Tıp Fakültesi Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 586
  • Öğe
    Lokal anestezi uygulanan acil birim hastalarında methemoglobin düzeylerinin araştırılması
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2016) Tüfekci, Necmettin; Bayır, Ayşegül
    Delici-kesici alet yaralanması, iş kazası, yüksekten düşme, araç içi ve araç dışı trafik kazalarının neden olduğu penetran travmalar yaygın görülen yaralanma türüdür. Bu tür yaralanmalar sonucu acil servise başvuran hastaların yara yerinin temizlenmesinde, debridmanında, onarımında ve kapatılmasında lokal anestezik ajanlar sık olarak kullanılmaktadır. Ayrıca toraks tüpü, diyaliz katateri, santral venöz katater girişimlerinde, apse drenajında hastaların ağrı kontrolü ve konforu açısından lokal anestezik ajanlar kullanılmaktadır. Lokal anestezik ajanların hastalarda methemoglobin düzeylerinde yükselmeye neden olabildiği ve bazen methemoglobin düzeyindeki yükselmenin semptomlara neden olarak hastanın kliniğini bozduğu izlenmiştir. Methemoglobin, yükseltgenmiş (+3 değerli) demir içeren ve oksijen taşımaya uygun olmayan hemoglobindir. Oksijen taşımaya uygun olan hemoglobin +2 değerli demir içerir. Kanda methemoglobin düzeyi normal koşullarda %1'in altındadır ve %10-15'i geçerse siyanoz gelişir. Düzey %35'in üstüne çıktığında doku hipoksisi sonucu halsizlik, taşikardi, solunum sıkıntısı, bulantı ve kusma gibi sistemik semptomlar, %55'in üzerinde letarji, stupor ve senkop gelişir. Düzey %70'in üstünde olduğunda, methemoglobinemi tedavi edilmediğinde genellikle ölümcüldür. Biz bu çalışmamızda acil servise başvuran ve herhangi bir nedenden dolayı lokal anestezik ajan uygulanan hastalarda; hastanın yaşı, kilosu, cinsiyeti, yaranın vücuttaki yeri, yaranın büyüklüğü ve uygulanan lokal anesteziğin miktarını göz önünde bulundurularak hastalardaki methemoglobin düzeyindeki değişikliği ve hastalar üzerindeki etkisini incelemeyi amaçladık. Bu çalışma Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisinde prospektif olarak yapılacaktır. Hayvan saldırılarının neden olduğu penetran yaralanmaları olan hastalara akut dönemde sütürasyon işlemi yapılmayacağı için çalışmaya dahil edilmeyecekler. Ayrıca kalıtsal olarak "methemoglobin redüktaz enzim" (MR-E) eksikliği olanlar ve "Hemoglobin M (Hb M) hastalığı" tanısı olanlar çalışmaya dahil edilmeyecekler. Çalışmaya dahil edilen hastaların hastaneye başvurusu sırasında yaşı, vücut ağırlığı, cinsiyeti, lokal anesteziğin uygulanacağı vücut bölgesi, yaranın büyüklüğü ve kullanılacak lokal anestezik ajan miktarı kayıt altına alınacak, işleme başlanmadan önce hastanın methemoglobin düzeyi non-invaziv şekilde hastanın parmağına takılacak dijital bir parmak probu ile ölçülecek, işlem sonrası hastanın tekrar methemoglobin düzeyi non-invaziv şekilde dijital bir parmak probu ile ölçülecek ve ilk methemoglobin düzeyi ile karşılaştırılacak. Ayrıca hastada klinik methemoglobinemi bulguları takip edilecek. Bu çalışmada acil serviste herhangi bir nedenden dolayı lokal anestezik ajan uygulanmış 200 hastadan oluşan olgu serisi değerlendirmeye alınacaktır. Methemoglobin düzeyini anlamlı şekilde yükselten kriterlerin tespit edilmesi ve lokal anestezik ajanların uygulanmadan önce bu kriterlerin göz önünde bulundurularak yapılacak işlemin planlanması, işlemin komplikasyonsuz şekilde tamamlanması açısından önem arz etmektedir.
  • Öğe
    Akut atakta ve atak sonrasında ailevi akdeniz ateşi hastalarında transtorasik ekokardiyografi ve 24 saatlik holter bulguları ile hastalık aktivitesi, adma ve homosistein arasındaki ilişki
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015-10-12) Şahin, Fatih; Yılmaz, Sema
    Ailevi Akdeniz Ateşi (AAA), otozomal resesif geçiş gösteren, tekrarlayan ateş, peritonit, plörit ve sinovit atakları ile karakterize otoinflamatuar bir hastalıktır. Ateş ataklarına genellikle sistemik veya lokalize inflamasyon bulguları eşlik eder. Sistemik ve lokalize inflamasyon sonucunda ateroskleroz ve endotel disfonksiyonu gelişmektedir. Son zamanda yapılançalışmalarda Asimetrik dimetilarginin(ADMA) ve homosisteinin endoteldisfonksiyonu vekardiyovaskülerriski belirlemede hassas birmarker olduğu bildirilmiştir. Bununla beraber günümüzde endotel disfonksiyonu ve kardiyovasküler riski belirmede önemli yere sahip olan transtorasik ekokardiyografi ve 24 saat holter non-invaziv metod olarak çalışılmaktadır. Bu çalışmadaki amacımız, aterosklerozu değerlendirmek için AAA hastalarında atak ve atak sonrasında transtorasik ekokardiyografi ve 24 saatlik holter bulguları ile kardiyak tutulumu değerlendirip, bu tutulumda risk faktörleri olarak bilinen hastalık aktivitesi, ADMA ve homosistein arasındaki ilişkiyi belirlemektir. Çalışmaya daha önceden AAA tanısı almış 36 hasta ve hasta grubuyla benzer özelliklere sahip 36 sağlıklı kontrol hastası dahiledilmiştir. Çalışmamızda ADMA ve homosistein düzeyi hem atak, hemde atak sonrası dönemde kontrol grubuna göre istatiksel olarak anlamlı bir farklılık saptanmadı. ADMA düzeyi atak dönemde atak sonrası döneme göre istatiksel olarak anlamlı bir farklılıktespit edilmedi.Bununla beraber arjinin/ADMA oranınıatak döneminde kontrol grubuna göre düşük tespit edildi. (p=0,001). Yine atak sonrası dönemde kontrol grubuna göre arjinin/ADMA oranını düşük saptandı (p=0,001). Sonuç olarak düşük arjinin / ADMa oranı AAA hastalarında ateroskleroz riski için daha iyi bir göstergeolabilir.
  • Öğe
    Akut inme tanısı olan hastalarda kalp tipi yağ asidi bağlayıcı protein düzeyinin nörolojik skorlama sistemleri ve inme doku volümleri ile karşılaştırılması
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Çağlayan, Ferda; Ak, Ahmet
    Amaç: İnme ile başvuran hastalarda tanıda, prognozun belirlenmesinde ya da tedavinin monitörize edilmesinde kullanılabilecek belirteçlere ihtiyaç vardır. Kalp tipi yağ asidi bağlayıcı protein (Heart-type fatty acid binding protein (h-FABP)) küçük bir sitoplazmik proteindir ve yağ asidi metabolizmasında yağ asidlerinin oksidasyonunda rol alır. Özellikle iskemik inmede serum h-FABP düzeylerinin bir belirteç olarak kullanımı ile ilgili son dönemde çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmanın amacı acil servise inme ile başvuran hastalarda prospektif olarak ölçülen serum h-FABP düzeylerinin nörolojik skorlama sistemleri ve inme volümleri ile ilişkisinin belirlenmesidir. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya Ekim 2014 - Şubat 2015 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Acil Servisine semptomların başlangıcından itibaren ilk 24 saat içinde başvuran ve inme tanısı alan 105 hasta dahil edildi. Ayrıca, benzer yaş grubunda, bilinen başka ek hastalığı olmayan 60 kişi de kontrol grubu olarak alındı. Hastaların demografik özellikleri, şikayetleri, biyokimyasal değerleri ve h-FABP düzeyleri kaydedildi. Ayrıca tüm hastaların radyolojik görüntülerinden inme volümleri hesaplandı. Bulgular: Kontrol grubu ortalama h-FABP düzeyleri 2519.58±3423.67 ng/ml, hasta grubunda ise 5954.71±6108.92 ng/ml olarak saptandı ve her iki grup arasında anlamlı farklılık vardı (p=0.001). İskemik inmesi olan hastaların 17 tanesi, hemorajik inmesi olanların ise 6 tanesi öldü. İskemik inmesi olan hasta grubunda ölen hastaların ortalama h-FABP düzeyleri sağ kalan hastaların h-FABP düzeyleri ile karşılaştırıldığında (sırasıyla 9702.64±8196,67 ve 5038.97±4733.16 ng/ml) anlamlı bir farklılık saptandı (p=0.03). Hemorajik inmesi olan hasta grubunda ölen hastaların ortalama h-FABP düzeyleri sağ kalan hastalarınki ile karşılaştırıldığında (sırasıyla 10178.63±9009.86 ng/ml ve 4721.43±4079.80 ng/ml) yine istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık saptandı (p=0.01). Hemorajik inmesi olan hastaların beyin tomografisindeki ortalama inme volümleri 39.78±57.69 iken iskemik inmesi olan hastaların MR'deki ortalama stroke volümü 49.63±73.69 olarak belirlendi (p=0.52). Hem hemorajik hem de iskemik inmesi olan hastaların inme volümleri ile h-FABP düzeyleri arasında istatistiksel anlamlı bir korelasyon saptandı (sırasıyla p=0.027, t=0.51 ve p=0.008, t=0.27). Sonuç: Akut inme semptomları ile acil servise ilk 24 saat içinde başvuran hastalarda yüksek serum h-FABP düzeyleri iskemik ve hemorajik inme tanısını destekleyen, ayrıca yatış yapılarak takip edilen bu hasta gruplarında hastane mortalitesini gösteren önemli bir belirteç olabilir.
  • Öğe
    Diyabetik ketoasidozda h-FABP (kalp tipi yağ asidi bağlayıcı protein) düzeylerinin saptanması ve ketoasidozun erken kardiyak etkilerinin belirlenmesi
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2016-11-17) Yılmaz, Fatma Hilal; Yuca, Sevil Arı
    DKA'un miyokard üzerinde akut zararlı etkileri bulunmaktadır. DKA'da iskemi ve miyokardiyal hücre hasarı oluşur. Myokarda özel yeni bir belirteç olan h-fabp (kalp tipi yağ asidi bağlayıcı protein) isimli molekül kanda iskemi başlangıcı ile birlikte 3. saatte yükselmekte ve 36. saate kadar yüksek kalmaktadır. Bu çalışmanın amacı, DKA tanısı alan çocuklarda h-fabp serum konsantrasyonlarını ölçmek ve uygun yaştaki kontrol grubu ile karşılaştırarak erken dönemde kardiak iskemiyi göstermedeki yerini saptamaktır. Materyal-Metod: Çalışma Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalında prospektif olarak yapıldı. Çalışmaya 1-18 yaşları arasında diyabetik ketoasidoz tanısı konulan ve tedavi edilen 35 çocuk ve adolesan, kontrol grubu olarak da sağlıklı 20 gönüllü çocuk ve adolesan alındı. H-fabp, CK-MB, troponın-I düzeyleri diyabetik hastalarda ve kontrol grubunda başvuru anında ve diyabetik hastalarda h-fabp tedaviden 36 saat sonra ölçülerek karşılaştırıldı. Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 120±60 ay, kontrol grubunun yaş ortalaması 108±71ay idi. Her iki grupta cinsiyet, yaş, kilo, boy ve VKİ karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmadı. Troponın-I ve CK-MB değerleri arasında hasta ve kontrol grubunda arasında istatistiksel farklılık bulunmadı (0.06±0.08 vs 0.04±0.04;p=0.228, 1.48±0.91 vs 2.09±1.37; p=0.089). H-fabp'n 0. saatteki değeri hasta grupta kontrol grubuna göre istatistiki olarak anlamlı (1.17±0.79; 0.69±0.36; p=0.004) yüksek bulundu. Hasta grubun 0. saatteki değeri ve 36. saatteki değerine göre anlamlı olarakyüksek bulundu (1.17±0.79; 0.55±0.28; p=0.0001). Hasta ve kontrol grubunun laboratuvar değerlerinin karşılaştırmasında glukoz değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p <0,001). H-fabp ile plazma glikoz, üre, kreatinin, beyaz küre, ALT, sodyum, magnezyum, troponın-I düzeyi arasında pozitif korelasyon saptandı. Sonuç: Çalışmamızda, H-fabp düzeyleri DKA tanısı alan çocuklarda yüksek bulundu. Bu durumda DKA'lı hastalarda miyokard iskemisi tetiklenmektedir. Diyabetik hastaların izleminde maruz kalınan her ketoasidoz kardiyak iskemiye yol açarak, nekroza gidişi hızlandıracağından yakın takip önemlidir. Sonuç olarak H-fabp'ın DKA'da miyokard iskemisini göstermede bir belirteç olabileceği önerilebilir.
  • Öğe
    Sigara içen ve içmeyen bireylerde periferik arter hastalığı ve netrin-1 seviyesinin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Kızmaz, Muhammet; Marakoğlu, Kamile
    Sigara içen ve içmeyen erkeklerde netri-1 seviyesi ve PAH ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya 15.12.2014 ile 01.04.2015 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Ana Bilim Dalı Sigara Bıraktırma polikliğine başvuran 30-65 yaş aralığında aralığındaki 112 sigara içen erkek hasta ve Periyodik Muayene polikiniğine başvuran 30-65yaş aralığındaki 112 hiç sigara içmemiş erkek hasta alındı. Hasta supin pozisyonunda yatarken Huntleigh markalı otamatik ABİ ölçüm cihazı ile ABİ değeri ölçüldü.Katılanların sosyodemografik özelliklerini ve osteoporoz risk faktörlerini içeren 47 sorudan oluşan anket formu yüz yüze görüşme yöntemi ile dolduruldu. Tüm veriler SPSS 16.0 istatistik paket programı kullanılarak değerlendirildi. Verilerin değerlendirilmesinde sayı, yüzde, ortalama, standart sapma kullanıldı. Chi-square testi, Student-t testi, Pearson korelasyon analizi ve kovaryans analizi kullanıldı. Bulgular: Çalışmamıza katılan vaka grubunun (n=112) plazma netrin-1 düzeyleri ortalaması 4,54±2,87 pg/ml, kontrol grubunun (n=112) plazma netrin-1 düzeyleri ortalaması 3,81±1,26 pg/ml olup sigara içen ve sigara içmeyen grup arasındaki fark istatistiksel açıdan anlamlıydı (p=0,024).ABİ değerlerine göre hastalar PAH (ABİ<0,9) ve normal (ABİ>0,9) olarak sınıflandırılarak Plazma Netrin-1 seviyesi karşılaştırılınca PAH olan hastaların (n=11) netrin-1 ortalaması (6,21±2,85), normal hastaların (n=213) netrin-1 seviyesi ortalamasından (4,07±2,16) istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksekti (p=0,002). Sonuç: PAH ve aterosklerotik hastalıklar hem erkeklerde hemde kadınlarda ciddi morbidite ve mortalite sonuçlarına yol açabilen bir rahatsızlıktır. Dünya nüfusunun giderek yaşlanmasıyla bu hastalıkların prevalansı da artmaktadır. Aterosklerotik hastalıklarının nedenlerinin ve patofizyolojisinin daha iyi bilinmesi daha erken önlem almada ve mevcut hastaları tedavide bize yardımcı olacaktır. Çalışmamız sonucunda sigara içen erkelerde içmeyen erkelere göre yeni bir aterojenik protein olan plazma netrin-1 seviyesinin daha yüksek olduğunu gösterdik. PAH olan hastaların plazma netrin-1 seviyesinin daha yüksek olduğu göstererek netrin-1 proteinin sigaranın ateroskleroz yapma mekanizmasında etkili olabileceğinin yanında PAH hastalığı gibi yaygın ateroskleroz hastalıklarında da netrin-1 proteinin bir belirteç olabileceğini düşünmekteyiz. Sigara içmenin, her yaşta aterosklerozun önemli bir nedeni olduğu akılda tutulmalı ve sigara bırakma konusunda gerekli destek verilmelidir.
  • Öğe
    Bağ dokusu hastalıklarında tırnak kıvrımı kapiller yapısının dermatoskop ile değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Doğdu, Murat; Altınyazar, Hilmi Cevdet
    Amaç: Bu çalışmanın amacı; bağ dokusu hastalıklarındaki tırnak kıvrımı kapiller anormalliklerini, videodermatokop kullanılarak ×20, ×30 ve ×40 büyütmelerde değerlendirmekti. Metot: Bu çalışma farklı bağ dokusu hastalıkları olan 72 hasta ve 33 sağlıklı kontrol içermekteydi. 18 hasta primer RyF'ne, 14'ü SLE'e, 12'si RA'a, 14'ü SSk'e, 7'si primer SS'e ve 7'si UCTD'e sahipti. Genişlemiş kapiller, avasküler alanlar, torsiyone-kıvrılmış kapiller, ramifiye-çalı benzeri kapiller ve hemorajiler videodermatoskop kullanılarak ×20, ×30 ve ×40 büyütmelerde değerlendirildi. Daha önce tariflendiği gibi SSkP, bu parametrelerden iki veya daha fazlasının en az tırnık kıvrımında olması şeklinde tanımlandı. Ek olarak torsiyone-kıvrılmış kapiller hariç tutularak, revize-SSkP aynı yolla tanımlandı. Bulgular: Hastaların altmış biri RyF'ne sahipti, bunların 43'de sekonder RyF'ne sahipti. SSkP %78.57 sensitivite, %96.97 spesifite gösterdi. RAlı olguların %25, primer SSli olguların %42.9'u ve UCTDlı olguların %57.1'i SSkP'ni gösterdi. Fakat primer RyFli ve SLEli olguların hiçbiri aynı paterni sergilemedi. Revize-SSkP %64.29 sensitivite, %100 spesifite gösterdi. Primer SSli olguların %28.6'sı ve UCTDlı olguların %42.9'u revize-SSkP'ni gösterdi. Fakat primer RyFli, SLEli ve RAlı olguların hiçbiri aynı paterni sergilemedi. Sağlıklı kontrollerden bir tanesi (%3) SSkP'ni gösterdi ama hiçbiri revize-SSkP'ni göstermedi. Hastalar ve sağlıklı kontroller kıyaslandığında, iki grup arasında torsiyone-kıvrılmış kapillerin saptanmasında anlamlı fark gözlemlenmedi (p>0.05). Ancak kalan dört parametrenin saptanmasında anlamlı fark vardı (p<0.05). Ek olarak ×30 ve ×40 büyütmeler kıyaslandığında, iki büyütme arasında anlamlı fark yoktu (p>0.05). Fakat ×20 ve ×40 büyütmeler kıyaslandığında, torsiyone-kıvrılmış kapillerin saptanmasında anlamlı fark gözlemlendi (p<0.05). Sonuçlar: Bulgular gösterdi ki; tırnak kıvrımı kapillerinin değerlendirmesinde videodermatoskop güvenilir ve kullanışlı bir alet. videodermatoskop uygulaması ×30 veya üzeri büyütmelerde daha uygun. tırnak kıvrımı kapiller incelemesi primer ve sekonder RyF ayrımında kullanılabilir. SSkP yüksek sensitivite ve spesifite oranlarına sahip. SSkP tariflenirken torsiyone-kıvrılmış kapillerin hariç tutulması, sensitivite oranını düşürüyor ancak spesifite oranını arttırıyor.
  • Öğe
    Prostat kanseri tanısında Netrin-1'in biyomarker değeri
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Çetiner, Serdar; Ceylan, Kadir
    ÖZET Amaç: PKa en yaygın kullanılan PSA'nın kanseri saptamada sensivitesi ve spesifitesinin düşüklüğü nedeniyle gereksiz biyopsileri azalmak için yeni biomarkera ihtiyaç duyulmaktadır. Son çalışmalarda PKa yükseldiği gösterilen Netin-1 biomarker değerini belirlemeyi amaçladık. Yöntem: Selçuk Üniversitesi TIP Fakultesi Üroloji Anabilim Dalı Polikliniğinde 15.12.2014 ile 15.05.2015 tarihleri arasında muyane olan 50 yaş üstü PSA değeri 4ng/ml üzerinde olan PKa 30 hasta 1. grup, PSA değeri 4ng/ml üzerinde olan biyopsi sonucu benign 30 hasta 2. grup, PSA 4ng/ml altında olan BPH'lı 30 hasta 3. grup olacak şekilde çalışmaya alındı. Plazma ve idrar Netrin-1 seviyeleri karşılaştırıldı. Bulgular: 3 grup karşılaştırıldığında plazma netrin-1 (p<0,05) ve PSA (p<0.01) düzeylerinin istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. İdrar netrin-1 düzeyinde gruplar arasında anlamlı fark bulunmamıştır (p>0,05). Grup 1, grup 2 ve grup 3 ile ayrı ayrı karşılaştırıldığında plazma netrin-1 düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek bulunmuştur (p<0,05, p<0,01). Sonuç: Plazma netrin-1, prostat kanserinde, kanser olmayanlara göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek olduğu gösterilmiştir. İdrar netrin-1'in ise istatistiksel fark gösterilememiştir. Bu sonuçlar plazma netrin-1 prostat kanserinde yeni biyomarker olabileceği gösterilmiştir.
  • Öğe
    Kronik böbrek yetmezliği hastalarında kırılganlığın nütrisyonel parametrelerle ilişkisi
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2016) Evcen, Recep; Afşar, Rengin Elsürer
    Amaç: Kronik böbrek hastalarında (KBH) kırılganlık bir çok çalışmada değerlendirilmiştir. Fakat kırılganlığa etki eden malnütrisyon durumları üzerinde yeteri kadar çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışma kırılganlık ile nütrisyonel parametreler arasındaki ilişkiyi göstermeyi amaçlamıştır. Yöntem: Kesitsel nitelikteki bu çalışmaya 50 yaş üzerindeki KBH olan 100 hasta alındı. Kırılganlık, Türkiye'de geçerliliği ve güvenirliği kanıtlanmış Edmonton Kırılganlık Skalası (EKS) ve pek çok hasta popülasyonunda yüksek geçerlilik ve güvenirliliği olan ve Türk popülasyonunda da daha önce kullanılmış olan Fried's Kırılganlık Skalası (FKS) ile değerlendirildi. Hastaların rutin poliklinik muayeneleri sırasında antropometrik ölçümleri (boy, kilo, orta kol kas çevresi, baldır çevresi, kaliper ile deri kıvrım kalınlıkları) alındı. Ayrıca, dinapeni için dinamometre ile el kavrama gücü ölçümü yapıldı. Hastaların beslenme durumları, rutin laboratuar testlerinden elde edilen parametrelerin yanı sıra (serum albümin, kolesterol vb.), Türkiye'de geçerliliği ve güvenilirliği kanıtlanan Mini Nutrisyonel Değerlendirme (MND) testi ile değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya katılan 100 hastanın 41'i kadın, 59'u erkek idi. Yaş ortalamaları 65,3±9,3 idi. Mini Nütrisyonel Değerlendirme 'ye göre malnütrisyon görülen hasta sayısı 22, malnütrisyon riskli hasta sayısı 63 saptandı. Edmonton kırılganlık skalasına göre hastaların 4'ü (%4) kırılgan değil, 11'i (%11) görünüşte incinebilir, 25'i (%25) hafif kırılgan, 21'i (%21) orta kırılgan ,39'u (%39) şiddetli kırılgan idi. Fried's kırılganlık skalasına göre hastaların 6'sı (%6) kırılgan değil, 30'u (%30) prekırılgan, 64'ü (%64) kırılgan idi. Edmonton kırılganlık skalasına göre hastalar gruplandırıldıktan sonra hastaların laboratuar parametreleri ve antropometrik ölçümleri karşılaştırıldı. Tüm grupta serum albümin (p:0,003), total kolesterol (p:0,019), LDL (p:0,025), demir (p:0,008) ve biceps DKK (p:0,08), triceps DKK (p:0.047), kas gücü (p:<0,0001) anlamlı olarak farklı olduğu tespit edildi. Fried's kırılganlık skalasına göre hastalar gruplandırıldıktan sonra hastaların laboratuar parametreleri ve antropometrik ölçümleri karşılaştırıldı. Tüm grupta hemoglobin (p:0,004), üre (p<0,0001), serum kreatinin (p:0,032), potasyum (p:0,003), kalsiyum (p:0,041), serum albümin (p:0,034), ürik asit (p:0,028), vitamin D (p:0,018), GFH (p:0,012) ve orta kol çevresi (p:0,009), biceps DKK (p:0,06), triceps DKK (p:0,011) ölçümlerinde anlamlı olarak fark olduğu tespit edildi. Edmonton kırılganlık skalası ve Fried's kırılganlık skalası ile bağımsız ilişkili faktörlerin belirlenmesi için yapılan çoklu değişkenli lineer regresyon analizinde hastaların yaş, cinsiyet, MND, hemoglobin, trigliserid, albumin, transferrin, diyabetes mellitus, GFH(ml/dk/1.73 m2), HCO3 parametreleri değerlendirildi. Edmonton kırılganlık skalası ile yaş, MND, serum albümin, GFH arasında diğer faktörlerden bağımsız ilişki saptandı. Fried's kırılganlık skalası ile yaş, MND ve GFH arasında diğer faktörlerden bağımsız ilişkili idi. Sonuç: Bu çalışma KBH olan hastalarda kırılganlık ile nütrisyonel parametrelerin ilişkisini araştırıldığı literatürdeki ilk çalışmadır. Sonuç olarak, KBH olan hastalarda kırılganlık ve malnütrisyon, tüm diğer faktörlerden bağımsız bir şekilde ilişkilidir. Kronik böbrek hastalarında erken evrelerden itibaren malnütrisyon taramalarının yapılması ve uygun hastaların tedavi edilmesi, gelişmesi muhtemel kırılganlığın önlenebileceği düşündürmektedir. Kronik böbrek hastalarında malnütrisyonun tedavi edilmesi ve kas gücünü arttıran egzersiz yapmak, tanımlanmamış medikal durumları saptayarak erken kapsamlı değerlendirme yapmak, özellikle yatış sırasında nütrisyonel destek vermek, ilaçlarını düzenleyerek gereksiz ilaç alınımından kaçınmak, erken mobilizasyon yapmak ve sosyal koşulların iyileştirilmesini sağlamak gibi girişimlerin KBH olanlarda kırılganlık üzerindeki ilişkisinin araştırılacağı prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır. 
  • Öğe
    Multipl skleroz hastalarında atak ve remisyon dönemlerinde serum sitokin düzeylerinin karşılaştırılması, özürlülük ölçeği (EDSS) ile ilişkisi
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2016) Gezer, Aslıhan; Ekmekçi, Ahmet Hakan
    Multipl Skleroz, demiyelinizasyon, inflamasyon ve dejenerasyonla seyreden progresif seyirli, özürlülüğe yol açan bir hastalıktır. Etyopatogenezinde immun sistemin rol oynadığı bilinen MS'deki inflamasyonda sitokinler önemli görevlere sahiptir. Sitokinler hücresel ve humoral immun yanıtın düzenlenmesinde rol alarak MS'de relaps ve remisyonların oluşumuna katkıda bulunurlar. Amaç: MS'de sentezlenen sitokinlerin hastalığın gelişiminde nasıl bir rol oynadıkları belirsizliğini korumaktadır. Ayrıca MS'de hastalık aktivitesini gösteren objektif bir belirteç bulunmamaktadır. Çalışmamızda MS'de serum sitokin düzeylerinin atak ve remisyon dönemlerinde değişip değişmediği ve bunun Özürlülük Ölçeği ile ilişkisi araştrıldı. Gereç ve yöntemler: Çalışmamıza 29 MS olgusu (atak ve remisyon) ve 29 kontrol olmak üzere toplam 58 kişi alındı. Çalışmaya kabul edilen kişilerin atak ve remisyon dönemlerinde olmak üzere iki kez, antikoagulan içermeyen vakumlu tüplere venöz kan örnekleri alındı. Santrifüj edilip serumları ayrılarak serum sitokin düzeyi ölçümleri için -80° C deki derin dondurucuda saklandı. Çalışma günü tek seansta ve aynı ekip tarafından serumdan TNF-α, IFN-γ, IL-10, IL-6 ve Neopterin düzeyleri ölçüldü. Tüm katılımcıların aynı kişi tarafından genel fizik ve nörolojik muayeneleri yapıldı, "EDSS" puanları hesaplandı. İstatistiki değerlendirme için SPSS for Windows 18,0 programı kullanıldı. Sonuçlar ortalama ± standart sapma olarak belirlenip, gruplar karşılaştırıldı ve p<0,05 ise anlamlı kabul edildi. Yine serum sitokin düzeyleri, Özürlülük Ölçeği arasında korelasyon olup olmadığı araştırıldı. Bulgular: MS'lilerin yaş ortalaması 33,26 ± 11,50, kontrollerin 29,28 ± 7,90 olarak hesaplandı. Gruplar karşılaştırıldığında istatistiksel olarak yaş bakımından anlamlı bir fark saptanmadı (p> 0,05). MS'in başlangıç şekli en sık %38,5 ile Optik Nörit, ikinci sırada ise %23,1 ile duyusal semptomlar olarak belirlendi. Hastalığın atak profilinde ise en sık %38,5 ile duyusal semptomlar saptandı. IFN-γ ve IL-10 düzeyleri MS'lilerde anlamlı yüksek bulundu (p<0,05). Ancak Neopterin, IL-6 ve TNF-α düzeylerinde anlamlı fark bulunmadı (p>0,05). Serum sitokin düzeylerinden IFN-γ atak değeri ve serum IL-6 remisyon değeri ile EDSS değeri arasında anlamlı ilişki bulundu (p<0,05). Serum IFN-γ remisyon değeri ile atak dönemindeki EDSS değeri arasında pozitif (r=0,28), remisyon dönemindeki EDSS değeri arasında negatif (r=-0,24) bir korelasyon bulundu. MS olgularında immunmodülatör ilaç kullananlar ile kullanmayanlar arasında serum sitokin düzeyleri arasında anlamlı fark bulunmamıştır (p>0,05). Sonuç: MS olgularında Optik Nörit ve duyusal semptomların daha sık görüldüğü; MS'lilerde serum sitokin düzeylerinde anormallikler olabileceği; serum sitokinlerinden sadece IFN-γ ve IL-10'un atak ve remisyon dönemlerinde anlamlı yüksek olduğu ve sitokinlerden IFN-γ'nın EDSS değeri ile anlamlı korelasyon gösterdiği belirlenmiştir. Bunun yanında sitokinlerden IL-6 ve TNF-α ile otoimmün hastalıkların aktivite ve yaygınlığını gösteren bir belirteç olan Neopterin'in atak ve remisyon dönemleri karşılaştırıldığında anlamlı korelasyon bulunamamıştır. Bu nedenle IFN-γ ve IL-10 gibi sitokinler MS'de hastalık aktivitesini değerlendirmede spesifik biyomarker olarak kullanılabilir ve bu sitokinlere etkili medikasyonlar da MS'in medikal tedavisinde kullanılabilir
  • Öğe
    Diyabeti olmayan ve tip 2 diyabet tanısını yeni almış olan hastalarda H-CRP ve fraktalkine düzeylerinin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2016) Kendir, İsmail Can; Kebapcılar, Levent
    Diabetes mellitus, pankreastan insülin sekresyonu, insülinin etkisi ya da her ikisindeki bozukluklardan kaynaklı, hiperglisemi ile karakterize, kronik, karbonhidrat, lipid ve protein metabolizması bozuklukları ile seyreden, metabolik bir hastalıktır. Düşük düzeyli inflamasyonun diabet patofizyolojisinde önemli bir belirteç olduğu yönünde yoğun çalışmalar yapılmaktadır. C-Reaktif protein (CRP) önemli akut faz reaktanlarından biridir. Son dönem çalışmalarında obezite, insülin direnci, hipertrigliseridemi, diyabet, LDL kolesterol gibi parametrelerle arasında belirgin korelasyon bulunmuştur. Fraktalkine proinflamatuar sitokin olarak düşünülür ve TNF-alfa converting enzim varlığında dolaşıma katılması artar. Tip 2 diyabet, obezite ve adipoz doku inflamasyonu ile yakından ilişkilidir. Bu süreçte yağ dokusundan monositlerin toplanması, anahtar rolü oynar ve sitokinlerin lokal üretimini başlatır. Bu süreç sonrasında sistemik inflamasyon ve insülin direncine yol açar. Kemokinlerin obezite ve inflamasyon arasındaki ilişkiyi sağladığı düşünülür. Ateroskleroz, kardiyovasküler hastalıklar, romatoid artrit, HİV ve kanser gibi inflamatuar faktörlerin aktivitesinin önemli olduğu bazı hastalıkların patogenizinde fractalkinin rolü bazı çalışmalarla gösterilmiştir. Diyabetin patogenezindeki kronik inflamasyon, hsCRP ve yeni çalışılan kemokinlerden fractalkine düzeyinin yeni tanı diyabette nasıl değişim gösterdiğini amaçladık. Gereç ve Yöntem: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Endokrinoloji, Metabolizma ve Beslenme Ana Bilim Dalında, Ocak 2016 – Temmuz 2016 arasında prospektif olarak yapıldı. Çalışmaya OGTT sonucunda ADA kriterlerine göre yeni diyabet tanısı konulan 33 hasta ve OGTT sonucunda diyabeti ve prediyabet saptanmayan 34 kontrol hasta grubu alındı. Katılanların sosyodemografik özellikleri yüz yüze görüşme yöntemi ile formlara kaydedildi. Hastaların laboratuvar değerleri hastane sistem kayıtları ve hasta dosyasındaki raporlardan retrospektif olarak incelenerek kaydedildi. Tüm veriler SPSS 23.0 istatistik paket programı kullanılarak değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen hastaların ve sağlıklı kontrollerin yaş, cinsiyet, sigara kullanımı ve aile öyküleri benzerdi. HsCRP düzeyleri açısından; diyabetik hasta grubunda 0. Saat (3,78±1,27) ve 2.saat (4,27±1,13) değerleri, kontrol grubu 0. Saat(3,19±1,79) ve 2. Saatinden (2,92±1,79) yüksekti (p<0,01). Fractalkine düzeyleri 0. Saat(0,37±0,03) ve 2. Saat düzeyleri(0,36±0,03), kontrol grubu 0. Saat(0,26±0,25) ve 2. Saat (0,23±0,21) düzeylerinden yüksek bulundu (p<0,01). OGTT öncesi ve sonrası bakılan değerlerde, hiperglisemi ile HsCRP düzeyi anlamlı olarak artmıştır(r:0,33 p<0,01). Fractalkine düzeyleri hiperglisemi ile değişim göstermemiştir. HsCRP düzeyleri VKİ, sistolik kan basıncı, trigliserid düzeyleri ile anlamlı pozitif korelasyon göstermekteydi. Fractalkine düzeyleri ile herhangi br korelasyon izlenmedi. Glukoz değerleri ile VKİ, sistolik kan basıncı, diyastolik kan basıncı, trigliserid düzeyleri pozitif korelasyon göstermekteyken, HDL kolesterol düzeyleri negatif anlamlı korelasyon gösterdiği görüldü. Sonuç: Çalışmamızda hs-CRP ve fractalkine seviyelerinin diabet grubunda kontrol grubuna göre anlamlı yüksek bulunmasını; diabet ve kronik inflmasyon ilişkisini desteklediği şeklinde yorumladık.Yüksek glukoz düzeyleri sonucunda yan ürün olarak oluşan ileri glikolizasyon ürünleri, hatta glikozun kendisi de inflamatuar sitokin üretimini uyarabilir. İnflamatuar belirteçlerden biri olan hsCRP, diyabet gelişimini de öngörebilir. İnflamasyon, diyabet oluşumunun önlenmesi ve tedavisinde yeni bir hedef olarak değerlendirilmelidir.Fractalkine inflamsyon çalışmaları diabet grubunda tanıda, patogenezde, tedavi düzenlenmesinde ve yeni ajanlar bulunmasında yol gösterici olabilir. Bu açıdan daha geniş tabanlı klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Polikistik over sendromunun erkek eşdeğerlerinde androjen hormon artışının metabolik ve kardiyovasküler etkilerinin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2016) Sözen, Mehmet; İpekçi, Süleyman Hilmi
    Amaç:Polikistik over sendromlu kadınlarda ve androjenik alopesisi olan erkeklerde yapılan çalışmalarda androjen hormon artışının kardiyovasküler hastalık gelişme riskini artırdıgına dair kanıtlar elde edilmiştir. Bu risk hipertansiyon, obezite, diyabetes mellitus, dislipidemi, sedanter yaşam, ailesinde koroner arter hastalığı öyküsü olanlarda daha fazladır. Polikistik over sendromu ve androjenik alopeside inflamatuvar maddeler artmaktadır. Artmış olan bu inflamatuvar maddeler aterosklerotik damar hastalığı gelişimine katkıda bulunmaktadır. Son zamanlarda yapılan çalışmalardan elde edilen veriler dogrultusunda sadece kadınlarda degil erkeklerde de polikistik over sendromuna benzer bir fenotipin olabileceği düşünülmektedir. Bizde bu noktadan hareket ederek 25 yaşından önce başlayan erkek tipi saç dökülmesi olan 25 - 40 yaş arası erkek hastalarda kardiyovasküler ve metabolik etkilerin değerlendirilmesi amaçlayan bir çalışma yaptık. Yöntem:Çalışmaya Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi İç Hastalıkları Endokrinoloji ve Metabolizma Bilim Dalı poliklinigine başvuran kardiyovasküler risk faktörleri içermeyen, malignitesi olmayan, aktif enfeksiyonu olmayan, karaciğer ve böbrek hastalıgı olmayan, antioksidan madde kullanmayan 25-45 yaş arası androjenik alopesisi olan41 hasta ve 40 sağlıklı kontrol olmak üzere toplamda81 kişi dahil edilmiştir. Androjenik alopesisi olan grupta kardiyovasküler ve metabolik riski degerlendirmek için 24 saatlik ambulatuvar kan basıncı ölçümü, hassas CRP ve galektin-3 çalışıldı.Katılımcıların sosyodemografik özellikleri yüz yüze görüşme yöntemi ile formlara kaydedildi. Tüm veriler SPSS 20.0 istatistik paket programı kullanılarak değerlendirildi. Bulgular:Çalışmamıza alınan hasta ve kontrol grubunun yaş ortalaması sırayla 30,3±7,5 ve 30,8±6,0 olarak saptandı. Hasta grubu ile kontrol grubu arasında 24 saatlik ambulatuvar kan basıncı ölçümleri, hassas CRP ve galektin-3 arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farklılık saptanmadı (p>0,05). Hasta grubunda hassasCRP ile bel çevresi ve boyun çevresi arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde pozitif korelasyon saptandı. Hasta grubunda galektin-3 ile HOMA-IR, bel çevresi ve kalça çevresi arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde pozitif korelasyon saptanırken, serbest testosteron ile negatif korelasyon saptanmıştır. Hasta grubuna alınan bireylerin Hamilton-Norwood sınıflamasına göre alopesi evreleri arttıkça 24 saatlik ambulatuvar kan basıncı ölçümlerinde gündüz nabız dalga hızı ile gece yansıtma büyüklügünde de artma tespit edilmiştir. Sonuç: Androjenik alopeside klinik tablo artmış androjenik hormonal tablo ile ilişkilidir. Genetik kusurlarında klinik tabloya ek katkısı olabilmektedir. Artmış androjen hormon düzeyleri ile kardiyovasküler hastalık gelişme riski artmaktadır. Prematüre androjenik alopesisi olan erkeklerde polikistik over sendromueşdeğeri mi bulundugu yoksa bunun daha çok metabolik sendromunun bir komponentimi oldugunun iyice anlaşılması için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    İntravitreal deksametazon implant tedavisinin koroid kalınlığına etkisinin "swept-source" optik koherens tomografi ile ölçülmesi
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2016-11-07) Ünüvar, Rehşan; Öztürk, Banu Turgut
    Amaç: Yavaş salınımlı kortikosteroidli implantların intravitreal uygulanımda koroid dokusuna etkisini değerlendirmeyi amaçlayan bu çalışmada kliniğimize başvuran retinal ven tıkanıklığına ikincil maküler ödem (RVT) veya diabetik maküler ödem (DMÖ) nedeniyle ilk kez intravitreal deksametazon implant tedavisi uygulanmış olguların arka kutup koroid kalınlıkları "swept-source" OKT (SS-OKT; DRI-OKT, Topcon Japan) cihazı ile değerlendirildi. Gereç ve Yöntem: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Retina Birimi kayıtları taranarak, DMÖ tanılı 42 göz ve RVT tanılı 24 göz olmak üzere toplam 66 göz çalışmaya alındı. Olguların uygulama öncesi ve uygulama sonrası 1., 3. ve 6. aylara ait en iyi düzeltilmiş görme keskinliği (EDGK) ile SS-OKT cihazı ile 3D (H) 6*6 mm modda alınmış görüntüleri değerlendirildi. Cihazın yazılımının otomatik olarak sağladığı ETDRS kalınlık haritasından elde edilen santral maküler kalınlığı (SMK), makulanın tüm kadranlarının retina kalınlık ortalaması (OMK), santral koroidal kalınlığı (SKK), makulanın tüm kadranlarının koroid kalınlık ortalaması (OKK) ve kadranların izole olarak koroid kalınlıklarının kontrollerdeki değişimi analiz edildi. Bulgular: Yaş ortalaması DMÖ grubunda hastaların 63.83 ± 7.28 yıl, RVT grubunda 61.71±10.15 yıldı. Cinsiyet dağılımı tüm grupta 32 (%48.5) erkek, 34 (%51.5) kadın şeklindeydi. DMÖ ve RVT grupları arasında cinsiyet ve yaş dağılımı açısından anlamlı fark görülmedi (sırasıyla p=0.07, p=0.33). Olguların enjeksiyon öncesi EDGK ortanca değeri 0.20 iken, enjeksiyon sonrası 1. ay, 3. ay ve 6. ay muayenelerinde sırasıyla 0.23, 0.28, 0.20 olarak saptandı. EDGK enjeksiyon öncesine göre tüm kontrollerde istatistiksel olarak anlamlı artış gösterdi (p<0.001). Maksimum düzelme 3. ay kontrolünde izlendi. SMK ortanca değeri enjeksiyon öncesi 432.50 μm iken, enjeksiyon sonrası 1.ayda 287.00 μm'a düştü, 3.ayda 293 μm, 6.ayda 378.50 μm'a yükselme gösterdi (p<0.001). OMK ortanca değeri enjeksiyon öncesi ilk muayenede ve enjeksiyon sonrası 1. ay, 3. ay, 6. ay muayenelerinde sırası ile 385.39 μm, 300.88 μm, 319.11 μm, 342.44 μm bulundu (p<0.001). SKK ortanca değeri enjeksiyon öncesi ilk muayenede, enjeksiyon sonrası 1. ay, 3. ay, 6. ay muayenelerinde sırası ile 202.50 μm, 209 μm 213 μm, 179 μm idi. Bu değişim istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p=0.05). OKK ortanca değeri enjeksiyon öncesi ilk muayenede, enjeksiyon sonrası 1. ay, 3. ay, 6. ay muayenelerinde sırası ile 190.61 μm, 195.33 μm, 183.44 μm, 169.55 μm bulundu. OKK'da azalma toplam grup ve RVT grubunda istatistiksel olarak anlamlı bulundu (sırasıyla p=0.01, p=0.02). Koroid kalınlıkları kadranlara göre analiz edildiğinde sadece superior 1 kadranında DMÖ grubunda anlamlı azalma izlendi (p= 0.02). Diğer kadranlarda anlamlı değişiklik izlenmedi. Sonuç: İntravitreal yavaş salınımlı deksametazon uygulaması ile SMK'da maksimum azalma 1. ayda olmasına rağmen EDGK'nin 3. ayda maksimum değere çıkması görme değişiminde koroid değişikliklerinin de rolü olabileceğini desteklemektedir. OKK'da anlamlı bir azalma görülmesi koroiddeki değişimin sadece subfoveal bölge ile sınırlı olmadığını düşündürmektedir. SKK'da anlamlı artış saptanamaması kronik maküler ödemli olgularda koroidal atrofiyle ilişkili olabilir. Bu durum retinanın normal fonksiyonu için koroidin yapısal ve fonksiyonel olarak sağlam olmasının önemini vurgulamaktadır.
  • Öğe
    Hemodiyalize girmekte olan hastalarda volüm durumunun yaşam kalitesi, anksiyete, depresyon ve uyku kalitesi üzerine etkisi
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2016) Çelikdelen, Selma Özlem; Afşar, Rengin Elsürer
    Son dönem böbrek hastalığı; böbrek fonksiyonlarının geri dönüşümsüz kaybını ifade eden ve renal replasman tedavisi gerektiren bir durumdur. Aşırı hidrasyon, diyaliz hastalarında sıktır ve önemli mortalite nedenlerinden biridir. Bu çalışmada hemodiyaliz hastalarında volüm durumunun yaşam kalitesi, anksiyete, depresyon, ve uyku kalitesi üzerine etkisi araştırılmıştır. YÖNTEM: Bu çalışma kesitsel niteliktedir. Çalışmaya en az 3 aydır hemodiyalize giren 18-75 yaş arası son dönem böbrek hastalığına sahip 100 hasta alındı. Hastalara hafta ortası diyaliz seansı öncesinde vücut kompozisyon monitörü ile biyoimpedans analizi yapıldı. Aynı seansta hastalara sosyodemografik verilere ait anket, SF-36 Yaşam Kalitesi Ölçeği, Beck Depresyon ve Anksiyete Ölçeği ile Pittsburg Uyku Kalitesi İndeksi uygulandı. Hastalar hücre dışı sıvı (HDS) ve total vücut suyu (TVS) oranına göre 3 gruba ayrıldı. Grup1; < 25 persentil (HDS/TVS<0.426 Lt, n=24), grup2; 25-50 persentil (HDS/TVS:0.426-0.438 Lt, n=37), grup3; 50-75 persentil (HDS/TVS:0.438-0.481 Lt, n=39) BULGULAR: Grup 1 ile grup 2 arasında fiziksel komponent skoru (FKS) (p=0,01), fiziksel fonksiyon (p<0,001), fiziksel rol güçlüğü (p=0,03), genel sağlık algısı (p=0,03), mental komponent skoru (MKS) (p=0,02), mental sağlık (p=0,01), sosyal fonksiyon (p<0,001) ve vitalite (p=0,01), skorları arasında anlamlı fark saptandı. Grup 1 ve grup 3 arasında fiziksel komponent (p=0,01), fiziksel fonksiyon (p=0,02), fiziksel rol güçlüğü (p=0,03), genel sağlık algısı (p=0,02), vitalite (p=0,02) skorları arasında anlamlı fark saptandı. Grup 1'de skorlar grup 2 ve grup 3'den daha yüksekti. HDS/TVS oranı ile fiziksel fonksiyon skoru (r:-0,201, p: 0.045) ve fiziksel rol güçlüğü skoru (r:-0,225, p:0.025) negatif koreleydi. HDS/TVS oranı arttıkça, fiziksel rol güçlüğü arttı, fiziksel fonksiyon ve vitalite azaldı. PUKİ analizinde hastaların tamamında PUKİ total skoru 5'in üzerinde bulundu. Grup 2'nin PUKİ total skoru, grup 1'den daha yüksekti (p=0,02). Grup 3'ün uyku süresi (p=0,02), (p<0,001) ve uyku verimi (p=0,03), (p=0,04) skorları sırasıyla grup 1 ve grup 2'den yüksekti. HDS/TVS oranı arttıkça, uyku süresi ve uyku verimi azalmaktaydı. Hastaların tamamında düşük derecede anksiyete saptandı. Tüm hastalarda depresyon oranı %40, grup 1'de depresyon oranı % 25, grup 2'de depresyon oranı %43, grup 3'de ise %45 tespit edildi. Beck Depresyon Skoru, yaş ve medeni durum, yaşam kalitesi komponentlerinden FKS ile volüm durumundan bağımsız olarak ilişkiliydi. Medeni durum ve Beck depresyon skoru MKS ile de volüm durumundan bağımsız olarak ilişkiliydi. SONUÇ: Bu çalışma, hemodiyaliz hastalarında volüm durumunun yaşam kalitesi, uyku kalitesi, anksiyete ve depresyon ile ilişkisini araştıran literatürdeki ilk çalışmadır. Sonuç olarak, özellikle yaşlı ve yalnız yaşadığı için sosyal desteği az olan veya hiç olmayan hastalara etkin psikososyal destek sağlanması ve bu hastalardaki depresyonun erken teşhis ve tedavisi ile hastaların yaşam kalitesini artırmak mümkün olacaktır. Bu hastalarda psikososyal desteğin ve depresyon tedavisinin uygun kuru ağırlığa erişme üzerine etkisinin araştırılacağı prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Akut ST elevasyonlu miyokard infarktüsünde başvuru EKG'sindeki terminal GRS distorsiyonunun hastane içi ve uzun dönem mortalite üzerine etkisi
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Yılmaz, Ahmet; Demir, Kenan
    Koroner arter hastalığı (KAH), bütün dünyada epidemik bir halk sağlığı problemidir Akut kooner sendromlar, dünyada olduğu gibi Türkiyede de ölüm nedenlerinin başında gelmektedir. EKG ise STEMI teşhisinde vazgeçilmez olan ucuz ve kolay ulaşılabilir bir tetkikdir. STEMI hastalarında erken risk sınıflaması, mortaliteyi bilmek, tedavi ve takip biçimini düzenlemek açısında çok önemlidir. Terminal QRS distorsiyonu; Grade 3 iskemi olarak da adlandırılmaktadır. Sclarovsky ve ekibi ve Birnbaum ve ekibi farklı zamanlarda QRS distorsiyonunun tanımını yapmışlardır. Başvuru EKG`lerinde QRS distorsiyonu görülen STEMI hastaların hastane içi prognozunun daha kötü, , fibrinolitik tedaviye yanıtlarının kötü olduğu, primer perkütan tedavi sonrasındaki mortalitenin yüksek ve kurtarılan miyokard bölgesinin az olduğu gösterilmiştir. Yine terminal QRS distorsiyonunun yüksek SYNTAX skoru ve yüksek no reflow oranları ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Biz bu çalışmamızda ST elevasyonu Myokart infarktüsünde, başvuru EKG`sindeki terminal QRS distorsiyonunun hastane içi ve uzun dönem mortalite üzerine etkisini araştırmayı amaçladık. Terminal QRS distorsiyonunun 2 paterni vardır. Patern a, qR konfigürasyonu olan derivasyonlarda J noktasının R dalgasının %50 sinden büyük olduğu durumlarda görülmektedir. Patern b ise Rs konfigürasyonu olması gereken derivasyonlarda S dalgasının olmadığı durumlarda izlenmektedir. Her iki patern de terminal QRS distorsiyonu veya grade 3 iskemi olarak adlandırılmaktadır. 216 STEMI ile başvura hasta başvuru EKG lerinde QRS distorsiyonu olup olmamasına göre 2 gruba ayrıldı. Multivariable Logistik Regresyon analizi ile hastana içi, 36 aylık sonrası mortalite ve GRACE skoru ile QRS distorsiyonunun ilişkisi araştırıldı. 216 hastanın 93 (43,0%) ünde QRS distorsiyonu görüldü. Hastane içi 22 (10.1%) ve 36 aylık takip sonrasında toplam 57 (26.3%) hastada ölüm gerçekleşti. Distorsiyon olan grupta hastane içi ölüm oranı anlamlı olarak yüksekti (p=0.005). Benzer şekilde 36 aylık takipte de mortalite oranı distorsiyon olan grupta fazla idi (p=0.012). Distorsyon gruptaki hastaların Killip sınıfı ortalaması daha yüksekti, GRACE skorları daha yüksekti. Akut kalp yetmezliği,intraaortik balon pompası kullanım oranları da G3MI grubuna daha yüksekti (p<0.05). Ayrıca başvuru esnasında yüksek kreatinin (p=0.013), düşük ejeksiyon fraksiyonu (p=0.01), düşük sistolik ve diyastolik tansiyon (p < 0.001) görülme oranları da QRS distorsiyonu olan grupta daha fazla idi. Multiple Logistic Regresyon analizinde bağımlı değişken olarak QRS distorsiyonu kullanıldığında diğer bağımsız faktörlerden yaş ve erkek cinsiyet istatistiki olarak anlamlı bulundu (p < 0.05). Sonuç olarak; Terminal QRS distorsiyonunun mortaliteyi öngördürmede kuvvetli bir prognostik bir değere sahip olduğunu gördük. Bu neticeler ışığında; hastane içi yüksek mortalite riskine sahip hastalar, GRACE skoru gibi hesaplanması zor olan bir skorlama sistemi yerine QRS distorsiyonu olup olmamasına bakılarak kolayca tespit edilebilir ve böylelikle yüksek riskli hastalar çok daha yakın takip edilip mortalite oranları azaltılabilir. Bunlara ilaveten; hasta sayısının az olmasından dolayı kesin bir neticeye varmamız mümkün görünmemekte; yine de bu önemli neticeler ışığında daha fazla hasta sayılarıyla daha büyük çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Katarakt cerrahisinin koroid kalınlığına etkisinin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Beyoğlu, Abdullah; Köktekir, Bengü Ekinci
    Amaç: Optik koherens tomografi (OKT) cihazının teknolojik açıdan gelişmesi ile koroidin ayrıntılı değerlendirilmesi mümkün hale gelmiştir. Bu çalışmada katarakt cerrahisi planlanan sağlıklı bireylerde koroid kalınlıklarının spektral domain OKT (Spectralis, Heidelberg Mühendislik, Almanya) cihazı ile ölçülmesi ve cerrahinin koroid kalınlığı üzerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Elli dört katarakt cerrahisi planlanan sağlıklı bireylerin ayrıntılı oftalmolojik muayenesi yapıldıktan sonra SD-OKT ile koroid kalınlıkları ölçüldü. Olguların ölçümleri cerrahi öncesi ve cerrahi sonrası 1. Gün, 10. Gün ve 1. Ay da gerçekleştirildi. Koroid kalınlığı öçlümleri foveal, süperior ve inferiordan horizontal olarak elde edildi. Bu kesitlerin üzerinden 500 μm aralıklarla üç noktadan alınan ölçümlerin ortalama değerleri kullanıldı. Tarama kesitlerinden hiperreflektif retina pigment epitelinin arka kenarı ile koroid/sklera bileşim yeri arası mesafe olacak şekilde cihazın üzerinde manuel olarak ölçüldü. Ortalama koroid kalınlıklarının ve ortalama GİB değerlerinin karşılaştırması için tekrarlı ölçümlerde varyans analizi (repeated measured ANOVA) kullanıldı. İkili karşılaştırmalar için Bonferroni güven aralıkları uygulandı. Yaş, cinsiyet, cerrahi sonrası steroid kullanımı ve katarakt çeşidi parametreleri ile ortalama koroid kalınlıklarındaki değişimlerin karşılaştırılması için İki örneklem Hoteling testi kullanıldı. Bulgular: Ortalama koroid kalınlıklarındaki değişimin cerrahi sonrasında cerrahi öncesine göre istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösterdiği saptandı (p<0.05). Bu değişim en fazla cerrahi sonrası 1. Günde olmaktadır (cerrahi öncesi ort. 245.62 cerrahi sonrası 1. Gün 256.55 mikron). Daha sonraki kontrollerde ise bu değişim korunmaktadır (cerrahi sonrası 10. Gün ort. 256.26 cerrahi sonrası 1. Ay 256.90 mikron). Cerrahi öncesi ve sonrasında GİB değişimleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p<0.05). Yaş, cinsiyet, cerrahi sonrası steroid kullanımı ve katarakt çeşidi parametreleri ile ortalama koroid kalınlıklarındaki değişimlerin arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptanmadı (p> 0.05). Sonuç: Günümüzde çeşitli retinal ve koroidal hastalıkların tanı ve takibinde koroid kalınlığının önemi giderek artmaktadır. Koroid kalınlığı oküler patolojilerde değişkenlik gösterebilir. Bu çalışmada katarakt cerrahisi planlanan sağlıklı bireylerde cerrahi sonrasında koroid kalınlığının arttığı saptanmıştır. Koroid kalınlığıyla ilgili yapılacak çalışmalarda katarakt cerrahisi gibi göziçi cerrahi faktörlerinin dikkate alınması gerekir.
  • Öğe
    Epilepsi hastalarında yorgunluk ve depresyonun eser element düzeyleri ile ilişkisi
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Gündoğdu, Ayşe; Aygül, Recep
    Epilepsi sık görülen kronik nörolojik hastalıklardan biridir. Epilepside sık olarak görülen komorbiditeler depresyon ve yorgunluktur. Epileptiklerde yorgunluk ve depresyon hayat kalitesini etkileyerek ciddi morbiditelere sebep olabilir. Epilepside depresyon ve yorgunluk sık görülmekte, katkıda bulunan faktörler belirsizliğini korumaktadır. Çalışmamızda epilepside eser element anormallikleri olup olmadığı; yorgunluk ve depresyonla eser elementlerin ilişkisi; ve eser elementlerin yorgunluk ve depresyon gelişimine katkısı olup olmadığı araştırıldı. Çalışmamıza 48 epileptik olgu ve 39 kontrol olmak üzere toplam 87 kişi alındı. Çalışmaya kabul edilen kişilerin sabah 8.00-9.00 saatleri arasında aç karına, herhangi bir antikoagulan içermeyen vakumlu tüplere venöz kan örnekleri alındı. Santrifüj edilip serumları ayrılarak eser element ölçümleri için -80° C derin dondurucu saklandı. Çalışma günü tek seansta ve aynı ekip tarafından serumdan Pb, Zn, Cu, Mn ve Se eser element düzeyleri ölçüldü. Tüm katılımcılara aynı kişi tarafından Beck Depresyon Ölçeği, Yorgunluk Şiddet Skalası ve SF-36 Yaşam Kalitesi skalaları uygulandı. İstatistiki değerlendirme için SPSS for Windows 18,0 programı kullanıldı. Depresyon ve yorgunluk yüzdeleri hesaplandı. Sonuçlar ortalama ± standart sapma olarak belirlenip, gruplar karşılaştırıldı ve p<0,05 ise anlamlı kabul edildi. Yine eser element düzeyleri, depresyon ve yorgunluk arasında korelasyon olup olmadığı araştırıldı.Epileptiklerin yaş ortalaması 29,21± 8,67, kontrollerin 26,41 ± 6,99 olarak hesaplandı. Gruplar karşılaştırıldığında istatistiksel olarak yaş bakımından anlamlı bir fark saptanmadı (p> 0.05). FSS ve BDÖ skorları epileptiklerde anlamlı yüksek bulundu (p<0,05). Epileptiklerde depresyon oranı %35,4; yorgunluk oranı %45.8 belirlendi. Se, Cu, Mn düzeyleri epileptiklerde anlamlı yüksekti (p<0,05), fakat Zn ve Pb düzeylerinde anlamlı fark bulunmadı (p>0,05) . Alt grup analizlerde depresyonu ve yorgunluğu olan ve olmayan epileptiklerin karşılaştırılmasında da eser element düzeylerinde anlamlı fark bulunmadı (p>0.05). Eser element düzeyleri ile Beck Depresyon Ölçeği ve Yorgunluk Şiddet Skalası arasında anlamlı korelasyon saptanmadı (p>0,05). Çalışmada yorgunluk ve depresyon arasında orta düzeyde pozitif korelasyon saptanmıştır (r=0,346, p=0,016). Epileptiklerde yorgunluk ve depresyonun daha sık olarak görüldüğü; epileptiklerde eser element plazma seviyelerinde anormallikler olabileceği; eser elementlerin yorgunluk ve depresyonu olanlar ve olmayanlar arasında anlamlı fark göstermediği ve eser elementlerin yorgunluk ve depresyonla belirgin bir korelasyon göstermediği belirlenmiştir. Yorgunluk ve depresyon arasında orta düzeyde pozitif korelasyon saptanmış olup; yorgunluk gelişmesinde eser element düzeylerindeki değişikliklerin katkısının olabileceği, ancak en önemli değişkenin depresyon olduğu ileri sürülebilir.
  • Öğe
    Dual enerji bilgisayarlı tomografi ile üriner sistem taşlarının in vivo analizi
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Erdoğan, Hasan; Temizöz, Osman
    Giriş ve Amaç: Üriner sistem taşlarının kimyasal yapısına göre oluşum mekanizmaları ve tedavileri farklılık göstermektedir. Bu nedenle taşın tipini saptayabilmek, koruyucu önlemlerin alınmasında ve tedavi planlanmasında kilit rol oynamaktadır. İn-vitro analiz yöntemleri ile taşın tipi saptanabilmektedir fakat her hastada taşı elde etmek mümkün olmamaktadır. Bilgisayarlı tomografi (BT)'de son yıllarda kullanıma giren dual enerji teknolojisi, üriner sistem taşlarının analizini in-vivo olarak yapmayı mümkün kılmıştır. Bu çalışmamızda üriner sistem taşlarının analizinde dual enerji BT (DEBT) sonuçlarını, altın standart kabul edilen in-vitro analiz sonuçları ile karşılaştırarak DEBT'nin tanısal etkinliğini değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: DEBT tetkikleri Eylül 2014 - Temmuz 2015 tarihleri arasında, üriner sistem taşı olan 373 hastada, 128-kesitli dual enerji BT cihazı (Somatom Definition Flash, Siemens Healthcare, Forchheim, Almanya) kullanılarak yapıldı. Hastalara işlemden önce bilgi verilerek, aydınlatılmış onam alındı. DEBT inceleme yalnızca taşın olduğu kesitlere yönelik yapıldı. İş istasyonu (Syngo.via, Siemens Healthcare, Forchheim, Almanya) üzerinde taşların düşük ve yüksek kVp değerlerindeki atenüasyon oranlarının analizi yapılarak taşlar hidroksiapatit, kalsiyum oksalat, sistin ve ürik asit taşı şeklinde sınıflandırıldı. Takiplerde ameliyat veya düşürme sonucu taşı elde edilen 35 hastada taşların in-vitro analizi yapıldı. DEBT ve in-vitro analiz sonuçları karşılaştırıldı ve istatistiksel olarak değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 373 hastanın 256'sı erkek (%68.6.), 117'si kadın (%31.4) olup, olguların yaşları 18 ile 90 arasında değişmekteydi (Ortalama yaş: 48.5±15.2). DEBT ile hastaların 136'sında (%36.5) hidroksiapatit, 160'ında (%42.9) kalsiyum oksalat, 20'sinde (%5.4) sistin, 57'sinde (%15.3) ise ürik asit taşı saptandı. Takipte taşı elde edilen 35 hastada taşların in-vitro analizi yapıldı ve taşların 8'inin (%22.8) hidroksiapatit, 18'inin (%51.4) kalsiyum oksalat, 6'sının (%17.2) ürik asit, 3'ünün de (%8.6) sistin taşı olduğu saptandı. DEBT analiz sonuçları, in-vitro sonuçlar ile karşılaştırıldığında 32 hastada (%91.4) taşın tipi doğru olarak saptanırken, 3 hastada (%8.6) ise doğru olarak saptanamadı. Taş tiplerine göre ayrı ayrı değerlendirildiğinde; ürik asit ve sistin taşlarının tamamı DEBT ile doğru olarak saptanabildi. DEBT ile hidroksiapatit taşı olarak belirtilen 11 taşın, 8 tanesi in-vitro analiz ile hidroksiapatit ile uyumlu olarak bulundu. Diğer 3 taşın ise in-vitro analizde kalsiyum oksalat taşı olduğu görüldü. DEBT ile kalsiyum oksalat taşı olduğu belirtilen 15 taşın ise in-vitro analizde de kalsiyum oksalat taşı olduğu doğrulandı. Sonuç: Gelişmiş post-proçes analiz yöntemleri ile birlikte DEBT, üriner taşların analizini yapabilmektedir. Özellikle ürik asit ve sistin taşlarını saptamada DEBT'nin çok üstün olduğu görülmektedir. Hidroksiapatit ve kalsiyum okzalat taşlarını saptamadaki başarısı da yüksektir. Limitasyon olarak, DEBT ile miks taşların bileşimi ve kalsiyum oksalat monohidrat-dihidrat gibi taş subgrupları ayırt edilememektedir. Sonuç olarak, DEBT ile in-vivo ortamda taş analizi yapıldığında, DEBT'nin tedavinin kişiselleştirilmesine ve optimize edilmesine büyük katkı sağlayacağı şüphesizdir.
  • Öğe
    Ülseratif kolitte netrin-1 düzeyinin hastalığın klinik aktivitesindeki önemi, TNF-α ve IL 6 ile ilişkisi
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2016) Fidan, Kemal; Korkmaz, Hüseyin
    Amaç: Ülseratif Kolit; idiopatik, kronik, aktivasyon (alevlenme, relaps) ve remisyon epizotları ile seyreden nonspesifik inflamatuvar bir hastalıktır. Patogenezi tam bilinmemekle beraber; intestinal epitel hücre hasarı ve persistant lökosit (granulosit, lenfosit, makrofaj ve plazma hücreleri) hücrelerinin epitel mukoza infiltrasyonu ile karakterizedir. Aktive olan bu immun hücrelerden salınan sitokinler (IL-1beta, TNF-alfa, IL-6, IL-2 ve İnterferon-gama) sonucu ortama granulositler ve mononükleer hücreler gelir. Netrin-1 nöronal ve nöronal doku dışındaki dokulardan salgılanan laminin benzeri bir proteindir. Netrin-1'in birçok akut ve kronik hastalıkta anti-inflamatuvar etki gösterdiği bildirilmiştir. Netrin-1'in inflamatuvar bağırsak hastalıklarında rolü henüz tam olarak belirlenmemiştir. Yapılan deneysel kolit çalışmalarında kolon mukozasında netrin-1 artışı gösterilmiş ve netrin-1'in lökosit migrasyonu ve infiltrasyonunu inhibe ederek anti-inflamatuvar etki gösterdiği rapor edilmiştir. Bu çalışmanın amacı; ülseratif kolitli hastalarda netrin-1 düzeyinin hastalığın klinik aktivitesindeki önemi ve bunun diğer proinflamatuvar sitokinler olan IL-6 ve TNF-α ile arasındaki ilişkisini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya ÜK tanılı 67 hasta (bunlardan 36'sı aktif, 31'i remisyonda) ve 50 sağlıklı kontrol grubu alındı. Ülseratif kolit hastaları; "TW klinik aktivite ve ÜK klinik aktivite indeksine" göre remisyon (n=31), hafif aktivasyon (n=21), orta aktivasyon (n=6) ve şiddetli aktivasyon (n=9) olarak gruplara ayrıldı. Hasta ve kontrol grubundan elde edilen kan örneklerinden Netrin-1, IL-6, TNF-alfa; CRP, ESR ve Hemogram çalışıldı. Elde edilen verilerin değerlendirilmesinde sayı, yüzde, ortalama, standart sapma kullanıldı. İstatiksel veriler için; Student-t testi, Chi-squre testi, Mann-Whitney U testi, One-Way ANOVA, Tamhane's T2, post hoc Tukey testi, Kruskal-Wallis testi, Spearman Testi ve Pearson korelasyon analizleri kullanıldı. Sonuçlar %95'lik güven aralığında, anlamlılık p<0,05 düzeyinde değerlendirildi. Bulgular: 36'sı aktif, 31'i remisyonda 67 ÜK hastası ve 50 sağlıklı kontrol grubunda yapılan çalışmada; aktif hasta grubunun netrin-1 düzeyi ortalama 105,86±51,36, remisyon grubunun netrin-1 düzeyi ortalama 75,61±48,57 ve kontrol grubunun netrin-1 düzeyi ortalaması 71,00±35,46'idi. Netrin-1'in aktif hasta ile remisyon grubu (p=0,001) ve kontrol grubu (p=0,009) arasında istatistiksel açıdan anlamlı farkı vardı. Yalnız remisyon grubu ile kontrol grubu arasında (p>0,05) istatiksel açıdan anlamlı fark yoktu. Hasta grubunu ÜK ve TW. klinik aktivite indeksine göre şiddetli, orta, hafif aktivasyon ve remisyon grubu olarak sınıflandırdığımızda; Netrin-1 düzeyinin şiddetli aktivasyon grubu ile hafif aktivasyon grubu arasında (p=0,037) ve remisyon grubu arasında (p=0,001) istatiksel açıdan anlamlı farkı vardı. Yalnız şiddetli aktivasyon grubu ile orta aktivasyon grubu arasında (p=0,054) istatiksel açıdan anlamlı fark yoktu. Ayrıca netrin-1'in orta aktivasyon grubu ile hafif aktivasyon grubu arasında (p=0,045) ve remisyon grubu arasında (p=0,004) istatiksel açıdan anlamlı farkı vardı. Netrin-1'in hafif aktivasyon grubu ile remisyon grubu (p>0,05) arasında istatiksel açıdan anlamlı farkı yoktu. Aktif hasta grubunun TNF-α ortalaması 21,35±10,50, remisyon grubunun TNF-α ortalaması 18,47±7,17 ve kontrol grubunun TNF-α ortalaması 7,36±8,88'idi. TNF-α'nın aktif hasta grubu ile kontrol grubu (p<0,01) ve remisyon grubu arasında (p<0,01) istatiksel açıdan anlamlı farkı vardı. Yalnız TNF-α'nın remisyon grubu ile aktif hasta grubu arasında (p=0,826) istatiksel açıdan anlamlı farkı yoktu. TNF-alfa'nın şiddetli aktivasyon grubu ile orta aktivasyon (p>0,05), hafif aktivasyon (p=0,640) ve remisyon grubu (p=0,621) arasında istatiksel açıdan anlamlı fark yoktu. Aktif hasta grubunun IL-6 ortalaması 10.78±15.72, remisyon grubunun IL-6 ortalama 4,28±1,45 ve kontrol grubunun IL-6 ortalaması 3,59±1,78'idi. IL-6'nın aktif hasta grubu ile kontrol grubu arasında (p=0,003) ve remisyon grubu arasında (p=0,008) istatiksel açıdan anlamlı farkı vardı. Yalnız IL-6'nın remisyon grubu ile kontrol grubu arasında (p=0,10) istatiksel açıdan anlamlı farkı yoktu. IL-6'nın şiddetli aktivasyon grubu ile orta aktivasyon (p<0,01), hafif aktivasyon (p<0,01) ve remisyon grubu (p<0,01) arasında istatiksel açıdan anlamlı fark vardı. Ancak IL-6'nın orta aktivasyon grubu ile hafif aktivasyon (p>0,05) ve remisyon grubu (p>0,05) arasında istatiksel açıdan anlamlı fark yoktu. Hastalığın klinik aktivitesi ile netrin-1(r=0,320 p=0,008), TNF-alfa (r=0,187 p=0,034) ve IL-6 ile (r=0,550 p<0,01) aralarında pozitif yönde bir korelasyon vardı. Ayrıca IL-6'nın hem netrin-1 (r=0,286 p<0,05) hem de TNF-alfa (r=0,175 p<0,05) ile pozitif yönde bir korelasyonu varken, Netrin-1'in TNF-alfa ile (r=0,118 p>0,05) arasında herhangi bir korelasyon saptamadık. Sonuç: Çalışmamız ÜK hastalarının periferden alınan kan örnekleriyle netrin-1, TNF-alfa ve IL-6 düzeylerini inceleyen ve birbirleriyle olan ilişkisini araştıran ilk çalışmadır. Çalışmamızda hasta grubunda Netrin-1,TNF-alfa ve IL-6 düzeyi kontrol grubuna göre daha yüksek bulundu. Hastalığın şiddeti arttıkça netrin-1 düzeyi artmasına rağmen; netrin-1 orta aktivasyon grubu ile şiddetli aktivasyon grubunu istatiksel açıdan birbirinden ayırt edemiyordu. Netrin-1 gibi TNF-alfa ve IL-6'da hastalığın klinik aktivitesi ile doğrudan ilişkiliydi. Hastalığın şiddeti arttıkça TNF-alfa düzeyi de artmasına rağmen şiddetli, orta ve hafif aktivasyon grubu arasında istatiksel açıdan anlamlı fark saptamadık. Yalnız IL-6'da gruplar arasında istatiksel açıdan anlamlı fark vardı. ÜK'li hastalarda Netrin-1'in IL-6 ile pozitif yönde etkileşim halinde olduğunu yalnız TNF-alfa ile aralarında istatiksel olarak herhangi bir ilişki olmadığını gözlemledik.
  • Öğe
    Çocukluk çağında kanser ilaçlarının ekstravazasyonu ve bunu etkileyen faktörler
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015-07-07) Günaslan, Pervin; Köksal, Yavuz
    Amaç: Bu çalışmada, kanserli çocuk hastalarda tedavileri sırasında kanser ilaçlarıyla oluşan ekstravazasyon sıklığını saptamayı, sorumlu ajanları ve etki eden faktörleri belirlemeyi amaçladık. Hastalar ve Metod: Eylül 2012'den Ekim 2014'e kadar Selçuk Üniversitesi Çocuk Onkoloji Servisi'nde kanser tanısı konulup kanser ilaç tedavisi almış olan 0-18 yaş grubundaki çocukların dosyaları ve hemşire gözlemleri retrospektif olarak değerlendirildi.Hastaların yaşı, cinsiyeti, ven cinsi, intravenöz kateterin uzunluğu, IV girişimin zorluk seviyesi, kemoterapi alınan gün sayısı, ilaçların sayısı ve tipi, tedavi tarihi, olayın tatil veya çalışma gününde olup-olmadığı, eğer extravazasyon gelişmişse zamanı, extravaze olan ilacın ismi, extravaze olan alandaki fiziki bulgular ve tedavinin tipi gibi özellikler kaydedildi. Bulgular: Kanser tanısı almış 103 çocuktan (E/K; 60/43) 30'unda tedavi esnasında ekstravazasyon gelişti. Ünitemizde kanser ilaçlarıyla oluşan ekstravazasyon insidansı %0.75'ti. Ekstravaze olan hastaların çoğu (%60) erkekti. Hastaların çoğunda (%90) periferal IV kateter, %10'unda da santral venöz port kateter bulunmaktaydı. Ekstravazasyon insidansı periferik ve santral kateterde sırasıyla %0,9 ve %0,3'tü. Hastaların %15'i tedavilerini haftada bir kere, %85'i 2-4 haftada bir kere almaktaydılar. Ekstravazasyonun çalışma günü veya tatil gününde gelişmesi insidansı da sırasıyla %0,69 ve %0,88 idi. Hastaların %45'inin tanısı nöroblastom ve Ewing sarkomuydu Ekstravazasyonların %57'si beş yaş altındaki hastalarda gerçekleşti. En sık ekstravazasyonun görüldüğü alan %44 ile elin dorsali olup bunu %37 ile önkol izledi. Keza sisplatin ve ifosfamid ekstravazasyonu sık görüldü (%50). Tedavi öncesinde periferik damar yolu açılması için birçok kez venöz ponksiyon gerektiren hastalarda ekstravazasyon 12.9 defa daha fazla görülmekte olup, sonuç istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001). Sonuç: Literatürle karşılaştırıldığında ünitemizde ekstravazasyon insidansı daha düşük gözükse de sonuçlarımız tekrarlayan damar yolu açma girişimlerinin ekstravazasyon yönünden bir risk faktörü olduğunu ve bu durumdan mümkün olduğu kadar kaçınılması gerektiğini düşündürmüştür. Santral kateter yerleştirilmesi endikasyonu için eşiğin düşük tutulmasının, bu narin grubu travmatik damarsal girişimlerden ve bunu takiben gelişecek ekstravazasyon riskinden koruyabileceğini düşünüyoruz.
  • Öğe
    Aile sağlığı merkezine başvuran gebelere verilen eğitim ve danışmanlık hizmetinin konstipasyonun giderilmesinde etkinliği
    (Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2018-01-30) Çağlar, Sona; Hisar, Kemal Macit
    Amaç: Bu çalışma, gebelerde konstipasyon önleme eğitim programının etkinliğini değerlendirmek amacıyla (katılımcıların ön test-son test değerlendirmesine tabi tutularak) yapılan bir müdahale araştırmasıdır. Yöntem: Konstipasyon sorunu olan 35 gebe araştırmaya dahil edilmiştir. Veri toplama formları; Kişisel Bilgi Formu, KCÖ, GKÖ, BDT, KYKÖ, UAFAA-KF anketleridir. Her bir gebe için 7 ziyaret yapıldı ve 6 ay takip edildi. Katılımcılar, diyet tüketimine ilişkin tavsiyeleri içeren bireysel eğitim programı aldılar. Eğitim kapsamında posalı besin tüketimi, sıvı alımı, egzersiz ve defekasyon için optimal pozisyon hakkında danışmanlık hizmeti verilmiştir. Bulgular: Çalışmada eğitim sonrası gebelerin beslenme alışkanlıklarında değişiklikler saptandı. Gebelerde eğitim öncesi Bristol tablosundaki tip 1, tip 2, tip 3. formu daha fazla görüldüğü halde eğitim sonrası bu oran azaldı. Eğitim öncesi tip 4, 5 formu daha az görüldüğü halde eğitim sonrası bu oran yükseldi. Gebelerin günlük beslenme ve yaşam tarzını inceleğimizde eğitim sonrasında değişiklikler bulundu. Eğitim öncesi gebelerin yarısından fazlası her gün 1,5 veya 2 lt sıvı ve katı besinler yerine sulu besinler alırken eğitimin sonunda gebelerin tamamı 1,5-2 litre sıvı ve %90,00'ı katı besinler yerine sulu besinler tüketti. Eğitim öncesi gebelerin % 74,30'ü her gün 2 porsiyon meyve, dörtte biri her gün 3 porsiyon sebze tüketirken eğitim sonrası yaklaşık tamamı meyve-sebze tüketti. Eğitim öncesi gebelerin tamamında konstipasyon mevcut iken eğitim sonrası bu oran %28,60 oldu. Bu çalışmada eğitim ve danışmanlık hizmetinden sonra GKÖ, KCÖ, KYKÖ ve alt grupların puanında eğitim öncesine göre belirgin azalma saptandı, KYKÖ ''Memnuniyet'' alt grubunun puanında belirgin artış gözlendi. Gebelerin fiziksel aktivite düzeyini incelediğimizde eğitim ve danışmanlık hizmeti öncesi ve sonrası anlamlı değişiklik bulunmadı. Sonuç: Araştırmada elde edilen sonuçlara göre gebelerde konstipasyon sorununun önlenmesi ve sorunla baş etmelerini desteklemek için gerekli eğitim ve danışmanlık hizmetlerinin planlanması ve uygulanması önerilebilir.