrol grubundan anlamlı oranda düşük bulundu (sırası ile p<0,001 ve p=0,006). Morfin kullanımı açısından her iki grup arasında fark yoktu (p=0,403). Fakat kurtarıcı analjezik kullanımı, Grup PENG'te kontrol grubuna göre anlamlı şekilde daha azdı (p=0,028). Postoperatif 12. ve 24. saatteki QoR-15 skorları Grup PENG'te anlamlı olarak yüksekti (sırası ile p=0,040 ve p=0,004). Sonuç: Artroskopik omuz cerrahisinde preoperatif dönemde yapılan PENG blok, postoperatif 0-4. saatlerde etkin analjezi sağlamaktadır ve iyileşme kalitesini olumlu yönde etkilemektedir.
  • Öğe
    Travmatik kıkırdak defektinin rejenerasyonunda insanplatelet lizat ve düşük molekül ağırlıklı heparin protaminmikro-nanopartiküllerin etkinliğinin değerlendirilmesi: Deneysel çalışma
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Akbalık, Mehmet; Tosun, Zekeriya
    Rejeneratif tıp, organ ve doku kaybının neden olduğu hastalık ve yaralanmaların zorluklarını ele almak için yenilikçi yaklaşımlar sunan önemli bir alandır. Son yıllarda, rejeneratif tıpta önemli ilerlemeler kaydedilmiş ve çeşitli tedaviler geliştirilip ticarileştirilmiştir.Rejeneratif tıp, kemik, kıkırdakve bağ yaralanmalarının tedavisinde de büyük potansiyel taşımaktadır. Nanoteknolojinin gelişmesi ile üretilen yeni moleküller iskelet sistemi yaralanmalarının tedavisinde yeni olanaklar sunmaktadır. Platelet kaynaklı ürünler yumuşak doku ve iskelet sistemi lezyonlarının tedavisinde kullanılmaktadır. Plateletler, yara iyileşmesi sürecinde sentezledikleri proteinler ve moleküllerle aktif bir rol oynarlar. Özellikle Alfa granüllerinde bulunan büyüme faktörleri (PDGF, TGF-beta1, VEGF, FGF-2, HGF, EGF, IGF-1) yara iyileşmesinde önemli bir rol oynar. Bu faktörler, hücre proliferasyonunu, migrasyonunu ve doku yenilenmesini uyararak rejenerasyon sürecini hızlandırırlar. İnsan Platelet Lizatı, trombositlerin lizise uğratılmasıyla elde edilir. İçerdiği büyüme faktörleri ve sitokinler sayesinde doku iyileşmesini teşvik eder. İPL'nin PRP'den farkı, hücresiz bir yapıya sahip olması ve daha yüksek konsantrasyonlarda büyüme faktörleri içermesidir. Bu özellikleri sayesinde, İPL uzun süre düşük sıcaklıklarda saklanabilir ve PRP'ye göre daha uzun raf ömrüne sahiptir. Ayrıca, PRP'den farklı olarak, İPL'nin immunojenite endişelerini azaltması ve otolog olmamasına rağmen kullanılabilmesi büyük avantajlar sağlar. Plateletlerin rejenaratif tıpta kullanımındaki en önemli kısıtlılık büyme faktörlerinin ömrünün kısa olması ve ortamdan difüze olmasıdır. Bunu önlemek için büyüme faktür taşıyıcları ve stabilizatörleri araştırılmıştır. DMAH/P N-MP buna örnektir. DMAH ve protaminin 7/3 oranında birleşimi su içinde çözünmeyen nano/mikro partiküller oluşturabilir. DMAH/P N/MP bir polielektrolit komplekstir. Polielektrolit kompleksler (PEK'ler), zıt yük taşıyan polielektrolitler arasındaki elektrostatik etkileşimler sonucunda oluşurlar. Bu etkileşimlerin dengesiz oranlarda gerçekleşmesi durumunda her PEK parçacığının fazladan bir yük taşımasına neden olur. Proteinler, sentetik ve doğal PEK'lerle etkileşime geçebilir ve bağlanabilir DMAH/P N/MP, büyüme faktörlerini bağlanır. DMAH/P N/MP büyüme faktörlerini taşıyarak hücre proliferasyonunu ve rejenerasyonu teşvik eder. Ayrıca, bu partiküller kök hücrelerde bulunan integrin benzeri proteinlere bağlanarak vaskülarizasyonu ve fibröz doku oluşumunu tetikler. Kondral defektlerin yönetiminde kullanılan mevcut tedaviler arasında artroskopik debridman ve lavaj, osteokondral greftleme, otojen kondrosit implantasyonu ve kemik iliği stimülasyon teknikleri bulunmaktadır. Osteokondral otolog greftleme, yük binen alandaki kıkırdak defektlerini yük binmeyen bölgeden alınan otolog greft ile tedavi etmeyi amaçlar. Otojen kondrosit implantasyonu tekniği ise eklem kıkırdağından alınan hücrelerin uygun ortamlarda kültüre edilerek defekt bölgesine enjekte edilmesini içerir. Mikrofraktür tekniği bir kemik iliği stimülasyon tekniğidir. Mikrofraktür en çok destek bulan onarıcı yöntemlerden biridir. Bu teknikte, subkondral kemik plağı kontrollü olarak delinir böylece mezenkimal kök hücreler ve büyüme faktörleri defekt bölgesine çekilerek fibrokartilaj onarım dokusu oluşturulur. Bu çalışmada İPL ve DMAH/P N-M/P'nin kıkırdak rejenerasyonuna etkisinin değerlendirilmesi için tavşan kullanılarak deney modeli oluşturuldu. 5 grupta toplam 40 New Zealand tavşanda çalışma gerçekleştirildi. Medial parapatellar artrotomi yapıldı. Punch ile femoral trokleada 3 mm çapında 4 mm derinliğinde defekt oluşturuldu. Sadece 2. Gurup tavşanda punch ile oluşturulan defektte alınan greft yerine iade edlidi. İntraoperatif; 1. gruba 0.5 cc sf uygulandı. Çıkarılan kıkırdağın, greft olarak yerine iade edildiği 2. Gruba 0.5 cc sf enjeksiyonu yapıldı. 3. Guruba intraoperatif 0.5 cc insan platelet lizat enjekte edildi. 4. Guruba intraoperatif 0.5 cc düşük molekül ağırlıklı heparin protamin mikro-nanopartikül enjekte edildi. 5. Guruba intraoperatif 0.5 cc insan platelet lizat ve 0.5 cc düşük molekül ağırlıklı heparin protamin mikro-nanopartikül enjekte edildi. Post operatif 1. Ve 2. haftada intraartiküler 1. Gruba 0.5 cc SF, 2. Gruba 0.5 cc SF, 3 gruba 0.5 cc İPL, 4. Gruba DMAH/P N/MP, 5. Gruba 0.5 cc İPL ve 0.5 cc DMAH/P N/MP enjekte edildi. 6. Haftada tüm tavşanlar yüksek doz anestezi ile sakrifiye edildi. Bu çalışmada İPL kullanılan gurupta anjiyogenez ve kıkırdak proliferasyonunda SF kullanılan gruptan istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. Ancak İPL gurubu anjiyogenez ve VEGF değerlendirildiğinde DMAH/P N/MP gurubundan anlamlı olarak düşük bulunmuştur. Kıkırdak defektinde kemik iliği stimülasyonu için 2-4 mm derinlikte defektler önerilmektedir. Bizim çalışmamızda oluşturulan defekt derinliği 4mm'dir buda kemik iliğinin defekte dolmasını sağlamaktadır. Kemik iliği kaynaklı kök hücre ve büyüme faktörlerinin açığa çıkması iyileşmeyi tetiklemektedir. Çalışmamızda kullandığımız DMAH/P N/MP'lerin kemik iliği kaynaklı kök hücre ve büyüme faktörlerini stabilize ederek rejeneasyona katkı sağlaması beklenmiştir. İstatistiksel olarak değerlendirdiğimizde DMAH/P N/MP kullanılan grubun SF ve Greft grubuna göre ossifikasyon, anjiyogenez ve organizasyonda anlamlı olarak üstün olduğu sonucuna varılmıştır. Ayrıca yapılan pcr değerlendirmesinde VEGF DMAH/P N/MP grubunda SF,Greft grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Greft grubu histolojik değerlendirmesinde ossifikasyon, anjiyogenez ve organizasyonda DMAH/P N/MP ve DMAH/P N/MP -İPL gurubundan daha düşük çıksada kıkırdak hücre sayısında tüm diğer gruplardan anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur. Bu kıkırdak dokusunun avasküler, anöral ve oksijensiz ortamda sağkalımındaki başarısında bağlanmıştır. Hem histolojik değerlendirme hemde pcr değerlendirmesinde bütün serilerde DMAH/P N/MP ve DMAH/P N/MP -İPL gruplarında benzer sonuçlar çıkmıştır.Bu çalışmada bütün biyopsiler 6. haftada değerlendirilmiştir. 6. haftada tek başına DMAH/P N/MP, DMAH/P N/MP -İPL grubu ile benzer sonuç göstersede farklı zaman aralıklarında bunun değişkenlik gösterebileceği düşünülmektedir. Bunun için farklı zaman aralıklarında rejenerasyonu değerlendirecek ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. Deney sonucunda DMAH/P N/MP'nın rejenerasyona önemli ölçüde katkı sağladığı görülmüştür. Artiküler kartilaj defektinin rejenerasyonunda kemik iliği stimülasyonu için mikrofraktür veya drilleme birçok cerrah tarafından hala kullanılmaktadır. Kemik iliği stimülasyonu yapan bu yöntemlerle beraber, kök hücre ve büyüme faktörü stabilizatörü olan DMAH/P N/MP'nın kullanılması etkili bir silah olacaktır. Bu çalışmamızın literatüre en önemli katkısıdır.
  • Öğe
    Desellülarize sinir grefti ile periferik sinir defektlerinin onarımında wharton jeli kaynaklı mezenkimal kök hücre, conditioned medium ve cerrahi anjiyogenezin sinir rejenerasyonu üzerindeki etkinliğinin araştırılması: Deneysel çalışma
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Eker, Oğuz; Tosun, Zekeriya
    Giriş Periferik sinir defektleri duyusal ve motor fonksiyon kaybına yol açan, klinik pratikte sık karşılaşılan önemli bir sorundur. Otogreftler kritik boyuttaki defektlerin onarımında altın standart olarak görülmekle birlikte duyu kaybı, nöroma, ağrı ve skar gibi donör alan problemlerine ve uzamış operasyon süresine neden olabilmektedir (4). Literatürde otogreftlere alternatif olabilecek asellüler sinir allogreftleri (ASG) tanımlanmış olsa da ASG ile fonksiyonel kazanımlarda henüz istenilen düzeye ulaşılamamış olması araştırmacıları ek arayışlara yönlendirmiştir. Bu çalışmanın amacı, periferik sinir defektlerinin ASG ile onarımlarında daha iyi fonksiyonel rejenerasyon sağlayabilmek için Wharton Jeli kaynaklı mezenkimal kök hücre (WJ-MKH), Conditioned medium (CM) ve cerrahi anjiyogenezin (CA) etkinliğinin değerlendirilmesidir. Gereç ve Yöntem A. Çalışma Planı Etik kurul onayını takiben 56 adet, 7-12 haftalık, 250-350 gr Wistar Albino cinsi erkek rat çalışmaya dahil edildi. Her grupta 8 rat olacak şekilde rastgele 7 gruba ayrıldı. Tüm ratların sol arka ekstremitesinde, literatürde tanımlanan kritik boyutta 10 mm'lik siyatik sinir defekt modeli oluşturuldu. Grup 1: Kontrol grubu, Otogreftle onarım Grup 2: ASG Grup 3: ASG + WJ-MKH Grup 4: ASG + CM Grup 5: ASG + CA Grup 6: ASG + WJ-MKH + CA Grup 7: ASG + CM + CA B. Allogreftlerin Eldesi ve Desellülarizasyonu 24 adet, 7-12 haftalık, 250-350 gr Sprague Dawley rattan bilateral 10 mm'lik siyatik sinir grefti alındı. Greftlerin desellülarizasyonunda 'Noniyonik deterjan + Anyonik deterjan' prosedürü uygulandı. C. WJ-MKH ve CM Hazırlanması ve Ön Koşullama WJ-MKH'lere, serum aracılı kök hücre aktivasyonu tekniğine uygun olarak ön koşullandırma yapıldı ve kültüre edildi. Hücrelerin karakterizasyonu, farklılaşma potansiyeli ve hücre sayımı flow sitometrik olarak incelenerek validasyon yapıldı. Kültür sıvılarından CM elde edildi. WJ-MKH ve CM'nin ASG'ye ekimi, fibrin damla yöntemiyle gerçekleştirildi. WJ-MKH ve CM içeren gruplarda, her bir ASG için 1x106 WJ-MKH ve bunlardan üretilmiş CM uygulandı. D. Cerrahi Teknik Tüm gruplarda, mikroskop altında gluteal kas ve biceps femoris kası arasındaki intermusküler oluktan insizyon yapıldı. Künt diseksiyonla siyatik sinir açığa çıkarıldı. 10 mm'lik sinir defekti oluşturuldu. Çıkarılan sinir grefti, Grup 1'de otogreft olarak uygulandı. Diğer tüm gruplarda ASG ile defekt onarımı yapıldı. Grup 5, Grup 6 ve Grup 7'de (CA eklenen gruplar) Süperfisyal İnferior Epigastrik Arter Adipofasyal Flebi, literatürde tarif edildiği şekilde ventral abdomen bölgesinden kaldırılıp cilt altı tünelden geçirilerek siyatik sinir onarım bölgesine pediküllü olarak taşındı ve ASG etrafına sarıldı. Flebin viabilitesinin gösterilmesi amacıyla, lazer yardımlı ICG anjiyografisi (SPY Elite, Novadaq Technologies, USA) yapıldı ve flep dolaşımı teyit edildi. E. Değerlendirme 3, 6 ve 9. haftalarda Video Yardımlı Yürüme Analizi (VYYA), Siyatik Fonksiyonel İndeks (SFİ) ve Pin-prick Testi yapıldı. Bunlara ek olarak 9. haftada Elektrofizyolojik Değerlendirme (EMG), Histopatolojik ve İmmünhistokimyasal Analiz, Tibialis Anterior Kası Ağırlık ve Hacim Ölçümü yapıldı. F. İstatistik Veriler SPSS 26.0 ile normal dağılım testine tabi tutuldu, parametrik veriler One-way ANOVA ve nonparametrik veriler Kruskal-Wallis testi kullanılarak değerlendirildi. p<0.05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular 1. Fonksiyonel Değerlendirme Bulguları Motor fonksiyonun değerlendirilmesinde kullanılan 9. hafta SFİ ve VYYA testlerinde, yalnızca ASG uygulanan grup, otogreft grubundan anlamlı şekilde düşük bulunurken (p<0.05), ASG'ye ek olarak WJ-MKH, CM, WJ-MKH+CA ve CM+CA uygulanan gruplarda otogreft grubu kadar üstün motor fonksiyonel sonuçlar elde edildi. Duyu fonksiyonunun değerlendirilmesinde kullanılan 6. hafta pin-prick testinde, yalnızca ASG uygulanan grup, otogreft grubundan anlamlı şekilde düşük bulunurken (p<0.05), ASG'ye ek olarak WJ-MKH, CA, WJ-MKH+CA ve CM+CA uygulanan gruplarda otogreft grubu kadar üstün duyusal fonksiyonel sonuçlara ulaşıldı. Elektrofizyolojik değerlendirme ile kas ağırlık ve hacim indeksi değerlendirmesinde gruplar arasında fark oluşmadı (p>0.05). 2. Histopatolojik ve İmmünhistokimyasal Bulgular Organize akson rejenerasyonu, beklendiği şekilde otogreft grubunda diğer tüm gruplardan anlamlı olarak yüksekti (p<0.05). WJ-MKH ve CA uygulanan tüm gruplarda, yalnızca ASG uygulanan gruba göre daha iyi organize akson rejenerasyonu elde edildi (p<0.05). ASG'ye ek olarak WJ-MKH, CA ve CM+CA uygulaması yapılan gruplarda otogreft grubundaki kadar üstün vaskülarizasyon elde edildi (p>0.05). Yalnızca ASG uygulanan grup, otogreft grubundan vaskülarizasyon açısından belirgin olarak düşük bulundu (p<0.05). Tartışma Plastik cerrahi klinik pratiğinde, kritik boyuttaki sinir defektlerinin onarımında ASG kullanımı umut vadetmekte, ancak otogrefte benzer ideal fonksiyonel sonuç arayışları devam etmektedir. Fonksiyonel sonuçlardaki yetersizliklerin, ASG'nin revaskülarize olmasına kadar geçen sürede, greftin santralinde gelişen nekroz ve fibrozisin akson rejenerasyonunu engellemesine bağlı olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmada, yalnızca ASG kullanımı ile giderilemeyen bu olumsuzluklar için, vaskülarizasyonu arttırdığı bilinen WJ-MKH, CM ve CA'nın fonksiyonel kazanımlara olan etkisi araştırılmıştır. CA'nın ASG'nin etrafında vaskülarizasyonu arttırdığı literatürde gösterilmiştir. Skarlı ve avasküler yara yataklarında ve kritik boyuttaki sinir defektlerinde gözlenen zorlu sinir rejenerasyonunun, sinir mikroçevresindeki lokal kan akımı artışı ile üstesinden gelinebileceği düşünülmektir. Çalışmamızda, CA uygulamanın, CA'ya ek olarak CM uygulamanın ve WJ-MKH uygulamanın vaskülarizasyon ve organize akson rejenerasyonu skorlamasında belirgin artış sağladığı gösterilmiştir. Aynı gruplardaki 6. ve 9. haftalarda duyusal ve motor fonksiyonel iyileşme parametrelerinin otogreft grubundaki kadar üstün olmasının, yüksek miktarda vaskülarizasyon ve akson rejenerasyonuna bağlı olduğu düşünülmüştür. MKH'ler, CM olarak adlandırılan içerisinde sitokinler, büyüme faktörleri, egzozomlar ve mikroveziküller barındıran biyoaktif faktörler salgılar. Düşük immünojenitesi, geniş güvenlik ve doz aralığı, uzun süre depolanabilmesi CM'nin temel avantajlarıdır. Literatürde CA ile CM uygulamasının bir arada kullanıldığı çalışma bulunmamakta olup çalışmamızda bu kombinasyonun etkisi araştırılmıştır. CM tek başına kullanıldığında vaskülarizasyon ve organize akson rejenerasyonu açısından anlamlı artış sağlayamazken, CA ile birlikte kullanıldığında her iki parametrede de anlamlı artış gözlenmiştir. CM ve CA'nın aynı anda uygulanmasının yalnızca CM ya da yalnızca CA uygulamasının aksine hem duyu hem de motor fonksiyon açısından otogreftle benzer sonuçlar sunması, CM ve CA'nın sinerjistik etkisine bağlanmıştır. İyi bir fonksiyonel kazanım sağlanması için sinir grefti içerisinde yeterli düzeyde akson rejenerasyonu olması gereklidir. Çalışmamızda, ASG'nin WJ-MKH+CA ile birlikte uygulandığı grupta, otogreft grubunda olduğu kadar üstün akson rejenerasyonu sağlanmıştır. WJ-MKH ve CA birlikte uygulandığında, ayrı ayrı uygulanmalarının aksine, VYYA'da otogreft grubu kadar üstün motor fonksiyonel sonuçlar elde edilmiş, bu durum WJ-MKH ve CA'nın sinerjistik etki göstermelerine bağlanmıştır. Sonuç WJ-MKH ve CM, kritik boyuttaki sinir defektlerinde CA ile birlikte uygulanmasının fonksiyonel sonuçları belirgin şekilde arttırdığı ve otogrefte benzer sonuçlar elde edildiği, bu kombinasyonun kanlanması zayıf, skarlı alıcı alanlarda ASG uygulamasında klinik pratiğe uyarlanabilecek etkin ve güvenilir bir rekonstrüksiyon seçeneği olabileceği gösterilmiştir.
  • Öğe
    3-6 yaş çocuğa sahip ebeveynlerin duygusal istismar potansiyelleri ve akıllı telefon bağımlılık düzeyi arasındaki ilişkinin araştırılması
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Kara, Vildan Şerife; Hisar, Kemal Macit
    Çeşitli faktörler nedeniyle dünya çapında milyonlarca çocuk, çok yönlü gelişimlerine zarar veren istismar ve ihmale maruz kalmaktadır. Ve bu durum onların en fazla vakit geçirdiği ebeveynleri tarafından olabilmektedir. Çeşitli çevresel faktörler de buna zemin hazırlayabilmektedir. Akıllı telefon bağımlılığı bunlardan biridir. Biz bu çalışmada, annelerin ve çocukların yaşamları boyunca sürdürülebilir refahını ve aile sistemindeki yaşam kalitesini korumak ve geliştirmek amacıyla annelerin, akıllı telefon bağımlılığı ve çocuklarına karşı duygusal istismar potansiyelleri arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçladık. Gönüllülük esasına dayanarak sözel onam alarak 214 kişi çalışmaya katılmıştır. Veri toplama aracı olarak sosyo demografik bilgi formu, Duygusal İstismar Potansiyel Ölçeği, Akıllı Telefon Bağımlılığı Ölçeği Erişkin Formu kullanılmıştır. Veriler yüz yüze görüşme tekniği ile toplanmıştır. Katılımcıların en küçüğü 21 yaşında, en büyüğü 48 yaşında olup yaş ortalaması 32,8 ± 5,7 olarak bulundu. Katılımcıların %49,1'inin (n=105) 3-6 yaş arasında kız çocuğu , %50,9'unun (n=109) 3-6 yaş arasında erkek çocuğu vardı. Katılımcıların 3-6 yaş arasındaki çocuklarının yaş ortalaması 52,1 ± 13,3 ay olarak bulundu. En küçüğü 36 aylık, en büyüğü 72 aylıktı. Biz çalışmamızda annelerin ATB düzeyi arttıkça çocuklarına yönelik duygusal istismar potansiyellerinin arttığını bulduk. Literatürde ebeveynlerin ATB'nın ebeveyn-çocuk ilişkisini nasıl etkilediğine dair yapılan çalışmalar mevcut olsa da, annelerin ATB düzeyi ile duygusal istismar potansiyellerini ölçen bir çalışma mevcut değildir. Bu çalışmamızın literatüre katkı sağlayacağını düşünmekteyiz.
  • Öğe
    Kolorektal kanserde bağırsak mikrobiyotası ile mikrobiyota fermantasyon ürünü gaita kısa zincirli yağ asitlerinin rolünün incelenmesi ve tanıda kullanılabilecek olası biyobelirteçlerin araştırılması
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2024) Saylam, Esra; Maçin, Salih
    Kolorektal kanser (KRK), tüm dünyada en sık görülen kanserlerden biridir ve önemli bir küresel sağlık sorunudur. Özellikle genç nüfusta (<50 yaş) KRK insidans ve mortalitesi artmaktadır. Bu nedenle KRK'nın erken tespiti ve önlenmesi için yeni stratejilere acilen ihtiyaç vardır. İnsan bağırsak mikrobiyotası, bakteri, virüs, mantar ve protozoalar gibi çok sayıda mikroorganizmayı barındıran karmaşık bir ekosistemdir. Bağırsak mikrobiyotasındaki disbiyoz, konakçının fizyolojik koşullarını değiştirerek çeşitli hastalıklara yol açmaktadır. KRK'nın çevresel risk faktörleri arasında bağırsak mikrobiyotası önemli bir role sahiptir. Artan kanıtlar bağırsak mikrobiyotasının, KRK patogenezinde rol oynadığını göstermektedir. Bu çalışmada, sağlıklı kontroller ile yeni tanı alan KRK hastalarının bağırsak mikrobiyota profilleri, kısa zincirli yağ asitleri, zonulin ve lipopolisakkarit bağlayıcı protein düzeyleri analiz edilerek KRK ile bağırsak mikrobiyotası arasındaki ilişkinin aydınlatılması amaçlanmıştır. Çalışmaya, Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Polikliniğinde, Mart 2023-Aralık 2023 tarihleri arasında yeni tanılı 16 KRK hastası ve aynı polikliniğe başvurup KRK taramasında negatif çıkan 16 sağlıklı birey dahil edildi. Mikrobiyota analizi için öncelikle Quick-DNA™ Fecal/Soil Microbe Miniprep Kit (Zymo Research, USA) kullanılarak gaita örneklerine DNA izolasyonu yapıldı. Sekanslama işlemi için MinION (Oxford Nanopore, UK) cihazı kullanıldı. Guppy yazılımı ve Python programlama dili kullanılarak veriler işlendi. LBP ve zonulin serum düzeyleri analizi için Elabscience ticari ELISA kiti kullanıldı. Gaitadan kısa zincirli yağ asitleri analizi için alev iyonizasyon detektörü ve DB-FFAP kolonu ile donatılmış GC-MS/MS (Agilent 8860 serisi, USA) cihazı kullanıldı. Çalışma gruplarının yaş ve cinsiyet dağılımları benzer seçildi. Shannon ve Simpson indekslerine göre bağırsak mikrobiyal alfa çeşitliliği KRK hastalarında düşük saptanırken iki grubun mikrobiyal dağılımları beta çeşitlilik açısından anlamlı derecede farklı bulundu. KRK hastalarında filum düzeyinde Bacteroidota düşük saptanırken, sınıf düzeyinde Clostridia, Bacteroidia ve Negativicutes düşük saptandı. Aile düzeyinde KRK hastalarında Lachnospiraceae düşük, Enterococcaceae yüksek saptandı. Cins düzeyinde ise KRK hastalarında Enterococcus yüksek, Roseburia, Lachnoclostridium ve Blautia düşük saptandı. Tür düzeyinde, Enterococcus faecium, Ruminococcus bicirculans, Enterococcus gilvus, Enterococcus casseliflavus, Segatella oris ve Alistipes senegalensis KRK hastalarında daha yüksek saptandı. Olası biyobelirteç adayları olarak, Enterococcus faecium, Ruminococcus bicirculans, Enterococcus gilvus, Enterococcus casseliflavus, Segatella oris ve Akkermansia muciniphila türleri saptandı. Serum zonulin düzeyleri KRK hastalarında daha yüksek saptandı. Bağırsak mikrobiyotası ile KRK arasında oldukça önemli bir ilişki mevcuttur. Bu ilişkinin multifaktöriyel olarak değerlendirilmesi, KRK'da olası biyobelirteç tanımlama ve yeni tedavi seçeneklerinin geliştirilme çalışmalarına ışık tutabilir.