Tıp Fakültesi Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 895
  • Öğe
    Otizm spektrum bozukluğu tanılı çocukların sağlıklı kardeşlerinde yürütücü işlevlerin kronotip ile ilişkisinin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Yaşar, Murat; Çetin, Fatih Hilmi
    Amaç: Bu çalışmanın amacı Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) tanılı çocukların sağlıklı kardeşlerinde yürütücü işlevleri (Yİ) incelemek ve kronotip ile yürütücü işlevler arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya olgu grubu olarak OSB tanılı çocukların 40 sağlıklı kardeşi ve ebeveyni ile 40 sağlıklı kontrol ve ebeveyni dâhil edilmiştir. Yİ; Stroop Testi, Sayı Dizileri Öğrenme Testi (SDÖT) ve İşaretleme Testi (İT) ile değerlendirilmiştir. Ebeveynlere; Çocukluk Dönemi Kronotip Anketi (ÇDKA), Çocuk Uyku Alışkanlıkları Anketi (ÇUAA), Otizm Spektrum Anketi (OSA) ve Otizm Spektrum Tarama Ölçeği (OSTÖ) uygulanmıştır. Bulgular: OSB tanılı çocukların kardeşlerinin Stroop Testi ve İT performanslarının kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde daha kötü olduğu saptanmıştır. SDÖT'de fark saptanmamıştır. Olgu grubunun toplam kronotip puanının anlamlı düzeyde daha yüksek olduğu ve ÇUAA yatma zamanı direnci ile uyku kaygısı alanlarında anlamlı düzeyde daha yüksek puan aldıkları saptanmıştır. Ayrıca ÇDKA toplam puanı ile İT ikinci bölüm yanlış hedef sayısı arasında anlamlı düzeyde pozitif korelasyon saptanmıştır. Olgu grubu ebeveynlerinin, OSA iletişim ve ayrıntıya dikkat etme alt ölçeklerinde kontrol grubu ebeveynlerine göre anlamlı düzeyde daha yüksek puan aldıkları saptanmıştır. OSTÖ puanları açısından farklılık saptanmamıştır. Yapılan lojistik regresyon analizinde; değişkenler arasında kronotip toplam puanının, Stroop testi beşinci bölüm düzeltme sayısının ve İT dördüncü bölüm hata sayısının otizm için endofenotip olabileceği saptanmıştır. Sonuç: Bu çalışma, OSB tanılı çocukların kardeşlerinde Yİ bozulmalarının, ebeveynlerinde ise iletişim ve ayrıntıya dikkat etme alanının otizm için endofenotip olabileceğini düşündürmektedir. Kronotip ile Yİ ilişkisinin değerlendirildiği daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Lityum kullanımı olan bipolar bozukluk tanılı hastalarda telomer uzunluğu, telomeraz aktivitesi ve oksidatif stres düzeyleri ile lityum tedavisine yanıt arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Erbasan, Vefa; Altınbaş, Kürşat
    Amaç: Bu çalışmada öncelikle bipolar bozuklu tanılı ötimik hastalar ile sağlıklı kontrollerin telomer uzunluğu (TU), telomeraz aktivitesi (TA), toplam antioksidan kapasite (TAS) ve toplam antioksidan kapasite (TOS) değerlerini karşılaştırmayı amaçladık. Çalışmadaki diğer amacımız ise; hastaların lityum yanıt düzeyleri ile TU, TA, TAS ve TOS değerlerinin ilişkisini inceleyerek bu değişkenlerin lityum tedavi yanıtı için yordayıcılığını araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza, yaş ve cinsiyet bakımından eşleştirilen bipolar bozukluk tanılı 70 ötimik hasta ile herhangi bir psikiyatrik hastalığı olmayan 69 sağlıklı kontrol dahil edildi. Hasta ve kontrol grubundan alınan kanlardan TU, TA, TAS ve TOS düzeyleri ölçüldü. Hastalara; Hamilton Depresyon Derecelendirme Ölçeği (HDDÖ), Young Mani Derecelendirme Ölçeği (YMDÖ) ve lityum tedavi yanıtını değerlendirmek için ALDA ölçeği uygulandı. Bulgular: Hasta grubunda TU, TA ve TAS değerlerinin sağlıklı kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde daha yüksek olduğu tespit edildi. TOS değeri ise kontrollerle karşılaştırıldığında hastalarda anlamlı düzeyde daha düşük bulundu. Lityum tedavi yanıtına göre hastalar gruplandırıldığında tüm grupların kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde daha yüksek TU ve TA değerlerine sahip oldukları, lityuma yanıt puanı arttıkça TU için bu farkın anlamlılığının arttığı saptandı. Sonuç: BB'de görülen artan oksidatif stresin azalmasında ve telomer kısalmasındaki hızlanmanın yavaşlamasında lityum tedavisinin etkili olabileceği düşünüldü. Lityum tedavi yanıtını öngörmede herhangi bir biyolojik belirteç bulmaktan hâlâ uzak olsak da tedavi grupları ile kontrol grubu arasındaki TU açısından bulunan farkın anlamlılık düzeyinin kötü yanıttan iyi yanıta ilerledikçe artması, lityum tedavi yanıtını öngörmede TU'nun bir belirteç olabileceğini düşündürmektedir. Bunun için, daha geniş örneklemli ve boyutsal tasarımdaki çalışmalarla sonuçların tekrar edilmesi gerekmektedir.
  • Öğe
    İnsan kolesterol metabolizmasında IDOL geninin potansiyel rolü
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Duymuş, Fahrettin; Çora, Tülün
    Amaç: Hiperkolesterolemi, ateroskleroz ve koroner arter hastalığına katkıda bulunan ana risk faktörlerinden biridir. Bir E3 ubiquitin ligaz olan düşük dansiteli lipoprotein reseptörünün indüklenebilir bozundurucusu (IDOL), LDL reseptörü (LDLR) yolunun yakın zamanda tanımlanmış bir düzenleyicisidir. Kolesterol metabolizmasında IDOL tarafından düzenlenmenin altında yatan mekanizma, hücre temelli sistemlerde incelenmiştir ve in vivo olarak önemli bir rol aldığı öne sürülmüştür. Bu düşünce, IDOL'deki genetik varyasyonlar ile insanlarda dolaşımdaki LDL-K seviyeleri arasında bir ilişki olduğunu bildiren çalışmalarla desteklenmiştir. Ancak sonuçları tutarsız kalmaktadır. Türkiye'de ise bildiğimiz kadarıyla daha önce IDOL geninin varyantları ile lipid profilleri arasındaki ilişkiyi bildiren herhangi bir çalışma bulunmamaktadır. Bizim çalışmamızın amacı normal ve ekstrem LDL-K fenotipleri olan bireyleri tarayarak, IDOL'deki varyantları ve bu varyantların dolaşımdaki LDL-K seviyelerine olası katkısını araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: LDLR geninde mutasyon saptanmayan Hollanda Lipid Klinik Ağı kriterleri ile kesin ya da muhtemel AH kategorileri arasında değerlendiren 125 kişilik olgu grubu ve yaş ve cinsiyete göre LDL seviyeleri normal sınırlarda olan 125 kişilik kontrol grubu çalışmamıza dahil edilmiştir ve IDOL geninin tüm ekzonları, ekzon - ekzon bağlantı noktaları, bu bölgelerde önemli olan intronlar ve 5' ve 3' uç bölgelerinin tamamı dizilenmiştir. Bulgular: Bu çalışmada 12 adet farklı varyant (rs2072784, rs2072783, rs1060901, rs79992066, rs34627146, rs3765234, rs754543202, rs149696224, rs78823578, rs148878853, rs139469255, rs9370867) tespit edilmiştir. Bütün varyantlar dbSNP veri tabanında daha önce tanımlanmıştır. Rs2072784, rs2072783, rs1060901, rs79992066, rs3765234, rs9370867 varyantları her iki gruptaki ortak varyantlardır ve yaygın varyant olarak değerlendirilmiştir. Kalan 6 adet varyant nadir varyant olarak değerlendirilmiştir ve rs149696224, rs78823578, rs148878853, rs139469255 sadece olgu grubundaki bireylerde saptanırken, rs34627146 ve rs754543202 varyantları kontrol grubundaki bireylerde mevcuttur. Sonuç: Çalışmamızda saptadığımız yaygın varyantların genotipleri ve alel dağılımları, genetik modeller kullanılarak gruplar arasında değerlendirilmiş ve bu varyantların minör alel frekanslarıda (MAF) gruplar arasında kıyaslanmıştır. Olgu ve kontrol gruplarındaki parametrelerde istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır (p>0.05). Çalışmamız IDOL'un insanlarda kolesterol metabolizmasındaki rolüne dair daha fazla kanıt sağlamıştır. Bu çalışmanın gelecekte yapılacak araştırmalara katkı sağlayacağını ummaktayız.
  • Öğe
    Tiroid kanseri olgularında insülin direncini etkileyen parametrelerin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Demir, Arif; Kebapçılar, Levent
    Amaç: Bu çalışmada tiroid kanseri tanılı olgularda insülin direnci gelişme sıklığı ve insülin direnci gelişiminde etkili olabilecek parametrelerin incelenmesi amaçlandı. Metod: Kesitsel tipte olan bu çalışma 1 Ocak 2019 - 31 Aralık 2020 tarihleri arasında Konya Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde herhangi tipte tiroid kanseri tanısıyla takip edilen 97 olgunun dosyalarının retrospektif olarak incelenmesi ile gerçekleştirildi. Olgular HOMA-IR değerine göre insülin direnci gelişen ve gelişmeyen olmak üzere iki gruba ayrılarak, gruplar arasında klinik parametreler karşılaştırıldı. Bulgular: Olguların %91.8'i kadın, yaş ortalaması 51.21 ± 12.08 yıldı. En sık saptanan tiroid malignitesi tipi (%92.7) papiller karsinomdu. Olguların %54.6'sında en az bir ek hastalık olduğu belirlendi. En sık saptanan ek hastalıklar %34 diabetes mellitus, %24.7 hipertansiyon, %13.4 hiperlipidemiydi. Ortalama HOMA-IR değeri 2.97 ± 2.48 idi ve olguların %51.5'inde HOMA-IR düzeyi yüksek tespit edildi. Kadınlarla karşılaştırıldığında, erkekler arasında insülin direnci gelişme sıklığı istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha fazlaydı (p = 0.034). İnsülin direnci olmayan olgularla karşılaştırıldığında, insülin direnci gelişenlerin vücut ağırlığı, BKİ değeri, insülin düzeyi, glukoz düzeyi ve ürik asit düzeyi istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha fazlaydı (p<0.05). Tiroid kanser tipleri arasında insülin direnci gelişme sıklığı bakımından anlamlı fark saptanmadı (p = 0.292). Sonuç: Bu çalışmada tiroid kanseri olgularının yarıdan fazlasında insülin direnci yüksekti. Erkeklerde insülin direncinin daha yüksek sıklıkta görüldüğü, insülin direnci gelişenler arasında BKİ ve ürik asit değerlerinin yüksek düzeyde olduğu belirlenmiştir. Bu konuda yapılacak geniş katılımlı prospektif çalışmalarla insülin direnci ile tiroid kanseri arasındaki ilişki daha net olarak ortaya konabilir.
  • Öğe
    Sistemik izotretinoin tedavisinin erkek ratlarda seksüel fonksiyon ve fertilite üzerine etkisi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Akyürek, Mehmet; Saylam Kurtipek, Gülcan
    GİRİŞ Sistemik izotretinoin akne başta olmak üzere skarlı alopesi, hidradenitis suppurativa, rosasea gibi birçok hastalığın tedavisinde kullanılmakta olan retinoik asittir. İzotretinoin tedavisinin kullanımını kısıtlayan en önemli antite teratojen etkisidir. Teratojen etkisinin olması fertilite konusunda çalışmalara yön vermiştir. Bu çalışmada sistemik izotretinoin tedavisinin erkek ratlarda seksüel fonksiyon ve fertilite üzerine etkileri araştırılmaktadır. GEREÇ VE YÖNTEM Yirmi sekiz erkek rat üç gruba ayrıldı. 1.grup kontrol grubu olarak belirlendi. Kontrol grubuna saf zeytinyağı, 2.gruba 7,5 mg/kg/gün dozunda, 3.gruba 15 mg/kg/gün dozunda zeytinyağı içerisinde eritilmiş toz şeklindeki izotretinoin oral gavaj yöntemiyle verildi. Çalışma 10 hafta sürdürüldü. Çalışma başında ve sonunda ratlardan alınan kanlarda FSH, LH, total ve free testosteron, NO, ADMA ve endotelin-1 analiz edildi. Çalışma sonunda ratlardan ötenazi işlemi sonrası epididimal sperm toplandı. Spermde motilite, yoğunluk, mitokondriyal aktivite, akrozom bütünlüğü ve membran bütünlüğü ile DNA fragmantasyon indeksi değerlendirildi. BULGULAR Çalışmaya yaşları 42-46 haftalık, ağırlıkları 650±50 gr olan 28 erkek ratla başlandı. 10 hafta sürdürülen çalışmadan her gruptan ölümler olmakla birlikte toplamda 19 rat ile çalışma tamamlandı. Çalışma öncesi ve sonrasında bakılan FSH, LH, total ve free testosteron, ADMA ve endotelin-1 seviyelerinde istatistiksel anlamlı fark bulunmazken(p>0,05), NO seviyeleri yüksek doz verilen 3.grupta yükselmişti(p<0,05). Çalışma sonunda gruplarda spermatozoon mitokondriyal aktiviteleri arasında istatistiksel anlamlı fark bulunmazken(p>0,05), motilite, yoğunluk, akrozom ve membran bütünlüğü açısından izotretinoin verilen gruplarda istatistiksel anlamlı bir düşüş bulundu(p<0,05). Motilite ve yoğunluk dozdan bağımsız değişkenlik gösterirken, akrozom bütünlüğü düşük doz verilen 2.grupta, membran bütünlüğü yüksek doz verilen 3.grupta daha düşük saptandı. DNA fragmantasyon indeksi izotretinoin verilen grupta istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksek bulundu(p<0,05) ve yüksek doz verilen grupta daha yüksekti(p<0,05). SONUÇ İzotretinoin tedavisi FSH, LH, testosteron, ADMA, endotelin-1 seviyelerini etkilemezken, yüksek dozda NO düzeylerini arttırmaktadır. Özellikle yüksek doz verilen grupta ratlarda sperm DNA hasarını arttırmaktadır ve sperm motilitesini, yoğunluğunu, akrozom bütünlüğü ve membran bütünlüğünü negatif etkilemektedir.
  • Öğe
    COVID-19 enfeksiyonunda koagulasyon parameterleri ile mortalite arasındaki ilişkinin araştırılması
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) İkiz, Fatih; Ak, Ahmet
    Amaç: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp Kliniği'nde 11.03.2020 – 20.04.2021 tarihleri arasında Covid-19 tanısı almış 18 yaş üstü hastalar dahil edilerek yapılan bu çalışmada, koagulasyon parametreleri (d-Dimer, PT, aPTT, INR, Fibrinojen ve Trombosit) ile mortalite arasındaki ilişkinin araştırılmasını amaçladık. Yöntem: Bu çalışmada 11.03.2020–20.04.2021 tarihleri arasında Covid-19 tanısı almış 18 yaş ve üstü hastalarda yaş, cinsiyet gibi epidemiyolojik verileri, öz geçmiş özellikleri, acil servis kabulündeki vital parametreleri, klinik bulguları, koagulasyon parametleri olarak; d-Dimer, PT, aPTT, INR, Fibrinojen ve Trombosit değerlerine bakıldı. BT bulgusu ve PCR birlikte pozitif olan hastalarçalışmaya alındı. İstatistiksel Analiz: Çalışmada istatistiksel analizler SPSS ile yapılmıştır. Tanımlayıcı istatistikler analiz edildi ve sayısal parametreler ortalama±SS, kategorik değişkenler ise frekans şeklinde ifade edildi. Sayısal değişkenlerin normal dağılıma uygunluğu için Kolmogorov-Smirnov testi, histogram analizleri ve Q-Q plot grafikleri kullanıldı. Sayısal parametrelerin homojenite özelliklerinin analizi için Levene's testi kullanıldı. Parametrik şartların sağlandığı durumlarda iki bağımsız grup karşılaştırması için bağımsız örneklem t-testi, çoklu gruplar için tek yönlü varyans analizi (ANOVA) testi kullanıldı. Parametrik varsayımların karşılanmadığı diğer durumlarda ise iki bağımsız grubun karşılaştırması için Mann-Witney U testi, bağımsız çoklu grupların karşılaştırılması için Kruskal-Wallis-H testi uygulandı. Anlamlı bulunan sonuçların yorumu için post-hoc analizi olarak Tukey HSD kullanıldı ve gruplar arası ilişkiler analiz edildi. Mortalite üzerinde prognostik faktorlerin tespiti için Binary Lojistik Regresyon modellemesi kuruldu. Prognoz üzerinde etkili olan anlamlı parametreler ROC analizine tabi tutuldu. Bulgular ve Sonuç: Çalışmamızda CURB-65 ile yatış durumu, sağ kalım, YBÜ ve Servis yatış süreleri arasında anlamlı ilişki bulundu. D-dimer, Fibrinojen, INR ve PT değerlerinin yaşlı grupta daha yüksek olduğu ortaya kondu. YBÜ ve Servis yatış süreleri ile d-Dimer arasında anlamlı ilişki olduğu gösterildi. D-dimer, Fibrinojen yüksekliğinin mortaliteyi artırmak suretiyle anlamlı prognoz ilişkisi olduğu, Platelet ve aPTT değerlerinin de aynı şekilde prognoz üzerine etkili olduğu ve exitus grubunda daha düşük olduğu gösterilmiştir. Diğer taraftan ROC analizinde sırasıyla senstivite ve spesifite verileri ortaya konmuş; bu değerler d-Dimer için %80,3/80,0, Fibrinojen için %70,5/72,2, aPTT için %58,2/59,4 ve Platelet için %59,7/59,2 olarak not edilmiştir. Prognoz üzerinde etkili bazı koagulasyon parametrelerinin (d-Dimer, Fibrinojen, aPTT ve Platelet) regresyon modelinde genel sınıflama başarısı %88,6 ve mortalite prediksiyon başarısı %37,7 iken; bu parametreler hastaların demografik, klinik ve vital parametreleriyle (yaş, solunum sayısı, SpO2, GKS) birlikte regresyon modeline tabi tutulduğunda ise genel sınıflama başarası %94 ve mortalite prediksyon başarısı %77 olmak üzere daha yüksek olduğu görülmüştür. Sonuç olarak d-Dimer, Fibrinojen, aPTT ve Platelet parametrelerinin mortalite ile doğrudan ilişkili olduğu görülmüş ve bu koagulasyon parametreleri ile hastaların klinik, vital ve demografik verileri birlikte kullanıldığında mortalite prediksiyon başarısınındaha da arttığı gösterilmiştir.
  • Öğe
    Akut romatizmal ateş tanısıyla takip edilen hastaların demografik, klinik, laboratuar ve ekokardiyografik özelliklerinin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Gasimova, Naila; Sert, Ahmet
    Amaç: Akut romatizmal ateş (ARA) genetik olarak duyarlı bireylerde Grup A Streptokok ( GAS) tonsillofarenjitinden sonra gelişen inflamatuvar bir hastalıktır. Bu çalışmada ARA tanısı konularak takip edilen hastaların klinik, laboratuar ve ekokardiyografik bulgularının incelenmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntemler: Bu retrospektif çalışmaya Ocak 2017-Ocak 2019 tarihleri arasında 18 yaş altı ARA tanısı ile yatırılarak takip edilen 55 hasta dahil edildi. Tüm olgularda ARA tanısı 2015 yılı revize Jones kriterleri ile orta-risk grubuna göre konuldu. ARA tanısı konan tüm hastaların; cinsiyeti, yaşı, başvuru zamanı, fizik muayene bulguları, laboratuar bulguları, ekokardiyografi bulguları, major ve minör tanı kriterleri sağlayan verileri kaydedildi. Tüm hastalara ekokardiyografi ve elektrokardiyografi yapıldı. Laboratuvar parametreleri kullanarak inflamatuar biyobelirteçler hesaplandı. Tedavi öncesi ve tedavinin 8. haftasındaki veriler kıyaslandı. Bulgular: Hastaların 31'i (%56,4) kız ve 24'ü (%43,6) erkek, yaş ortalaması 13,70±2,44 yıl (7-18 yıl) idi. En fazla hasta 9-14 yaş arasında görüldü. En sık hastaneye başvuru mevsimi kış idi. Major kriterlerden en sık kardit ve artrit görüldü. Hastaların tedavi sonrası vücut ağırlığı, vücut kitle indeksi, sistolik ve diyastolik kan basıncı değerleri tedavi öncesine göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (p<0,001). WBC, NE, MO, EO, PLT, MPV, MCHC, PCT, CRP, ESH, NLO, NMO, TLO, SII değerleri tedavi sonrasında anlamlı olarak azalmıştı. MCH, RDW, PDW, L/CRP değerleri tedavi sonrasında anlamlı olarak artmıştı. Hastaların tedavi öncesi MPV ile TLO (p: 0,045, r: -0,2712), MPV ile LMO (p: 0,041, r: -0,2762), MPV/L arasında pozitif yönde orta (p: 0,001, r: 0,431), tedavi öncesi SII ile WBC (p: 0,001, r: 0,652), SII ile NE (p: 0,001, r: 0,759). SII ile NLO arasında pozitif yönde yüksek (p: 0,001, r: 0,882), TLO arasında pozitif yönde orta (p: 0,001, r: 0,598) korelasyon görüldü. Tedavi ile aort kapak yetmezliğinin anlamlı olarak azalmış olduğu gösterildi. Tedavi sonrasında LVM ve LVMI değerlerinde ise anlamlı fark tespit edilmedi (sırasıyla p:0,143, p: 0,672). Sonuç: Çalışmamızdakı hastaların klinik bulgularının sıklığı literatürle benzerdir. ARA'lı hastalarda tedavi sonrası LV remodeling üzerinde olumsuz etki olmadığını düşündürmektedir. Hastalığın akut ve tedavi sonrası sürecinde inflamatuar parametreler kullanılarak inflamasyon takibinin kolaylıkla yapılabileceğini düşünmekteyiz.
  • Öğe
    Akut serebrovasküler olay geçiren hastalarda serum apelin-13 düzeyinin klinik ve radyolojik görüntülemeyle korelasyonu
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Erdem, Burak; Bayır, Ayşegül
    GİRİŞ ve AMAÇ: İnme dünyada ve ülkemizde giderek artış göstermektedir. Bu nedenle inme tıp literatüründe giderek artan bir önem kazanmaktadır. Bu önem sağkalım süresinin uzaması, sakatlık ve iş gücü kaybı ile alakalıdır. İnme nedenli şikayetleri olan hastalar acil servislere başvuruda en önlerde yer almaktadırlar. Akut inme hastalarında radyolojik görüntüleme cihazları ile yapılan tanıyı doğrulayacak veya risk değerlendirmesinde yardımcı olacak, görüntülemedeki lezyon alanı ile korele olabilecek ve erken dönemde kullanılabilecek bir serum biyobelirtecine ihtiyaç vardır. Bu biyobelirteç hızlı, basit, düşük maliyetli, hasta yanında kullanılabilecek özelliklere sahip olmalı, acil ve yoğun bakım servislerinde, kolaylıkla uygulanabilmelidir. Bizim bu çalışmadaki amacımız Apelin-13'ün bu özelliklere sahip bir biyobelirteç olup olmadığını tespit etmektir. Gereç ve Yöntem: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Acil Tıp Kliniğimize inme ön tanısı ile başvuran tüm hastalar acil tıp doktoru tarafından değerlendirilmiştir. Hastaların ayrıntılı anamnezi alınmış ve hastalar detaylı bir muayenesi yapılmıştır. Daha sonra çalışmaya dahil edilme kriterlerini karşılayan ve inme ön tanısı olan tüm hastalara BT ve/veya MRG görüntülemesi alınmıştır. Tüm görüntülemeler acil tıp Hekimi tarafından değerlendirilmiştir. Sonrasında radyoloji kliniğince görüntülemeler analiz edilmiş ve yorumlanmıştır. Beyin BT'sinde hemorajik inme olan, çekilen Difüzyon Ağırlıklı Manyetik Rezonans Görüntüleme sonucunda difüzyon kısıtlaması saptanan ve geçici iskemik atak düşünülen hastalar nöroloji veya nöroşiruji uzmanına danışılmıştır. Bu süreç sonucunda tanısı kesinleşen 18 yaş üzeri olgulardan hastaneye başvuru esnasında alınmış olan kan örneklerinin arta kalan kısmından biyokimya uzmanı tarafından Apelin-13 seviyesine bakılmıştır. Daha sonra Difüzyon Ağırlıklı MRG ve BT bulguları bir radyolog tarafından incelenmiş ve stroke alanı hesaplanmıştır. Bulgular: Çalışmamızda toplam 160 gönüllü yer aldı. Çalışmamızda yer alan gönüllüleri kontrol grubu ve hasta grubu olarak ayırdık. Kontrol grubu 60 kişiden oluşuyordu. ( %37.5 ). Hasta grubu ise 100 kişiden oluşmaktaydı. ( %62.5 ). Kontrol grubunda ortalama Apelin-13 değeri 10032,51±6167,11 pg/mL hesaplandı. Hasta grubunda ise ortalama Apelin-13 değeri 19728,86±10923,80 pg/mL olarak hesaplandı. Bu iki grubunda ortalama Apelin-13 değerleri istatistiksel olarak karşılaştırıldığında p<0,001 ile anlamlı olarak bulundu. Spearman korelasyon analizine göre Apelin-13 skoru ile lezyon alanı arasında anlamlı pozitif korelasyon ilişki (ρ =0,22, p=0,029) tespit edilmiştir. Sonuç: Her ne kadar Apelin-13 seviyelerini etkileyen çok miktarda değişken olsa da, Apelin-13 düzeyindeki artışın, inmenin bir göstergesi olabileceği ve lezyon alanları ile Apelin-13 düzeyi arasında ilişki olabileceğini düşünmek mümkündür. Ancak inme tanısının Apelin-13 değeri ile kesin olarak konulabilmesi için belli algoritmaların oluşturulması ve standardize yöntemlerin oluşturulmasına ihtiyaç olduğunu düşünmekteyiz.
  • Öğe
    Sjögren sendromlu ve diyabetik hastaların otolog serumlarının büyüme faktörleri ve sitokin içeriklerinin sağlıklı grupla karşılaştırılması
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Acar Duyan, Şule Nur; Bozkurt, Banu
    Amaç: Bu çalışmanın amacı Sjögren Sendromu (SS) ve diyabetik retinopati (DR) olan hastalardan elde edilen otolog serumlarda büyüme faktörleri ve sitokin düzeylerinin değerlendirilmesi ve yaş ve cinsiyet uyumlu sağlıklı bireylerin otolog serumları ile karşılaştırılmasıdır. Gereç ve Yöntem: Kliniğimizde takipli SS'ye bağlı kuru gözü olan 23 hasta, DR tanılı 25 hasta çalışmaya dahil edildi. Sağlıklı gönüllülerden oluşan yaş ve cinsiyet uyumlu 23 kişi kontrol grubunu oluşturdu. Hasta ve kontrol grubunun detaylı oftalmolojik muayeneleri yapıldı. Hasta ve kontrol grubundan alınan kan örnekleri 3500 rpm'de 10 dakika santrifüj edildi. Elde edilen serum örnekleri ependorflara bölünerek analize kadar -80 derecede saklandı. Serum interlökin-1β (IL-1β), IL-2, IL-6, IL-17, IL-17 Reseptör A (IL-17RA), IL-23, epidermal büyüme faktörü (EGF), sinir büyüme faktörü (NGF), transforme edici büyüme faktörü-β1 (TGF-β1), vasküler endotelyal büyüme faktörü (VEGF), insülin benzeri büyüme faktörü (IGF-1), matrix metalloproteinaz-9 (MMP-9), fibronektin ve vitamin A düzeyleri ELISA yöntemi ile ölçüldü.. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 71 hastanın %34,7'si (n=25) DR tanılı, %31,9'u (n=23) SS tanılı ve %31,9'u (n=23) kontrol grubu idi. SS grubunda OSDI skoru ortalaması kontrol ve DR gruplarına göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek saptandı (p<0,001). Schirmer testi kontrol, DR ve SS gruplarında istatistiksel olarak anlamlı farklıydı (p<0,001). Kontrol grubunun BUT (break-up time) ortalaması diğer gruplara göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu (p<0,001). Oxford skoru ortalamaları her üç grupta da istatistiksel olarak anlamlı farklı olarak tespit edildi (p<0,001). Serum IL-23 düzeyi SS tanılı hasta grubunda, DR tanılı hasta grubu ve kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek saptandı (p=0,049). IGF-1 düzeyi DR grubunda diğer gruplara göre istatistiksel olarak anlamlı düşük bulundu (p=0,001). Kontrol grubunun vitamin A düzeyleri, SS grubu ve DR grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düşük olarak tespit edildi (p=0,024). SS hastalarında, ESSDAI skorları ile IL-1 düzeyleri arasında pozitif yönde düşük-orta derecede (r=0.5), IL-2 düzeyleri arasında negatif yönde iyi derecede (r=-0,7), fibronektin düzeyleri arasında pozitif yönde iyi derecede (r=0.66), BUT arasında negatif yönde orta derecede (r=-0,48) anlamlı ilişki tespit edildi (p<0.005). Sonuç: Çalışmamızda tedavi alan SS ve DR'li hastalarda IL-23 dışında serum enflamatuar sitokin düzeylerinin artmadığı ve büyüme faktörlerinin sağlıklı bireylere benzer düzeylerde olduğu gösterildi. Daha önce yapılan oküler yüzey ve gözyaşı çalışmalarında özellikle SS hastalarında enflamatuar sitokinlerin lokal olarak oküler yüzey hücreleri veya lakrimal bezler tarafından yapıldığı ve gözyaşında arttığı gösterilmiştir. Bu bulgular ışığında SS'ye bağlı kuru göz ve diyabete bağlı korneal oküler yüzey iyileşme problemlerinde kişinin kendi kanından hazırlanan otolog serumun güvenle kullanılabileceği sonucuna varıldı. DR hastalarında serum IGF-1 düzeyinin düşük olması nedeniyle eşlik eden iyileşmeyen kornea ülseri veya şiddetli kuru göz durumunda dışarıdan IGF verilmesi konusunda yapılacak ileri çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır.
  • Öğe
    Prostat kanseri tanısında osteopontin ve anjiyogenez parametrelerinin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Ecer, Büşra; Ünlü, Ali
    Amaç: Bu çalışmada Prostat Kanseri, benign prostat hiperplazisi(BPH) ve sağlıklı hastalarda anjiyogenezis parametrelerinden Osteopontin, Trombospondin-1(TSP-1), Endostatin ve Tumstatin düzeyleri ile PSA, LDH düzeyleri ölçmeyi, bu parametrelerin tanıdaki yeri ve tümör yaygınlığı ile ilişkisini araştırmayı hedefledik. Yöntem: Çalışma 33 Prostat Kanseri, 29 BPH ve 30 sağlıklı kontrol grubu bireyler üzerinde yapıldı. Osteopontin, TSP-1, Endostatin ve Tumstatin düzeyleri Elisa yöntemi ile, LDH kolorimetrik yöntemle ve PSA elektrokemilüminensans yöntemi ile ölçüldü. Veriler gruplar arasında birbirleri ile ve klinik veriler ile karşılaştırıldı. Bulgular: Prostat Kanseri grubunda Osteopontin düzeyleri BPH ve kontrol grubundan anlamlı düzeyde yüksek (sırasıyla, p<.001 ve p<.001), TSP-1 düzeyleri BPH grubundan anlamlı düzeyde düşük bulundu (p= 0,025). Prostat Kanseri grubunda Endostatin düzeyleri kontrol grubundan anlamlı şekilde düşüktü (p= 0,032). BPH ile kontrol grubu arasında Osteopontin düzeyleri; Prostat Kanseri ile kontrol grubu arasında TSP-1 düzeyleri; Prostat Kanseri ile BPH arasında ve BPH ile kontrol grubu arasında Endostatin düzeyleri bakımından anlamlı farklılık bulunamadı. Hastaların ISUP değerleri ile TSP-1 ve Endostatin arasında istatistiksel olarak anlamlı ve negatif; Osteopontin ile istatistiksel olarak anlamlı ve pozitif bir ilişki olduğu saptandı (sırasıyla rs= -0.496, p= .004; rs= -0,385, p= .030; rs= 0,535, p= .002). Hastaların PIRADS değerleri ile Osteopontin düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı ve pozitif bir ilişki saptandı (rs= 0,342, p= .007). Hastaların PSA değerleri ile TSP-1 arasında istatistiksel olarak anlamlı ve negatif; PSA ile Osteopontin arasında istatistiksel olarak anlamlı ve pozitif bir ilişki tespit edildi (sırasıyla rs= -0,245, p= .,019; rs=0,419, p< .001) Hastaların klinik evreleri ile Osteopontin arasında istatistiksel olarak anlamlı ve pozitif; TSP-1 ve Endostatin arasında istatistiksel olarak anlamlı ve negatif bir ilişki saptandı (sırasıyla rs= 0,546, p= .001; rs= -0,398, p= .024; rs= -0,411 ,p= .019). Diğer laboratuvar bulguları ile hastaların demografik ve klinik özellikleri arasındaki ilişkiler istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>.05). Sonuç: Görülme sıklığı artarak önemli bir halk sağlığı problemi haline gelen Prostat Kanserinin tanı sürecinde PSA'ya ek olarak yeni biyobelirteçlere ihtiyaç vardır. Çalışmamızda ölçülen parametrelerin hastalığın yaygınlığını gösteren PIRADS skoru ve tümörün agresifliğini gösteren ISUP değerleri ile ilişkisi bulunduğundan, bu parametrelerin tanı sonrası evreleme ve prognozu belirlemede yardımcı olabileceğini ve anjiyogenezis inhibitörleri bu alanda kullanılabilecek umut verici parametreler olduğunu düşünmekteyiz.
  • Öğe
    Over rezerv testlerini değerlendirirken FSH ve AMH diskordansı bulunan olgularda FSHR ve ER gen polimorfizmlerinin araştırılması
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Aktaş, Görkem; Seçilmiş, Özlem
    Over rezervi, overyan foliküler havuzunun boyutunu, kalitesini ve overlerin ekzojen gonadotropin stimulasyonuna cevap verme potansiyelini ifade etmektedir. Bu rezerv yaşlanmayla beraber azalmaktadır. Mevcut oosit sayısındaki azalma ve anöploidi oranlarında artışla beraber gebelik oranlarında azalma meydana gelmektedir. Günümüzde fekundabilite konusunda tahmin yürütebilmek ve ayrıca infertilite tedavisi görmekte olan kadınlarda, ovaryan stimülasyona başarılı yanıt hakkında prognostik bilgi elde edebilmek ve over rezervini tahmin etmek amacıyla bazı testler kullanılmaktadır. Over rezervinin değişkenliği, menstrüel siklus uzunluğu, eksojen gonadotropinlere verilen yanıt bakımından yardımcı üreme tekniklerini optimize etmek için dikkate alınması gereken pek çok insan üreme fenotipi mevcuttur. Kontrollü overyan hiperstimülasyon ve ovulasyon indüksiyonu uygulanan hastalarda oluşabilecek komplikasyonları en aza indirerek, gebelik oranını optimize etmek ve tedavinin başarısını arttırmak için oluşacak overyan cevabı öngörücü faktörlerin ve gonadotropin reseptör polimorfizmlerinin belirlenmesi oldukça önemlidir. Östrojen sinyal proteinlerini kodlayan genlerdeki genetik varyantların, hormona karşı değişken duyarlılığa neden olabileceğini ve bireyin östrojene duyarlı fenotiplerini etkileyebileceği bilinmektedir. Değişmiş östrojen yanıtı ile ilişkili genetik varyasyonların tanımlanması, potansiyel halk sağlığı açısından önemlidir. Osteoporoz, meme kanseri ve kardiyovasküler hastalık gibi östrojene duyarlı hastalıkların patogenezine ilişkin bilgiler, bu bozukluklar için daha yeni tedavilerin geliştirilmesine ve uygulanmasına katkıda bulunabilir. Çalışmamıza 2010-2019 yılları arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi İnfertilite Polikliniği'ne çocuk istemi nedeniyle başvuran 21-35 yaş aralığında, infertilite etyolojisini etkileyebilecek düşük over rezervi tanısı olan ve başka ek faktör tespit edilmeyen 80 hasta dahil edilmiştir. FSHR ve ER alfa ve ER beta gen polimorfizmleri incelenmiş olup, hastalar FSH ve AMH değerleri göz önünde bulundurularak 20'şer kişilik 4 gruba ayrılmıştır. AMH'nın sınır değeri 1 ng/mL kabul edilmiş olup, üzerindeki değerler normal olarak kabul edilirlen; altındaki değerlere sahip hastalar düşük AMH seviyesi olarak gruplandırılmıştır. FSH düzeyi hastalarda 10 IU/L sınır değeri kabul edilmiştir. Bu düzeyin altında değerlere sahip hastalar normal FSH değeri olarak gruplandırılmış olup; bu değerin üzerinde olması hastalar yüksek FSH grubuna dahil edilmiştir. Birinci gruba hastalar normal FSH ve düşük AMH düzeyine sahip hastalar dahil edilirken, ikinci grubu FSH değeri yüksek iken AMH değerleri normal hastalar oluşturmaktadır. Üçüncü grupta normal FSH ve normal AMH değerleri ile kontrol grubu bulunmaktadır. Dördüncü grubu ise yüksek FSH ve düşük AMH değerlerine sahip hastalar oluşturmaktadır. Yapılan gruplar arasında hastaların yaş ve VKİ değerleri de karşılaştırılmak üzere kaydedilmiştir. Çalışmamıza katılan hastaların ortalama yaşı 30±4,22 yıl'dır. VKİ değerleri FSH değerleri normal, AMH değerleri düşük olan 1. Grupta 27,95±3,137 ile en yüksek seviyede izlenmiştir. VKİ 25,05±3,41 en düşük olan grup ise FSH düzeyleri yüksek, AMH düzeyleri normal olarak belirlenen 2. Gruptaki hastalardır. VKİ'nin gruplar arasındaki karşılaştırılmasında, Grup 1 ve 2 arasında anlamlı farklılık gösterirken; Grup 1'in Grup 3 ve Grup 4 ile karşılaştırılmasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır. VKİ değerleri Grup 2'nin Grup 3 ile karşılaştırılmasında istatistiksel olarak anlamlı fark çıkmazken Grup 4 ile kıyaslandığında anlamlı fark göstermektedir. Çalışmamızda FSH ve AMH değerlerine göre ayrılmış dört grupta toplam 80 hasta üzerinde FSHR geni The307Ala(RS6165) ve Asn680Ser(rs6166) polimorfizmleri ile ESR1 geni PVuII(rs2234693), XbaI(rs9340799), ESR2 geni AluI(rs4986938), RsaI(rs1256049) polimorfizmleri araştırılmış olup gruplar arasında anlamlı fark bulunamamıştır. Over rezerv değerlendirmesinde bir biyobelirtecin özgüllüğü ve duyarlılığını arttırmada genetik analiz oldukça önemlidir. Tedavi başarısını yükseltmek ve oluşabilecek aşırı yanıt veya zayıf yanıt ihtimalini ortadan kaldırmak için seçilen protokollerin bireyselleştirilmelidir. Gelecekte, genetik testler, hastanın yumurtalık stimülasyonuna başlamaya karar verdiğinde genotipe göre tepkisini kişiselleştirmeye yardımcı olacaktır. Ne yazık ki, en iyi tedavi planını belirlemek için kılavuz olarak ideal bir biyobelirteç henüz sunamıyoruz. Bu husuta genetik mutasyonlar ve over rezerv stabilitesi arasındaki sonuçları ve korelasyonları değerlendirmek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Pediatrik intrakranial kitlelerin duyarlılık ve difüzyon ağırlıklı manyetik rezonans görüntüleme ile değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Özlü, Mustafa Yasir; Öztürk, Mehmet
    Santral sinir sistemi (SSS) tümörleri, çocukluk çağında en sık görülen solid tümörlerdir. Konvansiyonel beyin MRG, çocuklarda en sık görülen solid tümörler ve çocuklarda önde gelen ölüm nedeni olan pediatrik beyin tümörlerini değerlendirmede genellikle sınırlıdır. Pediatrik beyin tümörlerinde hücresellik, vasküler proliferasyon, anjiyogenez, kalsifikasyon gibi patolojik özellikler pediatrik düşük dereceli beyin tümörleri ile yüksek dereceli beyin tümörlerinin ayrımında kullanılan başlıca patolojik özelliklerdendir. Difüzyon ağırlıklı görüntüleme (DAG), difüzyon gradyenti boyunca mikroskobik düzeyde hareket eden protonların voksel içi ve arası faz uyumunun bozulması sonucu, manyetik rezonansn (MR) sinyalinde olan kaybı ölçen görüntüleme yöntemidir. Dokuların karakterizasyonunu, detaylı anatomik yapısını ve selülaritesini gösterebilmektedir. Duyarlılık ağırlıklı görüntüleme (SWI) ise mikrovenöz yapıların ve kan ürünlerinin duyarlılık etkilerini gösteren ileri nörogörüntüleme yöntemidir. Bu çalışmanın amacı, SWI ve DAG tekniklerinin pediatrik beyin tümörlerinin ve pediatrik glial tümörlerin derecelendirilmesindeki değerini belirlemek ve SWI ile DAG'den türetilen bu kantitatif parametreler arasındaki korelasyonu değerlendirmektir. 44'ü glial tümör olmak üzere toplamda 70 olgu DAG ve SWI görüntüleme teknikleri ile değerlendirildi. Değerlendirme, tümörlerin solid kısmı ile kontralateral normal beyaz cevher (rADC) arasındaki oranını ve tümörler içindeki intratümöral duyarlılık sinyal yoğunluğunun (ITSS) derecesini içermiştir. Çalışmada, tüm pediatrik tümörler içerisinde düşük dereceli tümörler (Derece I ve Derece II) 49 olgu, yüksek dereceli glial tümörler (Derece III ve Derece IV) ise 21 olgu ile temsil edilmektedir. Pediatrik glial tümörler içerisinde düşük dereceli glial tümörler 36 olgu, yüksek dereceli glial tümörler ise 8 olgu ile temsil edilmektedir. Pediatrik yüksek dereceli tümörleri tanımlamak için tanısal performansı karşılaştırmak, tümör derecelendirmesi için optimum eşikleri belirlemek ve duyarlılık, özgüllük, pozitif prediktif değer (PPV) ve negatif prediktif değeri (NPV) hesaplamak için alıcı işletim karakteristik eğrisi (ROC) analizleri yapıldı ve ROC eğrisi altında kalan alan (AUC) hesaplandı. DAG ve SWI türevli parametreler arasındaki korelasyon değerlendirildi. Tümörlerdeki rADC ve ITSS dereceleri, yüksek dereceli tümörlerde ve glial tümörlerde düşük dereceli olanlardan önemli ölçüde daha yüksekti. ROC eğrisi analizi, rADC'nin pediatrik beyin tümörlerinin ve pediatrik glial tümörleri derecelendirmek için ITSS derecesinden daha iyi bir indeks olduğunu gösterdi. İstatistiksel analiz, yüksek dereceli pediatrik tümörleri belirlemek için sırasıyla %85,7, 89,8, %78,2 ve %93,6 duyarlılık, özgüllük, PPV ve NPV sağlamak üzere rADC için 1.43'lük bir eşik değeri göstermiştir. İstatistiksel analiz, yüksek dereceli gliomaları belirlemek için sırasıyla %100,0, 80,6, %68,7 ve %100,0 duyarlılık, özgüllük, PPV ve NPV sağlamak üzere rADC için 1.57'lik bir eşik değeri göstermiştir. Yüksek dereceli pediatrik beyin tümörlerinde ITSS skoru 1.5 eşik değeri alındığında sırasıyla %81,0, %81,6, %65,3 ve %90,9 duyarlılık, özgüllük, PPV ve NPV elde edildi. Yüksek dereceli pediatrik glial beyin tümörlerinde ITSS skoru 1.5 eşik değeri alındığında sırasıyla %83,3, %87,5, %74,0 ve %92,4 duyarlılık, özgüllük, PPV ve NPV elde edildi. Pediatrik beyin tümörlerinde ITSS skoru ve rADC değerleri kullanılarak oluşturulan regresyon modelinde sensitivite %95,2 spesifite %95,6 olarak hesaplanmıştır. Pediatrik glial tümörlerde ITSS skoru ve rADC değerleri kullanılarak oluşturulan regresyon modelinde sensitivite % 97,2 spesifite %100,0 olarak hesaplanmıştır. Pediatrik beyin tümörlerinde ve pediatrik glial tümörlerde DAG ve SWI görüntüleme tekniklerinin birlikte değerlendirilmesi yüksek ve düşük dereceli tümörlerin ayrımında faydalı olabilir.
  • Öğe
    Nonfonksiyonel hipofiz adenomlarında transsfenoidal rezeksiyon volümünün nazal ve sfenoid sinüs ölçümleriyle değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Karagöz, Ahmet Selim; Karabağlı, Hakan
    Amaç: Çalışmamızda transsfenoidal hipofiz cerrahisinde tümör rezeksiyon volümünün, nazal ve sfenoid sinüs anatomisinde karşılaşılabilecek varyasyonlarla olan ilişkisini ortaya koymayı ve bu cerrahi yönteme yeni yaklaşım göstergeleri geliştirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Selçuk Üniversitesi tıp fakültesi beyin ve sinir cerrahi kliniğinde 2010-2020 yılları arasında nonfonksiyone hipofiz adenomu nedeniyle transsfenoidal yolla opere edilen 14-76 yaş arası hastalar dahil edildi. Bu hastaların sfenoid sinüs tipleri pnömatizasyon derecesine göre belirlendi. Syngo.via görüntüleme programı kullanılarak preoperatif ve erken postoperatif manyetik rezonans görüntülerden volüm verileri elde edildi. Enlil pacs programı kullanılarak preoperatif hipofiz manyetik rezonans T1 sagittal sekans görüntülerden columella tabanı ile sfenoid sinüs arasındaki uzaklıklar ve bu doğrultunun nazal kavite tabanı ile yaptığı açılar ölçüldü. Bu parametreler arasındaki ilişki istatistiksel olarak değerlendirildi. Bulgular: Çalışmamızda rezeksiyon volümü, sfenoid sinüs tiplerine göre istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermiştir (p=0,002), ancak rezeksiyon volüm yüzdesi anlamlı farklılık göstermemiştir (p=0,845). Rezeksiyon volümü ile sfenoid sinüs tipleri arasındaki ilişki post hoc analiz ile değerlendirilmiştir.  Sellar tipte, konkal tipe oranla rezeke edilen volüm anlamlı olarak daha fazla bulunmuştur (p<0.001).  Sellar tipte, invaze tipe oranla rezeke edilen volüm anlamlı olarak daha düşük bulunmuştur (p=0,037).  İnvaze tipte konkal tipe oranla rezeke edilen volüm anlamlı olarak daha fazla bulunmuştur (p=0,010). Çalışmamızda tercih edilen cerrahi tipleri arasında rezeksiyon volümü ve yüzdesi arasında anlamlı bir farklılık tespit edilmemiştir (p=0,566), (p=0,466). Çalışmamızda yapılan Spearman Korelasyon analizi sonucunda; kolumella ile sfenoid sinüs arasındaki mesafe ve bu doğrultunun nazal kavite tabanı ile yaptığı açı; tümör rezeksiyon volümü ve rezeksiyon volüm yüzdesi ile ilişkili bulunmamıştır (p<0,05). Çalışmamızda tümör büyüklüğünün, tümör rezeksiyon volümü yüzdesine etki etmediği gösterilmiştir. Sonuç: Transfenoidal hipofiz cerrahisinde tümöre ulaşana dek katedilen cerrahi koridorun belirlenmesinde kullanılan çeşitli anatomik belirteçler mevcuttur. Bu belirteçler günümüze kadar edinilen cerrahi tecrübeler ve yapılan çalışmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Biz bu çalışmada sfenoid sinüsün ve nazal kavitenin bazı ölçümleriyle tümör rezeksiyon volümünün etkilenmediğini göstererek literature klinik bir tecrübe sunmuş olduk. Halen daha tümör rezeksiyon volümüne etki edebilecek anatomik varyasyonlar olduğunu düşünmekteyiz.
  • Öğe
    Endometrioid ve seröz tip endometrial karsinomlarda PTEN, P53 ve MDM2 ekspresyonlarının prognostik önemi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Acat, Sibel; Çelik, Zeliha Esin
    Endometrium kanseri (EK), 2020'de dünyada, kadınlarda en sık teşhis edilen altıncı kanser iken, ülkemizde ise 2016 yılında dördüncü sırada yer almaktadır. PI3K/AKT/mTOR yolağı birçok kanserde gösterilmiştir. EK'ler PI3K/AKT/mTOR yolağının en yüksek değişim oranına (%80) sahip olan neoplazilerdir. Bu çalışmada, endometrioid ve seröz tip endometrial karsinomlarda, PI3K/AKT/mTOR yolağında yer alan PTEN, MDM2 ve p53 protein ekspresyonunun, prognostik faktörlerle ve diğer klinikopatolojik verilerle olan ilişkisi değerlendirilmiştir. Çalışmamızda 2009-2021 yılları arasında endometrioid (EEK) veya seröz tip (SK) endometrial karsinom tanısı almış toplamda 120 olgu incelenmiştir. Olgularda histolojik tip, histolojik derece, myometrium invazyonu, serviks invazyonu, lenfvasküler invazyon (LVİ) durumu, metastatik lenf nodu varlığı, toplam diseke edilen lenf nodu sayısı, periton sıvısında tümör varlığı, tedavi şekilleri, tümör evresi gibi çok sayıda faktör değerlendirilmiştir. PTEN kaybı SK'ye kıyasla EEK ile ilişkili iken, genel sağkalım ve hastalıksız sağkalım üzerine etkisi görülmemiştir. PTEN kaybı büyük oranda p53 normal/wild tip ile birliktelik göstermektedir. MDM2 ekspresyonunun çalışmamızda daha düşük histolojik derece ve evre ile ilişkili; LVİ, serviks invazyonu, periton sıvısı tutulumu ile ters ilişkili olduğu görülürken sağkalım üzerine etkisi bulunamamıştır. MDM2 ekspresyonu gösteren vakaların büyük bir kısmında p53'ün Normal/Wild tipte olduğu görülmüştür. p53'ün Anormal/Mutant tipinde ise olguların büyük kısmında MDM2 ile boyanma görülmemiştir. p53 mutasyonunun ileri yaş, SK, yüksek derece, yüksek risk, ileri evre, adjuvan tedavi alma ve periton sıvısı tutulumu ile ilişkili olduğu görülmüştür. p53 Anormal/ Mutant tipinde genel ve hastalıksız sağkalımın daha düşük olduğu saptanmıştır. p53 Anormal/Mutant durumunu belirlemek için bakılan histomorfolojik parametrelerden kromatin yapısı, pleomorfizm, tümör dev hücresi, nükleol belirginliği ve kırmızı nükleol varlığının p53 mutasyon durumunu belirlemede anlamlı olduğu görülmüştür. EK'de PI3K–AKT yolağı, tedavi ve patogenez açısından önem arz etmektedir. MDM2, p53 mutasyon durumu şüpheli olan olgularda yol gösterici olabilir. PTEN mutasyon durumunu belirlemek adına genel kanı görmüş bir immunohistokimyasal skorlama sisteminin oluşturulması gerekmektedir. p53 EK'de prognozu belirlemede halen en önemli faktörlerden birisidir. p53 mutant tip ile diğer moleküler grupların morfolojik özelliklerini belirlemek moleküler sınıflamanın daha kolay, daha uygulanabilir kılınması ve daha az maliyetli olması adına önemlidir.
  • Öğe
    Ebeveynleri bipolar bozukluk tanılı çocuk ve ergenlerde nörotrofik faktör düzeyleri ve yürütücü işlevler arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Çiçek Zekey, Özlem; Uçar, Halit Necmi
    Amaç: Bipolar Bozukluk (BB) genellikle ergenlik ve erken erişkinlik döneminde başlayan tekrarlayan manik ve depresif dönemlerle seyreden kronik bir tıbbi durumdur. Bilindiği üzere hastalıkla ilgili en önemli risk faktörü birinci derece akrabalarda hastalık öyküsünün bulunmasıdır. BB etiyolojisinde genetik dışında nörotransmitterler, nörotrofik faktörler ve hücre içi sinyal iletimi gibi mekanizmalar da yer almaktadır. Nörotrofik faktörlerde oluşan regülasyon bozukluğu, BB ile ilgili moleküler ve morfolojik değişikliklere neden olabilmektedir. Bu nedenle mevcut çalışmada hastalıkla ilgili olası kırılganlık faktörlerini belirlemek için ebeveynlerinde BB tanısı olan ancak hastalıktan etkilenmemiş çocuk ve ergenlerde nörotrofik faktör düzeyleri ve bunların yürütücü işlevlerle ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Tek merkezli, kesitsel çalışmanın örneklemi ebeveyninde BB tanısı olan, BB açısından yüksek riskli 32 çocuk ve ergen ile ebeveyninde ve kendinde herhangi bir psikiyatrik tanı olmayan cinsiyet ve yaş açısından eşleştirilmiş 34 sağlıklı kontrol grubundan oluşmaktadır. Tüm katılımcılara klinisyen tarafından Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli-Türkçe Uyarlaması (ÇDŞG-ŞY-T), yürütücü işlevleri değerlendirmek için Stroop Testi, Sayı Dizileri Öğrenme Testi (SDÖT) ve İşaretleme Testi uygulanmıştır. BDNF, NGF, NT-3, NT-4 ve GDNF'nin periferik düzeylerini belirlemek için ELİSA yöntemi kullanılmıştır. Bulgular: Serum BDNF, NT-3 ve NT-4 düzeyleri BB açısından yüksek riskli grupta sağlıklı kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşük bulunmuştur. BB açısından yüksek riskli grup ile kontrol grubu arasında SDÖT, Stroop testi dördüncü bölüm düzeltme sayıları açısından anlamlı farklılık bulunmuştur. BDNF düzeyleri ile İşaretleme Testi arasında orta düzeyde negatif yönlü ilişki bulunmuştur. Ayrıca yaş, NT-4 ve SDÖT'ün BB tanısı açısından riskli grupta olmayı yordaması çalışmanın diğer bir sonucudur. Sonuç: Mevcut çalışmanın sonuçları BDNF, NT-3, NT-4'ün BB fizyopatolojisinde rol oynayabileceğini ve yüksek riskli gruptaki dikkat, tepki ketleme gibi bozulmuş yürütücü işlev alanları ile ilişkili olabileceğini düşündürmektedir. Ayrıca BB açısından yüksek riskli grupta nörotrofik faktörler ile yürütücü işlevlerin ilişkisini değerlendiren literatürdeki ilk çalışma olması nedeniyle önemlidir.
  • Öğe
    İn vitro fertilizasyon (IVF) döngülerinde 4. gün erken blastulasyon gösteren dondurulmuş ve taze embriyoların tek embriyo transferindeki sonuçları
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Işık, Elif; Kebapcılar, Ayşe Gül
    İnfertilite fertil yaş grubundaki çiftlerin 1 yıl süresince korunmasız düzenli ilişkide bulunmasına rağmen gebe kalınmaması olarak tanımlanmaktadır. Tüm infertil çiftlerin %30-40'ında erkek, %40-50'sinde kadın faktörü tespit edilmiştir. %20-25 çiftte hem erkek hem de kadına ait patolojiler birlikte gözlenmektedir. %15 çiftte ise tüm tanısal tetkikler sonucunda bir infertilite nedeni tanımlanamaz ve bu durum 'Açıklanamayan İnfertilite' olarak tanımlanmaktadır. Açıklanamayan infertilite tanısını koyabilmek için normal semen kalitesi, normal ovulasyon işlevi, normal bir uterin kavite ve tuba uterinaların çift taraflı açık olduğuna dair kanıt gerekmektedir. Çalışma 2014-2017 yılları arasında Konya Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği Tüp bebek merkezine başvuran 21-38 yaş arası 63 infertil olguyu kapsayan hastane tabanlı retrospektif kohort bir çalışmadır. 5. Gün blastosist transferi yapılan olguların embriyo kalite dereceleri ve 4. Günde erken blastulasyon gelişimi gösteren olguların verileri ile geç blastulasyon gelişimi gösteren olguların verileri karşılaştırıldı. 4.gün erken blastulasyon gösteren embriyoların transferinin implantasyon ve gebelik oranları arasındaki ilişkiyi araştırmayı planladık. Toplamda 63 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastalar 2 gruba ayrıldı. 4.gün erken blastulasyon (EB) gelişimi olan hastalar çalışma grubuna (13 hasta, %20,63), EB gelişimi olmayan hastalar ise kontrol grubuna dahil edildi (50 hasta, %79,37). Demografik veriler, hastanın yaşını ve infertilite faktörünü içermektedir. Siklus özellikleri, tetikleme günü östradiol seviyeleri, toplanan oosit sayısı, M-II oosit sayısını, fertilizasyon oranını ve dondurulmuş embriyo sayısını içermektedir. Çalışmadaki istatiksel analizler SPSS17.0 (SPSS Inc., Chicago, IL, USA) kullanılarak gerçekleştirildi. Niceliksel verilerin 2 grup arasında karşılaştırmalarında ve normal dağılım gösteren parametrelerin karşılaştırılmasında Student t testi kullanıldı. Niteliksel veriler ve oranlar ki-kare veya fisher kesin tanı testi kullanılarak karşılaştırıldı. P değeri <0.05 anlamlı kabul edildi. Demografik veriler her 2 grup arasında benzer bulundu. Tüm olgularımız açıklanamayan infertil olgulardı. İnfertilite süreleri ortalamaları 5,2 ve 4,52 yıldı. Hastaların ortalama yaşı eSET için en iyi adayları düşündüren 29,92 ve 28,94 arasında idi. Over rezervini temsil eden FSH hormonu (7,13 karşın 6,43), total oosit sayısı (9,8 karşın 12) ve M₂ oosit sayısı (6,69 karşın 9,84) iyi yanıt alınan IVF grubunda uyumlu idi. Klinik gebelik, ultrasonografide intrauterin gebelik kesesinin görülmesi ile tanımlandı. İmplantasyon oranları, tek embriyo transferi döngülerinde klinik gebelik oranları ile aynıydı. Devam eden gebelik, ilk trimesterin ötesine geçen gebelik olarak tanımlandı. 4.günde erken blastulasyona (EB) sahip 5.gün blastosisti ile eSET yapılan olgularda önemli ölçüde daha yüksek klinik gebelik oranları (%46,2'ye karşın %30) saptanmasına rağmen implantasyon oranları (%46,2'ye karşın %46) arasında anlamlı fark saptanmadı. Bizim çalışmamızda da implantasyon oranlarımız arasında fark olmasa da klinik gebelik oranlarımız erken blastosist evresindeki embriyoların transfer edildiği grupta daha yüksek izlenmiştir. Embriyo seçimini iyileştirmek için erken blastulasyon kavramı, dünya çapındaki çoğu ıvf merkezinde uygulanabilir. Bu konu ile ilgili daha büyük örneklem grupları içeren prospektif ve retrospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Çocuk yoğun bakım ünitesinde takip edilen down sendromlu hastaların klinik seyir ve mortalite ilişkisinin değerlendirilmesi
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Küçük, Zeyneb Merve; Yılmaz, Resul
    Down sendromu (DS) 1:800 oranında görülen, çeşitli sistem tutulumları ile karakterize ve mental retardasyonun en sık görüldüğü kromozomal anomalidir. DS'ye eşlik eden komorbiditeler morbidite ve mortaliteyi etkilemektedir. Toplum tarafından da farkındalığın daha fazla olduğu bir sendrom olan DS'ye eşlik eden komorbiditelerin yönetimi ile beklenen yaşam süresinde artış ve hayat konforunda düzelme olması, eğitimle entelektüel becerilerde artış olabilmesi açısından önemlidir. Bu çalışma ile çocuk yoğun bakım ünitesinde takip edilen DS'li hastaların sistem tutulumları, yatış endikasyonları, takiplerde meydana gelen klinik durumlar ve mortalite ile ilişkili etmenlerin saptanması amaçlandı. Çalışmaya Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Yoğun Bakım Ünitesi'nde Eylül 2017 ve Aralık 2020 tarihleri arasında takip edilen 27 DS'li hasta dahil edildi. Bu hastalardan üç tanesinin bu süreç içinde birbirinden farklı ve bağımsız zamanlarda yoğun bakım ünitesine iki kez yatışı olup hastaların her bir yatıştaki verileri ayrı ayrı kullanıldı, toplamda 30 veri üzerinde bulgular elde edildi. Retrospektif olarak demografik özellikleri (yaş, cinsiyet), prematürite varlığı, başta kardiyovasküler sistem olmak üzere bütün sistem tutulumları, yatış endikasyonları kaydedildi. Başvuruda mekanik ventilatör varlığı, mekanik ventilatörde takip süresi, yoğun bakımda kalış süreleri, kronik respiratuar hastalık varlığı, geçirilmiş kardiyak cerrahi operasyon varlığı, yoğun bakımda takipleri sırasında sepsis-septik şok durumu, nozokomiyal enfeksiyon varlığı, inotrop/vazopressör ihtiyacı, ARDS gelişmesi, pulmoner hipertansiyon varlığı, yoğun bakımda intravenöz immunglobulin (IVIG) verilip verilmediği, yoğun bakım yatışı öncesinde düzenli immnuglobulin replasman tedavisi (İgRT) alıp almadığı, PRISM III ve PELOD-2 skorları ve bunların mortalite ile ilişkisi incelendi. Hastaların %56,7'si erkek, %43,3'ü kız idi, yaş ortalamaları 23,2 ay olarak bulundu. En sık olarak kardiyovasküler sistem tutulumu görüldü. %16,7 ASD, %20 komplet AVSD, %16,7 VSD, %3,3 PDA saptandı. Hipotirodisi olanların oranı %53,3 idi. Yoğun bakıma yatışın en sık nedeni akut solunum yetmezliği olarak bulunuldu. Takiplerde %66,7 oranında hastaya mekanik ventilasyon desteği verildi. Çalışmamızda mortalite oranı %43,4 olarak bulundu. Sonuç olarak, yatış öncesi kardiyak cerrahi operasyon geçirme, pulmoner hipertansiyon varlığı, yatış öncesi mekanik ventilasyon desteğinin başlanmış olması, yoğun bakımda yatış süresinin uzunluğu, uzamış mekanik ventilasyon desteği, nozokomiyal enfeksiyon, sepsis-septik şok, inotrop/vazopressör desteği, PRISM III ve PELOD-2 skorundaki yükseklik mortalite ile ilişkili bulundu (p<0,05).
  • Öğe
    Konya ili Selçuklu İlçesinde genel toplumda travmatik deneyim, travma sonrası stres bozukluğu ve akut stres bozukluğu yaygınlığının araştırılması
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Karaoğlan, Gizem; Güler, Özkan
    Amaç: Bu çalışmada genel toplumda travmatik deneyim, travma sonrası stres bozukluğu, akut stres bozukluğu yaygınlığının ve travmatik deneyim ve bu iki bozuklukla ilişkili faktörlerin araştırılması amaçlanmıştır Gereç ve Yöntem: Çalışma Selçuklu ilçesinde bulunan 34 aile sağlığı merkezinden basit rastgele örnekleme yöntemi ile belirlenen 30'unda gerçekleştirilmiştir. Araştırmanın örneklemini aile sağlığı biriminin kapsadığı mahallede ikamet edenler arasından sistematik örnekleme yöntemiyle birer kişi atlayarak seçilen 18 yaş üstü 1587 kişi oluşturmaktadır. Araştırmada sosyodemografik veri formu görüşmeci tarafından uygulandıktan sonra SCID-5 ile tanı koydurucu görüşmeler yapılmıştır. Bulgular: Çalışmamızda yaşam boyu travmatik deneyim yaygınlığı %54,9, TSSB %2,6, TSSB nokta yaygınlığı %0,9, ASB yaşam boyu yaygınlığı % 4,4 bulundu. Kadınlarda yaşam boyu travmatik deneyime maruz kalma oranı %55,2, erkeklerde %54,6 idi. Travmatik olayların yaklaşık %58'si 18 yaş altı ve 18-24 yaş grubunda meydana gelmişti. Erkeklerde ; motorlu araç kazaları, iş kazaları, fiziksel saldırı, silahlı veya bıçaklı saldırı, tehdit, kitlesel kişiler arası şiddet, savaş veya terörle ilişkili travmalar istatistiksel olarak anlamlı şekilde kadınlardan yüksek bulunurken, kadınlarda; tecavüz, diğer cinsel saldırılar, eş/partner şiddeti erkeklerden yüksek bulunmuştur. Kadınlarda TSSB erkeklerden 4,65 kat yüksek bulundu. Travma türlerine göre TSSB'nin; tecavüz travmasında 3,89 kat, diğer cinsel saldırılarda 4,81 kat, silahlı veya bıçaklı saldırılarda 3,29 kat, ölüm tehdidinde 2,92 kat yüksek olduğu bulundu. ASB kadınlarda erkeklere göre 2,5 kat daha yüksek bulundu. ASB riski savaşla ilişkili travmalarda 8,8 kat, depremde 3,5 kat, fiziksel saldırılarda 3,6 kat yüksek bulundu. Sonuç: Çalışmamız genel toplumda hem kadınlarda hem erkeklerde yaşam boyu travmatik olay maruziyetinin yüksek olduğunu göstermektedir. Travmatik olayların çocukluk dönemi, ergenlik ve genç erişkinlik döneminde sık meydana geldiği göz önüne alındığında bu yaş grubuna yönelik koruyucu önlemler alınması ortaya çıkabilecek patolojilerin önlenmesi açısından önemli bir müdahale alanı olabilir. Hastalıkların kronisite kazanma riskinin, ortaya çıkabilecek komorbid durumların, işlevsellik kayıplarının azaltılabilmesi için bu kişilere gerekli destek hizmetlerinin artırılmasına yönelik planlamalar ülkemizde yapılacak epidemiyolojik araştırmaların artırılması ile sağlanabilir.
  • Öğe
    Peritoneal karsinomatozisli olgularda primer tümör odağının saptanmasında bilgisayarlı tomografi doku analizinin etkinliği
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Bozkurt, Mustafa Alper; Koplay, Mustafa
    Amaç:Peritoneal karsinomatozis sıklıkla jinekolojik ve gastrointestinal sistem tümörlerinden kaynaklanan peritoneal yüzeylere kanser hücrelerinin yayılmasıdır. Radyolojik olarak peritoneal karsinomatozise neden olan primer tümör odağı her zaman tespit edilememektedir. Okült bir tümör varlığında odak tespiti oldukça zorlaşmaktadır. Çalışmamızda peritoneal karsinomatozise neden olan primer tümör odağının tespitinde Bilgisayarlı Tomografi doku analizinin etkinliğini araştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem:Ocak 2017 ile Aralık 2021 tarihleri arasında radyolojik olarak peritoneal karsinomatozis tanısı konulan hastaların, tanının ilk tespit edildiği portal venöz faz abdomen BT görüntüleri tarandı. Histopatolojik olarak over kanseri tanısı olan 39 hasta, endometrium kanseri tanısı olan 8 hasta, kolon kanseri tanısı olan 17 hasta, pankreas kanseri tanısı olan 11 hasta, akciğer kanseri tanısı olan 5 hasta, mide kanseri tanısı olan 16 hasta, meme kanseri tanısı olan 4 hasta ve kolanjiyoselüler kanser tanısı olan 5 hasta olmak üzere toplamda 105 hasta çalışmaya dahil edildi. Portal venöz faz abdomen BT görüntüleri Local Image Features Extraction (LIFEx) v7.2.0 programında değerlendirildi. Nodüler implantlara aksiyel planda ardışık görüntülerden ROI çizilerek 3 boyutlu VOI oluşturuldu. Toplamda 19 adet doku analizi parametresi (mean, median, skewness, kurtosis, variance, uniformity, contrast, correlation, sum average, sum entropy, sum variance, short run emphasis, long run emphasis, gray level non uniformity, run length non uniformity, low gray level run emphasis, high gray level run emphasis, low gray level zone emphasis, high gray level zone emphasis) ölçüldü. Elde edilen veriler SPSS 22.0 programı ile değerlendirildi. Anlamlılık düzeyi olarak p<0,05 kabul edildi. Bulgular: Hastalar jinekolojik ve jinekolojik olmayan maligniteler olarak gruplandırıldığında mean (p=0,027), median (p=0,015), skewness (p=0,004), kurtosis (p=0,005), sum average (p=0,02), RLNU (p=0,044), HGLRE (p=0,029) parametrelerinde istatistiksel olarak anlamlı sonuçlar bulundu. Yapılan lojistik regresyon analizinde bu parametrelerin jinekolojik ile jinekolojik olmayan maligniteler arasında primer tümör ayrımında tanıya katkısı saptanmadı. Jinekolojik, gastrointestinal ve pankreatikobiliyer sistem maligniteleri olarak gruplandırıldığında 4 parametrede anlamlı sonuçlar bulundu (p<0,05). Jinekolojik maligniteler ile pankreatikobiliyer sistem malignitelerinin karşılaştırmasında mevcut parametrelerde istatistiksel olarak anlamlı bulgu saptanmadı.Jinekolojik maligniteler ile gastrointestinal sistem malignitelerinin karşılaştırmasında skewnes (p=0,039), contrast (p=0,029), SRE (p=0,006) ve LRE parametreleri (p=0,021) istatistiksel olarak anlamlı bulundu.Gastrointestinal sistem ile pankreatikobiliyer sistem malignitelerinin karşılaştırmasında SRE (p=0,005) ve LRE (p=0,029) parametreleri istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Çalışmamızda en geniş hasta sayısına sahip 3 alt grup over, kolon ve mide tümörleri olup kendi aralarında karşılaştırıldı. Parametrelerden 7 tanesinde anlamlı sonuçlar bulundu (p<0,05). Over kanserini kolon ve mide kanserinden ayırt etmek için ROC analizi yapıldı. En faydalı parametreler contrast (eşik değer=1,635, sensitivite=%69,2, spesifite=%63,6, EAA=0,692) ve SRE (eşik değer=0,859, sensitivite %69,2, spesifite %63,6, EAA=0,712) olarak bulundu. Sonuç:Abdominal implantlarda kaynaklandığı tümörün agresifliğine veya heterojenitesine göre farklı doku özellikleri görülebilmektedir. Okült tümör varlığında veya senkron tümörlerde peritoneal karsinomatozise neden olan tümör odağının saptanmasında BT doku analizi yöntemleri radyologlara yardımcı olabilir.
  • Öğe
    Demir eksikliği bulunan erkek hastalarda endoskopik gastrointestinal sistem taraması kimlere yapılmalı?
    (Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2022) Dökmeci̇ Yıldız, Hati̇ce; Güngör, Gökhan
    Demir eksikliği bulunan erkek hastalarda endoskopik gastrointestinal sistem taraması kimlere yapılmalı?, Dr. Hatice Dökmeci, Uzmanlık Tezi, Konya, 2022. Amaç: Bu çalışmada demir eksikliği (DE) saptanan erkek olgularda klinik, endoskopik ve patolojik sonuçların incelenerek malign ya da benign pozitif lezyon bulma oranını belirlemek ve özellikle kimlere gastrointestinal sistem taraması yapılması gerekliliğini ortaya koymak amaçlanmıştır. Metod: Kesitsel tipte olan bu çalışmaya 1 Ocak 2021 - 31 Aralık 2021 tarihleri arasında Konya Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Gastroenteroloji Bölümü'nde DE nedeniyle endoskopik GİS taraması yapılan erkekler dâhil edilmiştir. Jinekolojik muayene gerekliliğinden dolayı kadın hastalar çalışmaya alınmamıştır. Tüm olguların klinik, laboratuvar, endoskopik, patolojik bulguları analiz edilmiştir. Bulgular: Çalışmaya gastroenteroloji polikliniğine başvuran demir eksikliği saptanan 54 erkek hasta dâhil edilmiştir. Olguların yaş ortalaması 57.56 ± 15.66 yıl, BKİ ortalaması 24.61 ± 5.02 kg/m2 idi. Endoskopide saptanan lezyon tipi olguların %72'sinde (n = 39) benign, %16,7'sinde pre-malign (n = 9), %11,1'inde maligndi (n = 6). Hastaların endoskopi bulguları değerlendirildiğinde en sık rastlanan 3 bulgu sırasıyla gastrit (%64.8), özofajit (%27.8) ve çölyak (%11,1) idi. Hastaların kolonoskopi bulguları değerlendirildiğinde ise en sık rastlanan bulgular; hemoroid (%22.2), kolon polibi (%14.8) ve divertikül (%14.8) idi. En sık rastlanan malignite kolon kanseri idi. Malign lezyon saptanan olguların yaş ortalaması 66.5 ± 10.5, benign lezyon saptananların 54.9 ± 16.9 yıldı. Malign, premalign ve benign olmak üzere saptanan endoskopik lezyon tipine göre hastaların yaş, BKİ ve ek hastalıkların dağılımı bakımından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0.05). Endoskopik lezyon tipi benign, pre-malign ve malign saptanan olgu grupları arasında alarm semptomları ve laboratuvar bulgularının dağılımı bakımından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamadı (p>0.05). Ancak oransal olarak, malign ve premalign lezyonu olanlarda demir eksikliğine daha fazla aneminin eşlik ettiği, ailede kanser ve kolon kanseri öyküsünün daha fazla olduğu gözlendi. Sonuç: Bu çalışmada DEA saptanan her 10 erkekten yaklaşık 1'inde gastrointestinal sistem malignitesi saptanmıştır. Malign lezyon saptanan olguların yaş ortalaması daha yüksek bulunmuştur. Vaka sayısının sınırlı olması nedeniyle alarm semptomları ve malignite arasında istatistiksel bir ilişki gösterilememiştir. GİS taramasının tamamına yakınında bir endoskopik bulgu görülse de lezyonların tümü demir eksikliğini izah edemez (gastrit gibi). Daha fazla hastanın alındığı çalışmalar ile özellikle malign lezyon yakalanmasını predikte edebilecek bir alarm semptomu ya da laboratuvar bulgusunun varlığı kimlere GİS taraması yapılması gerekliliğini daha net ortaya koyabilir. Benign lezyonlarda gözönüne alınırsa demir eksikiliğinin etyolojisini araştırmada endoskopik GİS taramasının halen gerekli olduğu söylenebilir.