Tıp Fakültesi Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Total diz protezi ameliyatı sırasında kullanılan midvastus ve medial parapatellar açılımların erken dönemde diz bölgesi kas ve tendonları üzerine etkisinin shear-wave elastografi ile değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2021) Sert, Mahmut; Aydın, Bahattin KeremAMAÇ Total diz artroplastisi yapılan hastalarda kullanılan Midvastus ve Medial Parapatellar açılımların preop, postop 3.hafta ve postop 6.haftadaki kuadriseps tendonu, rektus femoris, vastus medialis ve vastus lateralis kaslarının sertliklerini ve değişimlerini Shear Wave USG Elastografi tekniği ile değerlendirerek bu iki farklı cerrahi açılımın klinik sonuçlara olan etkisini araştırmaktır. MATERYAL ve METOD Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi otomasyon sisteminden 2016-2020 yılları arasındaki veriler retrospektif olarak taranarak gonartroza bağlı diz artroplastisi yapılmış hastalara ulaşıldı. Hastalar içinden preop, postop 3. hafta ve postop 6. hafta elastografi verileri olan, midvastus açılım yapılmış 20 hasta medialparapatellar açılım yapılmış 20 hasta olmak üzere 40 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların preop, postop 3. Hafta ve postop 6.hafta opere dizlerinin USG-Elastografi ölçümleri değerlendirmeye alındı. Bunun yanında yine hastaların VAS ağrı skorları ile HSS skorları değerlendirmeye alındı. Hastane otomasyon sisteminden hastaların preop ve postop ap ve lateral diz grafilerine ulaşıldı. Sonuçların istatistiksel incelemesi için İBM SPSS Statistics Versiyon 22 kullanıldı. BULGULAR Çalışmaya dahil edilen 40 hastanın 32 tanesi kadın 8 tanesi erkekti. Hastaların 25 tanesi sağ diz 15 tanesi sol dizlerinden total diz protezi ameliyatı geçirmişlerdi. Hastaların yaş aralığı 53 ile 79 arasında değişmekte ve ortalama yaşın 63,75 olduğu görüldü. Hastalarımızın preop ve postop HSS ile VAS skorları değerlendirmesinde istatistiksel olarak anlamlı bir fark görülmemiştir. MV yapılan 1 hastada tibial komponentin varus dizilimde olduğu görüldü. Preop, postop 3.hafta ve postop 6.hafta SWE değerlendirme sonucunda kuadriseps kasının post-operatif 3. hafta kPa (p=0.015) değeri midvastus açılımda istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermiştir. Bunun yanında rektus femoris, vastus medialis ve vastus lateralis kaslarının preop, postop 3.hafta ve postop 6.hafta SWE ile değerlendirmesinde gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık olmadığı anlaşılmıştır. TARTIŞMA SWE kullanılarak ortopedik cerrahi pratikte çeşitli kas ve tendonların sertliklerini ve iyileşmelerini gösteren pek çok çalışma mevcuttur. Total diz artoplastisindeki cerrahi açılımlar sonucu kas ve tendonları SWE ile inceleyen daha önce herhangi bir çalışma mevcut değildir. Bu çalışma diz artroplastisi sırasında kullanılan iki farklı cerrahi açılımın diz bölgesindeki kuadriseps tendonu, rektus femoris, vastus laterali, vastus medialis kaslarının nasıl etkilendiğini gösteren ilk klinik çalışmadır. İlerde yapılacak benzer çalışmalar için örnek olabileceğini ve bulunan verilerin kullanılabileceğini düşünmekteyiz. Her ne kadar istatiksel olarak anlamlı farklılıklar saptanmasa da MV açılımın erken post operatif dönemde sayısal olarak pre operatif değerlere daha yakın sayısal sonuçlar göstermesi bu açılımın MPP açılıma tercih edilebilirliğini düşündürmektedir. ÇIKARIMLAR Bu çalışmada her ne kadar tüm istatistikler göz önüne alındığında medial parapatellar ve midvastus açılımlar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark oluşmadığı görülsede, midvastus açılımın preop değerlerinin post-operatif 3.haftadaki kuadriseps tendon değerlerine yakın olması, postop dönemde kuadriseps tendonun bu açılımda daha az etkilendiği görülmüş ve uygun hastalarda midvastus açılımla daha iyi sonuçlar verebileceği düşünülmüştür.Öğe İnguinal hernisi olan çocuklarda superb microvascular imaging (SMI) ve shear wave elastografi (SWE) modaliteleri ile pre-operatif ve post-operatif testis değerlendirmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2021) Seher, Nusret; Nayman, AlaaddinGiriş ve Amaç: İnguinal hernilerin çoğunluğu ilk yaşlarda bulgu vermekte olup çocukluk çağında en sık yapılan ameliyatların başında yer almaktadır. Çocuklarda inguinal hernilerin tamamına yakını indirekt tip olup genelde herni oluşumu, testis inişiyle ilgili olduğundan dolayı erkeklerde 5-20 kat daha sık görülmektedir. İnguinal herni operasyonu sık yapılan operasyonların başında olup preoperatif ve postoperatif komplikasyonlar iyi bilinmelidir. Tanısı en zor ve atlanması muhtemel olan, genelde postoperatif etkisi oluşan testiküler komplikasyonlar oldukça önem arz etmektedir. Bu çalışmada unilateral inguinal hernisi olan çocuklarda SMI ve SWE modaliteleri ile testislerin preoperatif ve postoperatif 1-3-6. Aylarda kanlanması, elastikiyeti değerlendirildi. Gereç ve Yöntem: Ocak 2019-Haziran 2020 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim dalına tek taraflı inguinal herni sebebiyle başvuran, ve araştırmaya dahil edilme kriterlerini karşılayan 44 erkek çocuk hasta prospektif olarak araştırmaya dahil edildi. Preoperatif ve postoperatif 1-3-6. Aylarda da hastalara kantitatif olarak SMI ve SWE incelemeleri yapıldı. Elde olunan verilerimizin istatiksel analizi için IBM SPSS Statistics 22.0 istatistik programı kullanıldı. Ameliyat olan taraftaki testisler ve karşı testislerin kendi aralarında değerlendirilmesinde SWE (kpa, m/s) ve SMI (VI) değerlerinin ortalamaları arasındaki farklılıkların istatistiksel olarak anlamlı olup olmadığının araştırılması için tekrarlanan ölçümlerde ANOVA yöntemi, Farklı grupların karşılaştırılması, kontrol incelemelerin karşılaştırılmasında, grupların ortalamaları arasındaki farklılıkların önemliliğinin araştırılması için ise istatistiksel yöntemlerden olan t-testlerinden faydalanılmıştır. İstatiksel olarak p<0.05 değeri anlamlı olarak kabul edilmiştir. Bulgular: 44 erkek çocuk hasta değerlendirildi. Herni tarafındaki testisler ile karşı taraftaki testisler arasında hacimsel olarak anlamlı farklılık bulunmadı. Preoperatif ve postoperatif değerlendirmede VI değerlerinde herni tarafı testislerde anlamlı artış mevcuttu. SWE değerlerinde ise anlamlı şekilde düşüş izlendi. Herni tarafındaki testisler ile karşı sağlam taraftaki testislerde kontrollerde anlamlı farklılıklar mevcuttu. Karşı taraf sağlam testislerin kontrol incelemelerde kendi içerisinde değerlendirilmesinde anlamlı farklılık bulunmadı. Sonuç: Herni tarafındaki testislerde mekanik olarak basıya sekonder azalan kanlanma postoperatif dönemlerde belirgin artış gösterdi ve sağlam testisle aynı seviyeye ulaştı. Bu durumu kantitatif olarak göstermiş olduk. SWE değerlerinde ise herni tarafı testiste kontrollerde düşüş izlendi ancak kontrollerin ortalamalarının karşı taraf sağlam testisle karşılaştırıldığında eşitlenmediği görüldü. Bu durum herni süresince basıya sekonder gelişmiş bir fibrozise sekonder olabilir. Bizim bulgularımız da bunu destekler nitelikteydi. Literatürde yapılan çalışmalarda da çocuklukta inguinal hernisi olan çocukların bir kısmında ileri yaşlarda infertilite yaşadıkları belirtilmiştir. Ancak daha net sonuçlar için hasta sayısının daha fazla olduğu ve takip sürelerinin daha uzun olduğu çok merkezli validasyon çalışmalarına ihtiyaç olduğu kanaatindeyiz.Öğe Selçuk Tıp Fakültesi Çocuk Acil Polikliniğine başvuran travma dışı adli vakaların değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Şen, Sevil; Yorulmaz, AlaaddinAmaç: Bu çalışmanın amacı bir tıp fakültesi hastanesi acil servisine başvuran çocuk adli olguların demografik epidemiyolojik özelliklerini ortaya koymak, başvuru nedenlerini, başvuru zamanlarını, yatış ve ölüm oranlarını belirlemektir. Böylece kliniğimizde sık karşılaşılan adli olguların nitelikleri ve sonuçları hakkında ulusal ve uluslararası karşılaştırma yapabilmek için veri tabanı oluşturmaktır. Gereç ve Yöntem: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Acil Ünitesine 01.01.2016 ile 01.01.2019 tarihleri arasında 3 yıl boyunca başvuran 0- 18 yaş arasında olup, adli vaka olarak kabul edilen 1104 vaka geriye yönelik olarak incelendi. 4 Ekim 2016- 1 Ocak 2019 tarihleri arasında başvuran adli vakalar adli vaka defteri incelenerek tespit edildi. 1 Ocak 2016- 4 Ekim 2016 arasında başvuran adli vakalar, ENLIL sisteminden elektronik dosya raporlar kısmından hasta kartı, labaratuar sonuçları, medikal raporları, epikriz alt sekmeleri incelenerek yaşı, cinsiyeti, başvuru saati-günü-ayı, başvuru şekli, izlendiği yer, geliş nedenleri, ikametgahları ve istenen tetkikler ve sonuçları yönlerinden çalışmaya alındı. Çalışma sonucu elde edilen veriler, tanımlayıcı yöntemler (ortalama standart sapma), student t test ve ki-kare testleri kullanılarak değerlendirildi. Sonuçlar %95 güven aralığında ortalama±SD olarak verildi, anlamlılık p<0.05 düzeyinde değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya 1104 hasta dahil edildi. 1 hasta acil serviste bronkopnömoni nedenli tedavi alırken yataktan düşme sonrası adli vaka olması ve adli vaka defterinde olmasına rağmen neden travma olduğu için çalışma dışında bırakıldı. Erkeklerin yaş ortalaması yıl ve standart sapması 57,86±55,10 ay iken; kızların yaş ortalaması ve standart sapması 81,43±70,57 ay saptandı. Cinsiyete göre yaş ortalaması istatistiksel olarak incelendiğinde anlamlı bir fark tespit edildi (p:0,001). Hastaların 538'i (%48,7) kız, 566'sı (%51,3) erkek idi. 0-6 yaş grubu hasta sayısı (n=731, %66,2) diğerlerine oranla fazla saptandı. Çalışmanın olduğu 3 yıl içerisinde 406 hasta ile en fazla hastanın geldiği yıl 2016 yılıydı. Yaz mevsimi başvuruların en sık gözlendiği mevsim idi. En sık başvuru yapılan saat dilimi 16:00-23:59 arası saptandı. Yaş gruplarında yaş azaldıkça hastaneye başvuru süresinin kısaldığı tespit edildi. En sık başvuru nedeni zehirlenme (n=855, %77,1) ikinci sırada ise sindirim yolunda yabancı cisim (n=112, %10,5) saptandı. Hastanemiz çocuk acil polikliniğine başvuran olguların 1025'i (%92,8) il içinden, 52 'si (%4,7) il dışından gelmiştir. Zehirlenme vakalarında %2,8 oranda (n:24) psikiyatrik hastalık bulunduğu saptanmıştır. Çalışmamızda ölüm oranı %0,27 saptandı. Sonuç: Çalışmamızda adli vakaların büyük kısmıını (n=732, %66,2) 0-6 yaş grubunda kaza nedenli meydana gelen adli vakalar oluşturmuş ve bu vakaların tedbir alınarak, dikkatli olarak önlenebileceği görülmüştür. Buna istinaden ilaç ve temizlik ürünlerinin çocukların ulaşamayacağı yerde saklanmalıdır. Ev içinde güvenlik tedbirlerine önem verilmesi ve buna yönelik eğitim verilmesi zehirlenme sıklığını azaltabileceği düşünüldü. Erken müdahale ve tedavi ile ölüm oranlarının düşük olduğu saptanmış olup, sağlık personelinin zehirlenme konusunda bilgilerinin güncellenmesi acil ünitelerinin güçlendirilmesi gerektiği düşünüldü.Öğe ST elevasyonsuz akut koroner sendrom hastalarında serum netrin-1 düzeyinin değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Kırık, Emre Can; Altunkeser, Bülent Behlül; Tunçez, AbdullahKardiyovaskuler hastalıkların tanı ve tedavisindeki yeni ve büyük gelişmelere rağmen kardiyovaskuler hastalıkların dünya genelinde morbidite ve mortalitenin en sık sebebi olma yolunda giderek artan bir rolü mevcuttur ve erişkinlerde en sık görülen ölüm nedeni olduğu bilinmektedir. Yapılan çalışmalar kardiyovaskuler hastalıkların neden olduğu ölümlerin ilerleyen yıllarda daha da artacağını öngörmektedir. DSÖ tahminlerine göre 2030 yılında kardiyovaskuler hastalıklar sebebi ile 22 milyondan fazla insanın hayatını kaybedeceği belirtilmektedir. Ülkemizde yapılan TEKHARF çalışmasına göre 1990-2016 yılları arasında Türkiye'de meydana gelen kardiyovasküler hastaklı nedenli ölümler , tüm ölümlerin %42'sini oluşturmaktadır ve senede yaklaşık 420.000 koroner olay görülmektedir. Bu sebeple gelecekteki kardiyovaskuler olayları öngörme özelliğine sahip yeni biyobelirteç çalışmaları önem arz etmektedir. Çalışmamızda NSTEMI tanısı alan hastalar ile normal koroner anatomi saptanan hastalardan oluşan kontrol grubunun netrin-1 seviyelerinin kıyaslanmasını ve NSTEMI grubundaki hastaların Syntax I skorunu hesaplayarak koroner arter hastalığı yaygınlığı ile netrin-1 seviyesi arasındaki ilişkiyi göstermeyi amaçladık. Çalışmamızda NSTEMI grubunda 180 , kontrol grubunda ise 128 hasta olmak üzere 308 hasta analiz edildi. NSTEMI grubunun yaş ortalaması 62,96 ± 1,89 , kontrol grubunun ise 56,96 ± 2,1olarak tespit edildi ve anlamlı fark görüldü (p=0,006). Tüm hastalardan koroner anjiografi öncesi bakılan plazma netrin-1 düzeyi, NSTEMI grubunda kontrol grubuna göre daha düşük seviyede saptandı ancak istatistiksel açıdan anlamlı fark görülmedi (netrin-1 düzeyleri sırası ile 15,764±1,85 pg/ml , 18,21±3,04 pg/ml , p=0,791). Her 2 grupta HT, DM, SVO, HL, ailede KAH öyküsü, KOAH, hipotiroidi oranları benzer seviyedeydi ancak NSTEMI grubunda sigara içiciliği ve hipertiroidi kontrol grubuna kıyasla istatistiksel açıdan daha yüksek olarak görüldü (p değerleri sırası ile 0,035 ve 0,017). Bunun yanı sıra kontrol grubunun ejeksiyon fraksiyonu daha yüksek olarak belirlendi (56,55±1,03 ve 49,08±1,36 , p<0,001). Diğer laboratuar verileri açısından baktığımızda NSTEMI grubunda WBC, üre, kreatinin, glukoz seviyelerinin kontrol grubuna göre daha yüksek olduğu belirlendi ( p değerleri sırası ile <0,001 , =0,001 , <0,001 , <0,001). Kontrol grubunda ise HDL düzeyinin daha yüksek olduğu görüldü (p=0,002). Kontrol grubunda hastaların plazma netrin-1 düzeyleri yaş, komorbid hastalıklar, risk faktörleri, rutin laboratuar verileri ile kıyaslandı. NSTEMI grubunda da plazma netrin-1 seviyeleri bu parametrelere ek olarak ekokardiyografi verileri, perkutan girişim esnasında kullanılan balon ve stent sayıları, koroner anjiografi sonuçları , vücut kitle indeksi ve killip skorları ile kıyaslandı. Kontrol grubunda serum netrin-1 düzeyinin hemoglobin düzeyi ile negatif yönlü ( p=0,025 , r= -0,201) , trigliserid düzeyi ile pozitif yönlü ( p=0,049 , r= 0,175) anlamlı korele olduğu , NSTEMI grubunda ise serum netrin-1 düzeyinin total kolesterol seviyesi ile pozitif yönlü ( p=0,044 , r= 0,15) korele olduğu tespit edildi. NSTEMI grubundaki hastaların Syntax I skorları hesaplandı ve hastalar Syntax I skorlarına göre 2 gruba ayrıldı (Syntax I skoru <22 ve ≥22). Syntax I skoru ≥22 olan hastaların netrin-1 düzeylerinin, Syntax I skoru<22 olan hastalara göre daha yüksek olduğu belirlendi ancak istatistiksel açıdan anlamlı fark görülmedi (netrin-1 düzeyleri sırası ile 17,83±6,67 pg/ml , 15,45±1,95 , p=0,839) . Syntax I skoru ≥22 olan hastalarda total kolesterol ve LDL düzeyleri istatistiksel açıdan yüksek saptanırken , diğer parametrelerde anlamlı fark görülmedi (p değerleri sırası ile 0,004 ve 0,002). Sonuç olarak çalışmamızda netrin-1 seviyesinin NSTEMI tanısıyla takip edilen ve koroner arter hastalığı saptanan hastalarda , koroner arter hastalığı olmayan hastalara göre istatistiksel olarak anlamlı olmasa da daha düşük düzeyde olduğunu tespit ettik. Bu sonuçlara ilaveten tek merkezli bir çalışma olduğu için ve az sayıda hasta değerlendirildiği için, netrin-1'in koroner arter hastalığı ve akut koroner sendrom ile ilişkisi açısından kesin bir neticeye ulaşmamız mümkün gözükmemektedir. Bu neticeler ışığında netrin-1'in koroner arter hastalığı ve akut koroner sendromdaki rolünü belirlemek için çok merkezli ve daha fazla hastanın dahil edildiği geniş kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.Öğe Böbrek tümörlerinde, karyoferin alfa 2 ve steroid reseptör koaktivatör-3 ekspresyonu(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2021) Tataroğlu, Sümeyye Nur; Uğraş, Nevzat SerdarBöbrek hücreli kanserler ve renal pelvisin ürotelyal karsinomu, kansere bağlı ölümlerin önemli sebeplerindendir. Bu kanserlerde erken evrede cerrahi tedavi uygulanabilirken ileri evrede hedefe yönelik tedaviler önerilmektedir. Steroid Reseptör Koaktivatör-3 (SRC-3), birçok hücre içi sinyal yolunda koaktivatör olarak görev yapan ve birçok tümörde, kötü prognoz ile ilişkili olduğu ifade edilen bir proteindir. Karyoferin Alfa 2 (KPNA2) ise karsinogenezde rol oynayan ve artışının çok sayıda tümörde kötü prognoza eşlik ettiği gösterilmiş bir proteindir. Bundan dolayı SRC-3 ve KPNA2'nin inhibisyonu hedefe yönelik tedavi açısından önem taşımaktadır. Bugüne kadar böbrek hücreli tümörlerde SRC-3 ile çalışma yapılmamış, üst üriner sistem ürotelyal karsinomlarında ise iki çalışma yapılmıştır. KPNA2 ile ise sadece Berrak hücreli ile Papiller böbrek hücreli karsinomlarda ve üst üriner sistem ürotelyal karsinomlarında birer kez çalışılmıştır. Amacımız anti-SRC-3 ve anti-KPNA2 antikorları ile daha önce çok az çalışılmış veya hiç çalışılmamış böbrek hücreli karsinomlar, onkositom ve renal pelvisin ürotelyal karsinomlarında immünhistokimyal yöntem ile çalışmak, sonuçları prognostik faktörler ve literatür verileri ile karşılaştırarak her iki proteininin prognostik öneminin olup olmadığını belirlemektir. SRC-3 ve KPNA2 ile bütün tümör tiplerinde, prognostik parametreler ve genel sağkalım üzerinde istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptanmamıştır. KPNA2'nin sadece berrak böbrek hücreli karsinomlarda progresyonsuz sağkalım üzerine etkisinin olduğu multivariate cox regresyon analizinde saptanmasına (HR=3.22, %95 GA=1.01 – 10.35, p=0.049) rağmen hem berrak hücreli karsinom hem de diğer tümörlerde genel sağkalım üzerinde etkisi görülmemiştir. SRC-3 ve KPNA2'nin böbrek kanserleri ve renal pelvisin ürotelyal karsinomları üzerindeki etkisinin tam olarak anlaşılabilmesi için daha fazla çalışma yapılması hedefe yönelik tedaviler açısından daha belirleyici olacaktır.Öğe Obezitede gündüz aşırı uyku halinin, anksiyete ve depresyon semptomatolojilerinin değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2021) Şener, Zeynep Ebru; Marakoğlu, KamileAmaç: Bu çalışmada aile hekimliği polikliniğine başvuran normal fazla kilolu, kilolu ve obez bireylerde gündüz aşırı uyku halinin, anksiyete ve depresyon semptomatolojilerinin değerlendirilmesi ve obezite ile ilişkili faktörlerin araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: 25.11.2020 ile 05.03.2021 tarihleri arasında aile hekimliği polikliniğine başvuran 605 kişi çalışmaya alındı. Katılımcıların sosyodemografik özelliklerini, obezite, uyku ve beslenme durumlarını sorgulayan araştırmacı tarafından oluşturulan anket, anksiyete ve depresyon semptomatolojilerini değerlendirmek için Hastane Anksiyete Depresyon Ölçeği (HAD), gündüz aşırı uyku halini (GAUH) değerlendirmek amacıyla Epworth Uykululuk Ölçeği (ESS) yüz yüze görüşme tekniği ile uygulanmıştır. Tüm veriler SPSS 22.0 istatistik paket programı kullanılarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Katılımcıların %50,1'i kadın (n=303), %49,9'u erkek (n=302) idi ve yaş ortalaması 38,79±12,46 idi. Obezlerde fazla kilolulardan, fazla kilolularda da normal kilolulardan daha fazla kronik hastalık mevcuttu (p<0,001). Obezlerde, normal ve fazla kilolulara göre diyabetes mellitus, hipertansiyon, astım/KOAH daha fazla görülmekteydi (sırasıyla; p<0,001, p<0,001, p=0,16). Obezlerde tiroid hastalıkları normal kilolulara göre daha sık görülmekteydi (p=0,034). Obezlerde ve fazla kilolularda psikiyatrik öykü varlığı normal kilolulara göre daha yüksekti (p=0,012). Obezlerin fazla kilolulara göre, fazla kiloluların ise normal kilolulara göre ilkokul çağlarında, lisede/ergenlik döneminde, üniversitede/yirmili yaşlarda kilolu olma durumları yüksekti (p<0,001). Ailede kronik hastalığı olanların olmayanlara kıyasla fazla kilolu olma riski 2,46(1,58-3,83) kat, obez olma riski 3,82(2,47-5,93) kat fazlaydı (sırasıyla p<0,001, p<0,001). Ailesinde şişmanlık olanların olmayanlara kıyasla fazla kilolu olma riski 2,19 (1,43-3,93) kat, obez olma riski 6,07(3,93-9,37) kat yüksekti (sırasıyla p<0,001, p<0,001). Annesinde şişmanlık olanların olmayanlara göre fazla kilolu olma riski 2,51(1,54-4,09) kat, obez olma riski 5,11(3,17-8,23) kat fazlaydı (sırasıyla p<0,001, p<0,001). Babasında şişmanlık olanların olmayanlara göre fazla kilolu olma riski 2,02(1,13-3,61) kat, obez olma riski 4,63(2,68-7,99) kat yüksekti (sırasıyla p=0,018, p<0,001). Kardeşlerinde şişmanlık olanlar olmayanlara göre; 2,59(1,34-5,01) kat fazla kilolu, 5,82 (3,13-10,83) kat obez olma riskine sahipti (sırasıyla p=0,005, p<0,001). Katılımcıların %23,0'ünde (n=139) GAUH varken, bu sıklık kadınlarda %23,4 (n=71), erkeklerde %22,5 (n=68) idi. Kadınlar ve erkekler arasında GAUH durumu için anlamlı bir fark yoktu (p=0,864). Bireylerin %22,0'sinde anksiyete semptomatolojileri saptanırken, kadınlarda bu sıklık %26,7 (n=81), erkeklerde %17,2 (n=52) idi. İki cinsiyet açısından anksiyete semptomatololeri anlamlı derecede farklılık göstermekteydi (p=0,006). Kadınların %40,9'u (n=124), erkeklerin %37,1'i (n=112), tüm katılımcıların ise %39,0'u (n=236) depresyon semptomatolojileri göstermekteydi. Kadınların ve erkeklerin depresyon semptomatolojileri karşılaştırıldığında anlamlı bir fark bulunamadı (p=0,377). GAUH normal kilolulara göre obezlerde 2,95(1,83-4,74) kat daha yüksekti (p<0,001). ESS puanı ortancası; normal kilolu grupta 5 (min:0, maks:21), fazla kilolu grupta 6 (min:0, maks:19), obez grupta 8 (min:0, maks:24) idi. Gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı fark vardı (p<0,001). Obez grubun ESS puanı, normal kilolu gruptan ve fazla kilolu gruptan istatiksel olarak daha yüksekti (sırasıyla; p<0,001, p<0,001). Normal kilolu ve fazla kilolu grubun ESS puanları arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark yoktu (p=0,055). Anksiyete semptomatolojileri obezlerde normal kilolulara göre 1,97(1,23-3,17) kat daha fazla görülmekteydi (p=0,005). Depresyon semptomatolojileri ise normal kilolulara göre fazla kilolularda 2,77(1,81-4,25) kat, obezlerde 2,99 (1,95-4,60) kat daha fazla görülmekteydi (sırasıyla p<0,001, p<0,001). HAD-Anksiyete puanı ortancası; normal kilolu grubun 6 (min:0, maks:21), fazla kilolu grubun 6 (min:0, maks:21), obez grubun 7 (min:0, maks:21) idi. Gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı fark vardı (p=0,017). Obez grupta HAD-Anksiyete puanı normal kilolu gruptan istatiksel olarak anlamlı derecede yüksekti (p=0,005). Fazla kilolu grubun HAD-Anksiyete puanı ile normal kilolu ve obez grup arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark yoktu (sırasıyla; p=0,374, p=0,055). HAD-Depresyon puanı ortancası normal kilolu grupta 5 (min:0, maks:17), fazla kilolu grupta 7 (min:0, maks:19), obez grupta 7 (min:0, maks:21) idi. Gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı fark vardı (p<0,001). Obez grupta ve fazla kilolu grupta HAD-Depresyon puanı normal kilolu gruptan istatiksel olarak anlamlı derecede yüksekti (sırasıyla; p<0,001, p<0,001). Obez grup ile fazla kilolu grubun HAD-Depresyon puanları arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark yoktu (p=0,139). Cinsiyetlere göre depresyon, anksiyete, BKİ ve ESS puanları karşılaştırıldığında; erkek katılımcılarda HAD-Depresyon puanları ile ESS, BKİ ve HAD-Anksiyete puanları arasında istatiksel olarak anlamlı fark vardı (p<0,001). BKİ ortalaması HAD≤7 olanlarda 27,28±5,08 iken HAD-D>7 olanlarda 30,39±6,5 idi. Erkek katılımcıların HAD-Anksiyete puanları ile ESS, BKİ, HAD-Depresyon puanları arasında anlamlı bir fark vardı (p<0,001). BKİ ortalaması HAD-A≤10 olanlarda 27,82±5,02 iken HAD-A>10 olanlarda 31,40±7,79 idi. Kadın katılımcılarda ESS, BKİ ve HAD-Anksiyete puanları ile HAD-Depresyon puanları arasında istatiksel olarak anlamlı fark vardı (sırasıyla; p=0,005, p=0,020, p<0,001). BKİ ortalaması HAD≤7 olanlarda 27,97±6,63 iken HAD-D>7 olanlarda 29,81±6,80 idi. Kadın katılımcılarda BKİ ile HAD-Anksiyete puanları arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark bulunamadı (p=0,087). GAUH saptanmayanların HAD-A ortancası 6 (min:0, maks:21) iken, GAUH saptananların HAD-A ortancası 9 (min:0, maks:21) idi. HAD-Anksiyete puanı, GAUH saptananlarda, GAUH saptanmayanların göre daha yüksek bulundu(p<0,001). GAUH saptanmayanların HAD-D ortancası 6 (min:0, maks:20) iken, GAUH saptananların HAD-D ortancası 8 (min:0, maks:21) idi. HAD-Depresyon puanı; GAUH saptananlarda, GAUH saptanmayanlara göre daha yüksek bulunmuştu (p<0,001). Sonuç: Bu çalışma ile bir kez daha görüldü ki çocukluk çağı obezitesi yetişkin obezitesinde önemli bir risk faktörüdür. Depresyon ve anksiyete kişilerin günlük yaşamını olumsuz etkileyen psikiyatrik bozukluklardır ve BKİ artışıyla bu bozuklukların görülme ihtimali de artmaktadır. GAUH ise yaşam kalitesini bozan, iş verimini azaltan bir semptomdur ve obezite ile GAUH artmaktadır. Ayrıca GAUH olanlarda aksiyete ve depresyon semptomatolojileri de daha sık görülmekteydi. Tüm bu sonuçların ışığında obezitenin birçok kronik hastalığı tetikleyici bir halk sağlığı sorunu olduğu düşünüldüğünde obeziteyle mücadelenin ailelerin bilgi düzeylerinin artırılması suretiyle daha çocuk yaşta başlaması gerekmektedir. Aile hekimlerinin de sağlam çocuk izlemlerinde ve erişkin periyodik sağlık muayenesinde obeziteyi ve oluşabilecek komplikasyonları taraması ve hastalarına bu konuda bilgi vermesi önem arz etmektedir.Öğe Sigara bırakmanın uyku kalitesi, solunum fonksiyon testi ve vücut kompozisyon analizi üzerine etkilerinin değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2021) Titrek, Aslıhan; Marakoğlu, KamileAmaç: Bu çalışmada; Sigara bırakma polikliniğine başvuran bireylerde sigara bırakmanın uyku kalitesi, solunum fonksiyon testi ve vücut kompozisyon analizi üzerine etkilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: 01.11.2019 ile 06.03.2020 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Aile Hekimliği Sigara Bırakma Polikliniğine başvuran 18-64 yaş arasında 856 birey alındı. Çalışmaya katılan bireylere 67 sorudan oluşan anket yüz-yüze tekniği ile uygulandı. Ankette hastaların sosyodemografik özelliklerine yönelik sorular, nikotin bağımlılık düzeylerini belirlemek için Fagerström Nikotin Bağımlılık Testi (FNBT), depresyon semptomatolojilerini değerlendirmek için Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ), uyku kalitelerini değerlendirmek için Pittsburg Uyku Kalitesi İndeksi (PUKİ) kullanıldı. Çalışmaya katılan her bireyin ekspiryum havasında karbonmonoksit (CO) ölçümü, solunum fonksiyon testi (SFT) ve vücut kompozisyon analizi için antropometrik ölçüm olan BIA ile vücut analiz ölçümü yapıldı. BIA yöntemi ile vücut kitle indeksi (VKI), vücut yağ oranı (PBF), visseral yağlanma alanı (VFA) ve bazal metabolizma hızı (BMH) değerlendirilmiştir. Sigarayı bıraktıktan üç ay sonra kontrol değerlendirmeleri tamamlayan 236 bireye yüz yüze tekniği ile kontrol anketi uygulandı, CO, SFT ve BIA vücut analiz ölçümleri tekrarlandı. Bulgular: Sigarayı bırakan bireylerin %25'i kadın (n=59), %75'i erkek (n=177) ve yaş ortalamaları 37,37 ± 12,12 (min:18, maks:64) idi. Bireylerin sigaraya başlama yaşı ortanca değeri 16 (min:9, maks:42), günlük içilen sigara adeti ortalaması 23 ± 8,8, sigara içme süresi ortanca değeri 19 (min:1, maks:51) yıl idi, tükettikleri sigara miktarı ortanca değeri 23 (min:1, maks:104) paket/yıl idi. Bireylerin %40,3'ünün (n=95) nikotin bağımlılık düzeyleri orta ve altı iken %59,7'si (n=141) yüksek ve üzeri nikotin bağımlısı idi. Sigarayı bırakan bireylerin %41,9'unun (n=99) evinde başka bir sigara içen vardı. Sigarayı bırakan bireylerin sigara içme özellikleri ile tasnif edilmiş FNBT grupları arasında; CO düzeyleri (p=0,034), günlük içtikleri sigara adeti (p<0,001), sigara içme süresi (p=0,026) ve paket/yıl (p<0,01) arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde ilişki bulundu. Sigarayı bırakan bireylerde üçüncü aydaki BDÖ ortanca değeri (2; 0-20) başvuru anındaki BDÖ ortanca değerine (11; 0-40) göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşüktü (p<0,001). Sigarayı bırakan bireylerde üçüncü aydaki PUKİ ortalaması (2,69 ± 2,225) başvuru anındaki PUKİ ortalamasına (5,45 ± 3,42) göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşüktü (p<0,001). Sigarayı bırakan bireylerde SFT analizlerini incelediğimizde; üçüncü aydaki FVC ortalaması (4,07 ± 0,89) başvuru anındakine göre (3,78 ± 0,93) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde arttı (p<0,001). 3. aydaki FEV1 ortalaması (3,74 ± 0,84) başvuru anındakine göre (3,34 ± 0,85) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde arttı (p<0,001). 3. aydaki FEV1/FVC oranı ortanca değeri (92; 65-100) başvuru anındakine göre (89; 49-100) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde arttı (p<0,001). 3. aydaki akciğer yaşı ortalaması (39,31 ± 15,87) başvuru anındakine göre (46,14 ± 19,04) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde küçüldü (p<0,001). Sigarayı bırakan bireylerde vücut kompozisyon analizlerini incelediğimizde; 3. aydaki VKI ortanca değeri (26,8; 17,3-44,1) başvuru anındakine göre (25,8; 16-44,1) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde arttı (p<0,001). üçüncü aydaki PBF ortanca değeri (28,4; 8,6-51,1) başvuru anındakine göre (27,5; 6,8-51,1) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde arttı (p<0,001). 3. aydaki VFA ortanca değeri (95,1; 21,6-272,2) başvuru anındakine göre (89,6; 13,6-277,8) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde arttı (p<0,001). 3. aydaki BMH ortalaması (1576,7 ± 223,5) başvuru anındakine göre (1557,4 ± 224,4) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde arttı (p<0,001). Sonuç: Bu çalışma sigara bırakmanın bireye özgü, uygun davranış ve farmakolojik tedavi ile hekim kontrolünde olduğunda mevcut depresyon semptomlarında ve uyku kalitelerinde anlamlı düzeyde iyileşme olduğunu gösterdi. Ayrıca sigara bırakan bireylerin 3 ay içerisinde solunum fonksiyon testinde anlamlı düzeyde düzelme olduğunu, akciğer kapasitelerinde, FEV1/FVC oranında artış ve akciğer yaş ortalamasının kronolojik yaşına yaklaştığı görüldü. Sigara bırakan bireylerde diyet ve egzersiz önerilerine uymadığında bir miktar kilo artışı olabileceğini ancak bu kilo artışının sigara bırakmanın yararları yanında göz ardı edilebilecek kadar düşük olduğu bulundu.Öğe Göğüs ağrısı yakınması ile başvuran çocuk ve adölesanların demografik, klinik ve laboratuvar özelliklerinin değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Ünver, Gülden; Sert, AhmetAmaç: Çocuk ve adölesanlarda göğüs ağrısı sıklıkla karşılaşılan bir yakınma olmakla birlikte, çocuk acil polikliniği, genel pediatri polikliniği ve özellikle çocuk kardiyoloji polikliniğine en sık başvuru nedenlerinden biridir. Çocuklarda görülen göğüs ağrısının erişkinlerle kıyaslandığında kalp kaynaklı olma ihtimali çok daha düşüktür. Çocuklarda görülen göğüs ağrısı hastanın ailesi tarafından kalp ağrısı olarak düşünülmekte ve aileleri endişelendirmektedir. Çocuklardaki göğüs ağrıları genellikle organik bir nedenden kaynaklı olmayıp; kronikleşme eğilimi göstermekte ve yakınmanın süresi uzadıkça da nedenin bulunması zorlaşmaktadır. Öte yandan, çocuklarda görülen göğüs ağrısının etyolojisinde yer alan kalp kaynaklı sebepler önemlidir ve hayatı tehdit eden durumlara yol açabilmektedir. Çalışmamızda çocuk kardiyoloji polikliniğine göğüs ağrısı yakınması ile başvuran çocuk ve adölesanların demografik, klinik ve laboratuar özelliklerini değerlendirmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntemler: Bu prospektif çalışma; Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kardiyoloji Bilim Dalı'nda, Haziran 2017-Haziran 2020 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Çocuk Kardiyoloji Bilim Dalı'na göğüs ağrısı yakınması ile başvuran 6-18 yaş arasındaki 446 hasta çaılşmaya dahil edildi. Hastaların yakınmaları, özgeçmiş ve soygeçmiş bilgileri, fizik muayene bulguları kayıt edildi. Tüm hastalara EKG ve EKO incelemesi yapıldı. Anamnez ve fizik muayene ile kalple ilişkili göğüs ağrısı düşünülen olgulara kardiyak enzim ölçümü, kardiyak patolojiyi düşündüren anormal öykü, aile öyküsü, patolojik fizik muayene ve EKG bulgularının varlığında telekardiyografi, çarpıntının eşlik ettiği göğüs ağrısı ve ritm bozukluğu düşünülen olgulara holter monitörizasyonu, efor ilişkili göğüs ağrısı olup solunumsal başka nedenlerle açıklanmayan olgulara efor testi yapıldı ve dosyaya kaydedildi. Bulgular: Çalışma süresince Çocuk Kardiyoloji Polikliniği'mize göğüs ağrısı yakınması ile başvuran 446 hastanın 244'ü (%54) erkek, 202'si (%46) kız idi. En sık göğüs ağrısı görülme yaşı 13 idi. Hastaların yaş ortalaması erkek hastalarda 12,4 yıl, kız hastalarda 12,6 yıl olarak görüldü. Erkek hastalar, göğüs ağrısının en sık %44,3 egzersiz ile, kız hastalar %40,1 ile istirahat halinde ortaya çıktığını belirttti. Her iki cinsiyette de ağrı daha çok keskin özellikte idi. Erkek hastaların 90'ında (%36,9), kız hastaların 92'sinde (%45,5) ağrı göğsün solunda tarif edildi. Her iki cinsiyette, hastaların çoğunda (% 75,1) ağrı herhangi bir yayılım göstermemekteydi. Göğüs ağrısının erkeklerde %46,7, kızlarda %45,0 olarak en sık 1-5 dakika arasında sürdüğü görüldü. Akut ağrı ile başvuru sayısı oldukça azdı (%4). Göğüs ağrısının başlangıç zamanı incelendiğinde en sık, erkek hastalarda %34,8, kız hastalarda ise %36,1 oranında 1-6 ay arasında yakınmalerin devam ettiği görüldü. Hastaların %20'sinde kronik göğüs ağrısı mevcuttu. Göğüs ağrısına en fazla eşlik eden semptomlar; nefes darlığı ve çarpıntı idi. Erkeklerde 24 hastada (%9,8), kızlarda 28 hastada (%13,9) üfürüm vardı. Solunum sistemi muayenesinde 3 hastada ral, 1 hastada hışıltı ve 3 hastada solunum seslerinde azalma vardı. 6 erkek (%2,5) ve 2 kız (% 1) hastada EKG'de aritmi tespit edildi. 2 hastada SVT, 3 hastada sık VES'ler, VT ve 3 hastada Wolff Parkinson White sendromu vardı. Bunun dışında toplamda 2 hastada iletim anormalliği ve 3 hastada anormal Q ve T dalga değişiklikleri vardı. 72 hastaya telekardiyografi çekildi ve sadece 1 tanesinde kardiyomegali tespit edildi. Göğüs ağrısının nedenleri arasında 244 hastada (%55) kalp dışı nedenler tespit edildi. 153 hastada (% 34) herhangi bir etyoloji saptanamayıp idiyopatik kabul edildi ve 49 hastada (%11) ise kalbe ait bir neden saptandı. Kalp dışı nedenler de ayrıntılı incelendiğinde %25 kas iskelet sistemi ile ilişkili, %14 psikojenik nedenler, %9 solunumsal nedenler, %7 gastrointestinal nedenler saptandı. Sonuç: Bu çalışma ile, göğüs ağrısının en sık nedenleri sırasıyla %34 idiyopatik, %25 kas iskelet sistemi, %14 psikojenik, %11 kalp kaynaklı, %9 solunumsal, %7 gastrointestinal idi. Bunların çoğu ayrıntılı öykü ve fizik muayene ile tanı konulabilecek hastalıklardı. Bununla birlikte kalp kaynaklı göğüs ağrısı çalışmamızda literatürde bildirilen orandan daha yüksekti. Bunun nedeni kliniğimizin 3. basamak hasta bakımı hizmeti vermesine bağlanabilir. Ayrıntılı ileri tetkik ve inceleme sonrasında literatürden farklı olarak zaman içerisinde idiyopatik göğüs ağrısı oranının daha düşük olacağını düşünmekteyiz. Seçilmiş hastalarda çocuk kardiyoloji tarafından değerlendirilmesi altta yatan kalp hastalığının tanı konulmasını sağlayacağını düşünmekteyiz.Öğe Tip 2 diyabetes mellituslu hastalarda psikolojik insülin direnci, anksiyete ve depresyonun incelenmesi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2021) Yazıcı, Burak; Marakoğlu, KamileAmaç: Bu çalışmada Tip 2 diyabetli hastalarda psikolojik insülin direnci, anksiyete ve depresyon durumlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Bu araştırma kesitsel tipte analitik bir çalışma olarak planlanmıştır. Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Diyabet Sağlıklı Yaşam ve Obezite Polikliniğinde Nisan 2020-Ocak 2021 tarihleri arasında kriterleri karşılayan 181 hasta ile yapılmıştır. Çalışmaya katılanlar araştırma hakkında bilgilendirilmiş ve sözlü onamları alınmıştır. Veriler, araştırmacılar tarafından hazırlanan sosyodemografik bilgi formu, İnsülin Tedavisi Değerlendirme Ölçeği (İTDÖ) ve Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği (HADÖ) kullanılarak toplanmıştır. Araştırma verileri Statistical Package for the Social Sciences (SPSS) versiyon 22.0 istatistik paket programında değerlendirilmiştir. İstatistiksel anlamlılık p<0,05 olarak kabul edilmiştir. Bulgular: Katılımcıların %47'si (n=85) kadın, %53'ü (n=96) erkek idi. Hastaların yaş ortalaması 55,7±9,5 (31-80) idi. Katılımcıların %56,9'u (n=103) ortaokul ve altında eğitim almışken, %43,1'i (n=78) lise ve üstü eğitim almıştı. Katılımcıların %33,7'si (n=61) insülin tedavisi alırken %66,3'ü (n=120) yalnızca oral antidiyabetik ilaç kullanmaktaydı. Katılımcıların diyabetes mellitusa ek olarak %52,5'inde (n=95) hipertansiyon, %53'ünde (n=96) hiperlipidemi, %12,2'inde ( n=22) koroner arter hastalığı, %13,8'inde (n=25) KOAH/Astım, %1,7'sinde (n=3) kronik böbrek yetmezliği vardı. Katılımcıların %29,8'inin (n=54) geçmişte hipoglisemi, %6,1'inin (n=11) diyabetik ketoasidoz ve/veya hiperglisemik hiperosmolar durum yaşadığı tesbit edilirken kronik komplikasyonlardan nöropati %5,0 (n=9), nefropati %6,6 (n=12), retinopati %9,4 (n=17) diyabetik ayak %5 (n=9), kalp damar hastalığı %7,2 (n=13), cinsel işlev bozukluğu %13,3 (n=24) sıklıkta bulundu. İnsülin kullanıcılarında komplikasyon yaşama sıklığı %50,8 iken OAD kullananlarda %22,5'ti (p<0,001). Komplikasyon yaşayan hastaların HbA1c'leri daha yüksekti(p=0,004). İnsülin kullanan hastalar daha uzun süredir hasta idi (p<0,001). İnsülin kullananların HbA1c'si daha yüksek idi (p<0,001). İnsülin kullananlar daha düzenli şekilde kan şekeri ölçümlerini yapıyordu (p<0,001). Şeker koması geçirmiş hastaların %90,1'i insülin kullanıcısıydı (p<0,001). İTDÖ pozitif tutum puanı ortalaması 9,9±2,1 puan(5-17), İTDÖ negatif tutum puanı ortalaması 45,8±10,4 puan (19-68), İTDÖ toplam puanı ortalaması 55,8±10,9 puan (29-78) idi. Katılımcıların %89,5'i (n=162) insülinin utanç verici olduğunu düşünmüyordu, %74,6'sı (n=135) normoglisemi sağlamada faydalı olduğunu düşünüyordu. Ailesi manevi destek olanların İTDÖ pozitif puanı anlamlı düşük idi (p=0,034). İnsülin kullanan hastaların İTDÖ toplam (p<0,001), İTDÖ negatif (p<0,001) ve İTDÖ pozitif (p<0,010) puanları anlamlı düşüktü. Ailesinde diyabet hastası olan katılımcıların İTDÖ toplam (p=0,005) ve İTDÖ negatif (p=0,004) puanları daha düşüktü. Ailesinde insülin kullanan yakını olan bireylerin İTDÖ toplam puanı (p=0,022) ve İTDÖ negatif puanı (p=0,028) daha düşüktü. Diyabetik ayak ülseri yaşayanların İTDÖ toplam puanı daha düşük idi (p=0,029). Hastaların anksiyete puanı ortalaması 7,0±3,9 puan (0- 19), depresyon puanı ortalaması 6,1±3,7 puan (0-18) idi. HAD-D puanına göre %66,3'ü (n=120) eşik altında kalırken, %33,7'si(n=61) eşik üstünde olup, depresyon açısından risk altındadır. HAD-A puanına göre %81,8'i (n=148) eşik altında kalırken, %18,2'si (n=33) eşik üstünde olup, anksiyete açısından risk altındadır. Kadınların HAD-D (p=0,016) skorları ve HAD-A skorları (p=0,002) erkeklere göre anlamlı yüksek bulundu. Ortaokul ve altı eğitim alanların HAD-D (p=0,002) ve HAD-A (p=0,015) daha yüksek idi. İnsülin kullanan ve kullanmayanlar arasında depresyon ve anksiyete puanı farkı yoktu (p>0,05). Komplikasyon yaşayanlar daha depresif (p=0,033), daha anksiyetikti (p=0,002). Diyabet süresi uzadıkça insüline negatif bakış azalıyordu (p=0,035). Anksiyete ve depresyon arasında güçlü korelasyon saptandı (r=0,605, p<0,001). Sonuçlar: Hastalarda insülin kullanımına bir direnç olduğu, bu durumun komplikasyonları arttırdığı, kendisi veya yakını insülin kullananların insüline pozitif baktığı görüldü. Toplum sağlığını korumak için hastaların ve sağlık çalışanlarının diyabet ve insülin hakkındaki bilgi düzeylerinin artırılması ve bu konu hakkında daha fazla çalışma yapılması gerektiği görüldü. Diyabetin anksiyete ve depresyon riskini artırması, özellikle komplikasyon yaşayan DM hastalarında bu riskin daha fazla olması sebebiyle psikiyatrik kontrollerin aksatılmaması gerektiği görüldü.Öğe Çocuk nefroloji polikliniğinde vezikoüreteral reflü tanısı ile takipli hastaların değerlendirilmesi ve izlemi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Yılmaz, Nezire; Peru, HarunAmaç: Vezikoüreteralreflü (VUR), üreterovezikal birleşkedeki kapak mekanizmasındaki yetersizlik sebebiyle idrarın mesaneden böbrek ve üretereretrograd olarak geri kaçışıdır. VUR çocuklarda böbrek hasarına sebep olan tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonlarının (İYE) en önemli nedenlerindendir. Erken tanı ve uygun tedavinin uygulanması ile komplikasyonların önüne geçilebilir. Günümüzde VUR' da tedavinin amacı böbrek hasarına engel olmak için idrar yolu enfeksiyonlarını önlemektir. Bu çalışmadaki amacımız VUR tanısı almış hastaların klinik, laboratuar, görüntüleme bulguları ve takip sonuçlarının ortaya konması ve böylece söz konusu hastaların tedavisinin planlanması ve prognozun saptanması amaçlandı. Materyal ve Metod:Çalışma 2010-2017 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk Nefroloji Bilim Dalı'nda başvurup vezikoüreteral reflü tanısı alan 0-18 yaş arası 353 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya 0- 18 yaş arası çocuk polikliniğine başvuran, üriner sistem ultrasonografisi, VCUG ve Tc-99m DMSA sintigrafi tetkikleri yapılmış olan, VCUG'da VUR saptanan hastalar alındı. Bulgular: Çalışmada incelenen 353 çocuktan 120 (%34)'si erkek ve 233 (%66)'ü kız idi. Hastaların başvuru esnasındaki yaşı ay olarak 64,7±50,3 ay idi. Hastalarımızın ortalama takip süresi ay olarak 37,2±34,1 idi. Erkek hastalarda orta ve yüksek dereceli VUR sayı olarak daha yüksek tespit edilirken; kızların VUR dereceleri sayı olarak homojen idi. Antenal dönemde hidronefroz nedeniyle takip edilen hastaların VUR derecelerinin dağılımının 7 (%17,5)'sinde düşük, 6 (%15)'sında orta ve 27 (%67,5)'sinde ise yüksek dereceli olduğu saptanmıştır. 353 VUR hastasının 139'unda (%39,4) yüksek dereceli VUR saptandı. İşeme disfonksiyonu ile yüksek dereceli VUR arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir (p:0,029). DMSA'da skar olan hastaların %48,6'sınde yüksek dereceli VUR tespit edildi. DMSA ile yüksek dereceli VUR arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir (p:0,001). DMSA' da renal skarı olan ve ABPM takibine alınan 61 hastanın 13'inde (%21) hipertansiyon tespit edilmiştir. Kapalı operasyon yapılan hastaların 137'sinde (%73,3) düzelme gözlendi. Operasyonu açık olan hastaların 64'ünde (%97) düzelme gözlendi. Sonuç: VUR tanısı konulmasında gecikme veya yetersiz tedavi uygulanması rekürren idrar yolu enfeksiyonlarına, böbrekte skara, reflü nefropatisine, hipertansiyona ve kronik böbrek yetmezliğine sebep olmaktadır. Çalışmamızda da görüldüğü üzere tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu öyküsü olan ve antenatal hidronefrozu olan hastalarda VUR açısından araştırma yapılması gerekmektedir. Düşük dereceli VUR'un genellikle spontan düzeldiği ve renal skar oranının daha düşük olduğu görüldü. DMSA'da skar tespit edilen hastaların skarı olmayanlara kıyasla VUR dereceleri daha yüksek bulundu. Cerrahi uygulanan hastalarda açık operasyonun başarı oranı kapalı operasyonlara oranla daha yüksek bulundu.Öğe Quercetinin açık kırık modeli oluşturulan ratlarda kırık iyileşmesine etkisi(Selçuk Üniversitesi, Tıp Fakültesi, 2020) Yurteri, Ahmet; Yıldırım, AhmetLiteratürde günümüze kadar kırık iyileşmesini etkileyen faktörlerle ilgili birçok çalışma yapılmış ve halen devam eden çalışmalara da bulunmaktadır. Bu çalışmamızda quercetinin kırık iyileşmesi üzerine olan etkisini sıçan femurları üzerinde olusturulan açık kırık modeli ile araştırdık. Ağırlıkları 250–300 gr arasında değişen 80 adet Wistar albino cinsi dişi sıçan çalışmaya dahil edildi. Tüm sıçanlar her grupta sekiz adet olmak üzere on ayrı gruba ayrıldı. Sıçanların son iki grubu (16 adet) ameliyat edilmedi diğer sekiz gruptaki 64 adet sıçanın sağ femuruna açık kırık modeli uygulandı. Birinci (kontrol grubu) ve ikinci (quercetin grubu) grup ameliyat sonrası 2.hafta sonunda sakrifiye edilerek erken histolojik ve radyolojik sonuçları incelendi. Üçüncü (kontrol grubu) ve dördüncü (quercetin grubu) grup ameliyat sonrası 3.hafta sonunda sakrifiye edilerek erken biyomekanik sonuçları incelendi. Beşinci (kontrol grubu) ve altıncı (quercetin grubu) gruplar 4.hafta sonunda sakrifiye edilerek geç histolojik ve radyolojik sonuçları incelendi. Yedinci (kontrol grubu) ve sekizinci (quercetin grubu) grup ameliyat sonrası 6.hafta sonunda sakrifiye edilerek geç biyomekanik sonuçları incelendi. Dokuzuncu ve onuncu grup sıçanlar ile Ameliyat sonrası 3.hafta ve 6.hafta sonunda sakrifiye edilen sıçanlardan alınan kanlarda TAS, TOS ve asit fosfataz çalışıldı. Erken histolojik ve radyolojik sonuçlar incelediğinde quercetin ve kontrol grubu arasında anlamlı fark bulunmadı. Fakat geç histolojik ve radyolojik sonuçlar incelendiğinde quercetinin iyileştirmeyi artırıcı yönde kontrol grubuna göre anlamlı farklılık olduğu görüldü. hem erken hem geç biyomekanik sonuçlarda ise quercetinin iyileştirmeyi artırıcı yönde kontrol grubuna göre anlamlı farklılık olduğu görüldü. Ameliyat edildikten sonra 3.hafta sonunda sakrifiye edilen quercetin ve kontrol grubu sıçanların kanlarında TAS, TOS ve asit fosfataz biyokimyasal belirteçleri arasında anlamlı farklılık izlenmedi. Ancak ameliyat edildikten sonra 6.hafta sonunda sakrifiye edilen quercetin ve kontrol grubu sıçanlarının kanlarında TAS, TOS ve asit fosfataz biyokimyasal belirteçleri arasında anlamlı farklılık izlendi. 3 ve 6 hafta sadece quercetin ile beslenen ameliyat edilmeyen sıçanların kanları arasında TAS ve asit fosfataz arasında anlamlı farklılık izlenmezken, TOS değerinin 6 hafta quercetin verilen grupta anlamlı olarak düşük olduğu görülmüştür. Bu çalışmada quercetinin kırık iyileşmesi erken döneminde çok etkili olmasa da geç dönemde olumlu yönde etkilediği izlendi. Quercetinin kırık iyileşmesini inceleyen başka araştırma literatürde henüz bulunmamaktadır. Quercetinin kırık iyileşmesini etkisini inceleyen başka çalışmalarında yapılması ve daha fazla veriye ihtiyacımız olduğu aşikardır.Öğe Lokal anestezi uygulanan acil birim hastalarında methemoglobin düzeylerinin araştırılması(Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2016) Tüfekci, Necmettin; Bayır, AyşegülDelici-kesici alet yaralanması, iş kazası, yüksekten düşme, araç içi ve araç dışı trafik kazalarının neden olduğu penetran travmalar yaygın görülen yaralanma türüdür. Bu tür yaralanmalar sonucu acil servise başvuran hastaların yara yerinin temizlenmesinde, debridmanında, onarımında ve kapatılmasında lokal anestezik ajanlar sık olarak kullanılmaktadır. Ayrıca toraks tüpü, diyaliz katateri, santral venöz katater girişimlerinde, apse drenajında hastaların ağrı kontrolü ve konforu açısından lokal anestezik ajanlar kullanılmaktadır. Lokal anestezik ajanların hastalarda methemoglobin düzeylerinde yükselmeye neden olabildiği ve bazen methemoglobin düzeyindeki yükselmenin semptomlara neden olarak hastanın kliniğini bozduğu izlenmiştir. Methemoglobin, yükseltgenmiş (+3 değerli) demir içeren ve oksijen taşımaya uygun olmayan hemoglobindir. Oksijen taşımaya uygun olan hemoglobin +2 değerli demir içerir. Kanda methemoglobin düzeyi normal koşullarda %1'in altındadır ve %10-15'i geçerse siyanoz gelişir. Düzey %35'in üstüne çıktığında doku hipoksisi sonucu halsizlik, taşikardi, solunum sıkıntısı, bulantı ve kusma gibi sistemik semptomlar, %55'in üzerinde letarji, stupor ve senkop gelişir. Düzey %70'in üstünde olduğunda, methemoglobinemi tedavi edilmediğinde genellikle ölümcüldür. Biz bu çalışmamızda acil servise başvuran ve herhangi bir nedenden dolayı lokal anestezik ajan uygulanan hastalarda; hastanın yaşı, kilosu, cinsiyeti, yaranın vücuttaki yeri, yaranın büyüklüğü ve uygulanan lokal anesteziğin miktarını göz önünde bulundurularak hastalardaki methemoglobin düzeyindeki değişikliği ve hastalar üzerindeki etkisini incelemeyi amaçladık. Bu çalışma Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisinde prospektif olarak yapılacaktır. Hayvan saldırılarının neden olduğu penetran yaralanmaları olan hastalara akut dönemde sütürasyon işlemi yapılmayacağı için çalışmaya dahil edilmeyecekler. Ayrıca kalıtsal olarak "methemoglobin redüktaz enzim" (MR-E) eksikliği olanlar ve "Hemoglobin M (Hb M) hastalığı" tanısı olanlar çalışmaya dahil edilmeyecekler. Çalışmaya dahil edilen hastaların hastaneye başvurusu sırasında yaşı, vücut ağırlığı, cinsiyeti, lokal anesteziğin uygulanacağı vücut bölgesi, yaranın büyüklüğü ve kullanılacak lokal anestezik ajan miktarı kayıt altına alınacak, işleme başlanmadan önce hastanın methemoglobin düzeyi non-invaziv şekilde hastanın parmağına takılacak dijital bir parmak probu ile ölçülecek, işlem sonrası hastanın tekrar methemoglobin düzeyi non-invaziv şekilde dijital bir parmak probu ile ölçülecek ve ilk methemoglobin düzeyi ile karşılaştırılacak. Ayrıca hastada klinik methemoglobinemi bulguları takip edilecek. Bu çalışmada acil serviste herhangi bir nedenden dolayı lokal anestezik ajan uygulanmış 200 hastadan oluşan olgu serisi değerlendirmeye alınacaktır. Methemoglobin düzeyini anlamlı şekilde yükselten kriterlerin tespit edilmesi ve lokal anestezik ajanların uygulanmadan önce bu kriterlerin göz önünde bulundurularak yapılacak işlemin planlanması, işlemin komplikasyonsuz şekilde tamamlanması açısından önem arz etmektedir.Öğe Akut atakta ve atak sonrasında ailevi akdeniz ateşi hastalarında transtorasik ekokardiyografi ve 24 saatlik holter bulguları ile hastalık aktivitesi, adma ve homosistein arasındaki ilişki(Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015-10-12) Şahin, Fatih; Yılmaz, SemaAilevi Akdeniz Ateşi (AAA), otozomal resesif geçiş gösteren, tekrarlayan ateş, peritonit, plörit ve sinovit atakları ile karakterize otoinflamatuar bir hastalıktır. Ateş ataklarına genellikle sistemik veya lokalize inflamasyon bulguları eşlik eder. Sistemik ve lokalize inflamasyon sonucunda ateroskleroz ve endotel disfonksiyonu gelişmektedir. Son zamanda yapılançalışmalarda Asimetrik dimetilarginin(ADMA) ve homosisteinin endoteldisfonksiyonu vekardiyovaskülerriski belirlemede hassas birmarker olduğu bildirilmiştir. Bununla beraber günümüzde endotel disfonksiyonu ve kardiyovasküler riski belirmede önemli yere sahip olan transtorasik ekokardiyografi ve 24 saat holter non-invaziv metod olarak çalışılmaktadır. Bu çalışmadaki amacımız, aterosklerozu değerlendirmek için AAA hastalarında atak ve atak sonrasında transtorasik ekokardiyografi ve 24 saatlik holter bulguları ile kardiyak tutulumu değerlendirip, bu tutulumda risk faktörleri olarak bilinen hastalık aktivitesi, ADMA ve homosistein arasındaki ilişkiyi belirlemektir. Çalışmaya daha önceden AAA tanısı almış 36 hasta ve hasta grubuyla benzer özelliklere sahip 36 sağlıklı kontrol hastası dahiledilmiştir. Çalışmamızda ADMA ve homosistein düzeyi hem atak, hemde atak sonrası dönemde kontrol grubuna göre istatiksel olarak anlamlı bir farklılık saptanmadı. ADMA düzeyi atak dönemde atak sonrası döneme göre istatiksel olarak anlamlı bir farklılıktespit edilmedi.Bununla beraber arjinin/ADMA oranınıatak döneminde kontrol grubuna göre düşük tespit edildi. (p=0,001). Yine atak sonrası dönemde kontrol grubuna göre arjinin/ADMA oranını düşük saptandı (p=0,001). Sonuç olarak düşük arjinin / ADMa oranı AAA hastalarında ateroskleroz riski için daha iyi bir göstergeolabilir.Öğe Akut inme tanısı olan hastalarda kalp tipi yağ asidi bağlayıcı protein düzeyinin nörolojik skorlama sistemleri ve inme doku volümleri ile karşılaştırılması(Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Çağlayan, Ferda; Ak, AhmetAmaç: İnme ile başvuran hastalarda tanıda, prognozun belirlenmesinde ya da tedavinin monitörize edilmesinde kullanılabilecek belirteçlere ihtiyaç vardır. Kalp tipi yağ asidi bağlayıcı protein (Heart-type fatty acid binding protein (h-FABP)) küçük bir sitoplazmik proteindir ve yağ asidi metabolizmasında yağ asidlerinin oksidasyonunda rol alır. Özellikle iskemik inmede serum h-FABP düzeylerinin bir belirteç olarak kullanımı ile ilgili son dönemde çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmanın amacı acil servise inme ile başvuran hastalarda prospektif olarak ölçülen serum h-FABP düzeylerinin nörolojik skorlama sistemleri ve inme volümleri ile ilişkisinin belirlenmesidir. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya Ekim 2014 - Şubat 2015 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Acil Servisine semptomların başlangıcından itibaren ilk 24 saat içinde başvuran ve inme tanısı alan 105 hasta dahil edildi. Ayrıca, benzer yaş grubunda, bilinen başka ek hastalığı olmayan 60 kişi de kontrol grubu olarak alındı. Hastaların demografik özellikleri, şikayetleri, biyokimyasal değerleri ve h-FABP düzeyleri kaydedildi. Ayrıca tüm hastaların radyolojik görüntülerinden inme volümleri hesaplandı. Bulgular: Kontrol grubu ortalama h-FABP düzeyleri 2519.58±3423.67 ng/ml, hasta grubunda ise 5954.71±6108.92 ng/ml olarak saptandı ve her iki grup arasında anlamlı farklılık vardı (p=0.001). İskemik inmesi olan hastaların 17 tanesi, hemorajik inmesi olanların ise 6 tanesi öldü. İskemik inmesi olan hasta grubunda ölen hastaların ortalama h-FABP düzeyleri sağ kalan hastaların h-FABP düzeyleri ile karşılaştırıldığında (sırasıyla 9702.64±8196,67 ve 5038.97±4733.16 ng/ml) anlamlı bir farklılık saptandı (p=0.03). Hemorajik inmesi olan hasta grubunda ölen hastaların ortalama h-FABP düzeyleri sağ kalan hastalarınki ile karşılaştırıldığında (sırasıyla 10178.63±9009.86 ng/ml ve 4721.43±4079.80 ng/ml) yine istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık saptandı (p=0.01). Hemorajik inmesi olan hastaların beyin tomografisindeki ortalama inme volümleri 39.78±57.69 iken iskemik inmesi olan hastaların MR'deki ortalama stroke volümü 49.63±73.69 olarak belirlendi (p=0.52). Hem hemorajik hem de iskemik inmesi olan hastaların inme volümleri ile h-FABP düzeyleri arasında istatistiksel anlamlı bir korelasyon saptandı (sırasıyla p=0.027, t=0.51 ve p=0.008, t=0.27). Sonuç: Akut inme semptomları ile acil servise ilk 24 saat içinde başvuran hastalarda yüksek serum h-FABP düzeyleri iskemik ve hemorajik inme tanısını destekleyen, ayrıca yatış yapılarak takip edilen bu hasta gruplarında hastane mortalitesini gösteren önemli bir belirteç olabilir.Öğe Diyabetik ketoasidozda h-FABP (kalp tipi yağ asidi bağlayıcı protein) düzeylerinin saptanması ve ketoasidozun erken kardiyak etkilerinin belirlenmesi(Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2016-11-17) Yılmaz, Fatma Hilal; Yuca, Sevil ArıDKA'un miyokard üzerinde akut zararlı etkileri bulunmaktadır. DKA'da iskemi ve miyokardiyal hücre hasarı oluşur. Myokarda özel yeni bir belirteç olan h-fabp (kalp tipi yağ asidi bağlayıcı protein) isimli molekül kanda iskemi başlangıcı ile birlikte 3. saatte yükselmekte ve 36. saate kadar yüksek kalmaktadır. Bu çalışmanın amacı, DKA tanısı alan çocuklarda h-fabp serum konsantrasyonlarını ölçmek ve uygun yaştaki kontrol grubu ile karşılaştırarak erken dönemde kardiak iskemiyi göstermedeki yerini saptamaktır. Materyal-Metod: Çalışma Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Çocuk Endokrinoloji Bilim Dalında prospektif olarak yapıldı. Çalışmaya 1-18 yaşları arasında diyabetik ketoasidoz tanısı konulan ve tedavi edilen 35 çocuk ve adolesan, kontrol grubu olarak da sağlıklı 20 gönüllü çocuk ve adolesan alındı. H-fabp, CK-MB, troponın-I düzeyleri diyabetik hastalarda ve kontrol grubunda başvuru anında ve diyabetik hastalarda h-fabp tedaviden 36 saat sonra ölçülerek karşılaştırıldı. Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 120±60 ay, kontrol grubunun yaş ortalaması 108±71ay idi. Her iki grupta cinsiyet, yaş, kilo, boy ve VKİ karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmadı. Troponın-I ve CK-MB değerleri arasında hasta ve kontrol grubunda arasında istatistiksel farklılık bulunmadı (0.06±0.08 vs 0.04±0.04;p=0.228, 1.48±0.91 vs 2.09±1.37; p=0.089). H-fabp'n 0. saatteki değeri hasta grupta kontrol grubuna göre istatistiki olarak anlamlı (1.17±0.79; 0.69±0.36; p=0.004) yüksek bulundu. Hasta grubun 0. saatteki değeri ve 36. saatteki değerine göre anlamlı olarakyüksek bulundu (1.17±0.79; 0.55±0.28; p=0.0001). Hasta ve kontrol grubunun laboratuvar değerlerinin karşılaştırmasında glukoz değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p <0,001). H-fabp ile plazma glikoz, üre, kreatinin, beyaz küre, ALT, sodyum, magnezyum, troponın-I düzeyi arasında pozitif korelasyon saptandı. Sonuç: Çalışmamızda, H-fabp düzeyleri DKA tanısı alan çocuklarda yüksek bulundu. Bu durumda DKA'lı hastalarda miyokard iskemisi tetiklenmektedir. Diyabetik hastaların izleminde maruz kalınan her ketoasidoz kardiyak iskemiye yol açarak, nekroza gidişi hızlandıracağından yakın takip önemlidir. Sonuç olarak H-fabp'ın DKA'da miyokard iskemisini göstermede bir belirteç olabileceği önerilebilir.Öğe Sigara içen ve içmeyen bireylerde periferik arter hastalığı ve netrin-1 seviyesinin değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Kızmaz, Muhammet; Marakoğlu, KamileSigara içen ve içmeyen erkeklerde netri-1 seviyesi ve PAH ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya 15.12.2014 ile 01.04.2015 tarihleri arasında Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Ana Bilim Dalı Sigara Bıraktırma polikliğine başvuran 30-65 yaş aralığında aralığındaki 112 sigara içen erkek hasta ve Periyodik Muayene polikiniğine başvuran 30-65yaş aralığındaki 112 hiç sigara içmemiş erkek hasta alındı. Hasta supin pozisyonunda yatarken Huntleigh markalı otamatik ABİ ölçüm cihazı ile ABİ değeri ölçüldü.Katılanların sosyodemografik özelliklerini ve osteoporoz risk faktörlerini içeren 47 sorudan oluşan anket formu yüz yüze görüşme yöntemi ile dolduruldu. Tüm veriler SPSS 16.0 istatistik paket programı kullanılarak değerlendirildi. Verilerin değerlendirilmesinde sayı, yüzde, ortalama, standart sapma kullanıldı. Chi-square testi, Student-t testi, Pearson korelasyon analizi ve kovaryans analizi kullanıldı. Bulgular: Çalışmamıza katılan vaka grubunun (n=112) plazma netrin-1 düzeyleri ortalaması 4,54±2,87 pg/ml, kontrol grubunun (n=112) plazma netrin-1 düzeyleri ortalaması 3,81±1,26 pg/ml olup sigara içen ve sigara içmeyen grup arasındaki fark istatistiksel açıdan anlamlıydı (p=0,024).ABİ değerlerine göre hastalar PAH (ABİ<0,9) ve normal (ABİ>0,9) olarak sınıflandırılarak Plazma Netrin-1 seviyesi karşılaştırılınca PAH olan hastaların (n=11) netrin-1 ortalaması (6,21±2,85), normal hastaların (n=213) netrin-1 seviyesi ortalamasından (4,07±2,16) istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksekti (p=0,002). Sonuç: PAH ve aterosklerotik hastalıklar hem erkeklerde hemde kadınlarda ciddi morbidite ve mortalite sonuçlarına yol açabilen bir rahatsızlıktır. Dünya nüfusunun giderek yaşlanmasıyla bu hastalıkların prevalansı da artmaktadır. Aterosklerotik hastalıklarının nedenlerinin ve patofizyolojisinin daha iyi bilinmesi daha erken önlem almada ve mevcut hastaları tedavide bize yardımcı olacaktır. Çalışmamız sonucunda sigara içen erkelerde içmeyen erkelere göre yeni bir aterojenik protein olan plazma netrin-1 seviyesinin daha yüksek olduğunu gösterdik. PAH olan hastaların plazma netrin-1 seviyesinin daha yüksek olduğu göstererek netrin-1 proteinin sigaranın ateroskleroz yapma mekanizmasında etkili olabileceğinin yanında PAH hastalığı gibi yaygın ateroskleroz hastalıklarında da netrin-1 proteinin bir belirteç olabileceğini düşünmekteyiz. Sigara içmenin, her yaşta aterosklerozun önemli bir nedeni olduğu akılda tutulmalı ve sigara bırakma konusunda gerekli destek verilmelidir.Öğe Bağ dokusu hastalıklarında tırnak kıvrımı kapiller yapısının dermatoskop ile değerlendirilmesi(Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Doğdu, Murat; Altınyazar, Hilmi CevdetAmaç: Bu çalışmanın amacı; bağ dokusu hastalıklarındaki tırnak kıvrımı kapiller anormalliklerini, videodermatokop kullanılarak ×20, ×30 ve ×40 büyütmelerde değerlendirmekti. Metot: Bu çalışma farklı bağ dokusu hastalıkları olan 72 hasta ve 33 sağlıklı kontrol içermekteydi. 18 hasta primer RyF'ne, 14'ü SLE'e, 12'si RA'a, 14'ü SSk'e, 7'si primer SS'e ve 7'si UCTD'e sahipti. Genişlemiş kapiller, avasküler alanlar, torsiyone-kıvrılmış kapiller, ramifiye-çalı benzeri kapiller ve hemorajiler videodermatoskop kullanılarak ×20, ×30 ve ×40 büyütmelerde değerlendirildi. Daha önce tariflendiği gibi SSkP, bu parametrelerden iki veya daha fazlasının en az tırnık kıvrımında olması şeklinde tanımlandı. Ek olarak torsiyone-kıvrılmış kapiller hariç tutularak, revize-SSkP aynı yolla tanımlandı. Bulgular: Hastaların altmış biri RyF'ne sahipti, bunların 43'de sekonder RyF'ne sahipti. SSkP %78.57 sensitivite, %96.97 spesifite gösterdi. RAlı olguların %25, primer SSli olguların %42.9'u ve UCTDlı olguların %57.1'i SSkP'ni gösterdi. Fakat primer RyFli ve SLEli olguların hiçbiri aynı paterni sergilemedi. Revize-SSkP %64.29 sensitivite, %100 spesifite gösterdi. Primer SSli olguların %28.6'sı ve UCTDlı olguların %42.9'u revize-SSkP'ni gösterdi. Fakat primer RyFli, SLEli ve RAlı olguların hiçbiri aynı paterni sergilemedi. Sağlıklı kontrollerden bir tanesi (%3) SSkP'ni gösterdi ama hiçbiri revize-SSkP'ni göstermedi. Hastalar ve sağlıklı kontroller kıyaslandığında, iki grup arasında torsiyone-kıvrılmış kapillerin saptanmasında anlamlı fark gözlemlenmedi (p>0.05). Ancak kalan dört parametrenin saptanmasında anlamlı fark vardı (p<0.05). Ek olarak ×30 ve ×40 büyütmeler kıyaslandığında, iki büyütme arasında anlamlı fark yoktu (p>0.05). Fakat ×20 ve ×40 büyütmeler kıyaslandığında, torsiyone-kıvrılmış kapillerin saptanmasında anlamlı fark gözlemlendi (p<0.05). Sonuçlar: Bulgular gösterdi ki; tırnak kıvrımı kapillerinin değerlendirmesinde videodermatoskop güvenilir ve kullanışlı bir alet. videodermatoskop uygulaması ×30 veya üzeri büyütmelerde daha uygun. tırnak kıvrımı kapiller incelemesi primer ve sekonder RyF ayrımında kullanılabilir. SSkP yüksek sensitivite ve spesifite oranlarına sahip. SSkP tariflenirken torsiyone-kıvrılmış kapillerin hariç tutulması, sensitivite oranını düşürüyor ancak spesifite oranını arttırıyor.Öğe Prostat kanseri tanısında Netrin-1'in biyomarker değeri(Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2015) Çetiner, Serdar; Ceylan, KadirÖZET Amaç: PKa en yaygın kullanılan PSA'nın kanseri saptamada sensivitesi ve spesifitesinin düşüklüğü nedeniyle gereksiz biyopsileri azalmak için yeni biomarkera ihtiyaç duyulmaktadır. Son çalışmalarda PKa yükseldiği gösterilen Netin-1 biomarker değerini belirlemeyi amaçladık. Yöntem: Selçuk Üniversitesi TIP Fakultesi Üroloji Anabilim Dalı Polikliniğinde 15.12.2014 ile 15.05.2015 tarihleri arasında muyane olan 50 yaş üstü PSA değeri 4ng/ml üzerinde olan PKa 30 hasta 1. grup, PSA değeri 4ng/ml üzerinde olan biyopsi sonucu benign 30 hasta 2. grup, PSA 4ng/ml altında olan BPH'lı 30 hasta 3. grup olacak şekilde çalışmaya alındı. Plazma ve idrar Netrin-1 seviyeleri karşılaştırıldı. Bulgular: 3 grup karşılaştırıldığında plazma netrin-1 (p<0,05) ve PSA (p<0.01) düzeylerinin istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. İdrar netrin-1 düzeyinde gruplar arasında anlamlı fark bulunmamıştır (p>0,05). Grup 1, grup 2 ve grup 3 ile ayrı ayrı karşılaştırıldığında plazma netrin-1 düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek bulunmuştur (p<0,05, p<0,01). Sonuç: Plazma netrin-1, prostat kanserinde, kanser olmayanlara göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek olduğu gösterilmiştir. İdrar netrin-1'in ise istatistiksel fark gösterilememiştir. Bu sonuçlar plazma netrin-1 prostat kanserinde yeni biyomarker olabileceği gösterilmiştir.Öğe Kronik böbrek yetmezliği hastalarında kırılganlığın nütrisyonel parametrelerle ilişkisi(Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2016) Evcen, Recep; Afşar, Rengin ElsürerAmaç: Kronik böbrek hastalarında (KBH) kırılganlık bir çok çalışmada değerlendirilmiştir. Fakat kırılganlığa etki eden malnütrisyon durumları üzerinde yeteri kadar çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışma kırılganlık ile nütrisyonel parametreler arasındaki ilişkiyi göstermeyi amaçlamıştır. Yöntem: Kesitsel nitelikteki bu çalışmaya 50 yaş üzerindeki KBH olan 100 hasta alındı. Kırılganlık, Türkiye'de geçerliliği ve güvenirliği kanıtlanmış Edmonton Kırılganlık Skalası (EKS) ve pek çok hasta popülasyonunda yüksek geçerlilik ve güvenirliliği olan ve Türk popülasyonunda da daha önce kullanılmış olan Fried's Kırılganlık Skalası (FKS) ile değerlendirildi. Hastaların rutin poliklinik muayeneleri sırasında antropometrik ölçümleri (boy, kilo, orta kol kas çevresi, baldır çevresi, kaliper ile deri kıvrım kalınlıkları) alındı. Ayrıca, dinapeni için dinamometre ile el kavrama gücü ölçümü yapıldı. Hastaların beslenme durumları, rutin laboratuar testlerinden elde edilen parametrelerin yanı sıra (serum albümin, kolesterol vb.), Türkiye'de geçerliliği ve güvenilirliği kanıtlanan Mini Nutrisyonel Değerlendirme (MND) testi ile değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya katılan 100 hastanın 41'i kadın, 59'u erkek idi. Yaş ortalamaları 65,3±9,3 idi. Mini Nütrisyonel Değerlendirme 'ye göre malnütrisyon görülen hasta sayısı 22, malnütrisyon riskli hasta sayısı 63 saptandı. Edmonton kırılganlık skalasına göre hastaların 4'ü (%4) kırılgan değil, 11'i (%11) görünüşte incinebilir, 25'i (%25) hafif kırılgan, 21'i (%21) orta kırılgan ,39'u (%39) şiddetli kırılgan idi. Fried's kırılganlık skalasına göre hastaların 6'sı (%6) kırılgan değil, 30'u (%30) prekırılgan, 64'ü (%64) kırılgan idi. Edmonton kırılganlık skalasına göre hastalar gruplandırıldıktan sonra hastaların laboratuar parametreleri ve antropometrik ölçümleri karşılaştırıldı. Tüm grupta serum albümin (p:0,003), total kolesterol (p:0,019), LDL (p:0,025), demir (p:0,008) ve biceps DKK (p:0,08), triceps DKK (p:0.047), kas gücü (p:<0,0001) anlamlı olarak farklı olduğu tespit edildi. Fried's kırılganlık skalasına göre hastalar gruplandırıldıktan sonra hastaların laboratuar parametreleri ve antropometrik ölçümleri karşılaştırıldı. Tüm grupta hemoglobin (p:0,004), üre (p<0,0001), serum kreatinin (p:0,032), potasyum (p:0,003), kalsiyum (p:0,041), serum albümin (p:0,034), ürik asit (p:0,028), vitamin D (p:0,018), GFH (p:0,012) ve orta kol çevresi (p:0,009), biceps DKK (p:0,06), triceps DKK (p:0,011) ölçümlerinde anlamlı olarak fark olduğu tespit edildi. Edmonton kırılganlık skalası ve Fried's kırılganlık skalası ile bağımsız ilişkili faktörlerin belirlenmesi için yapılan çoklu değişkenli lineer regresyon analizinde hastaların yaş, cinsiyet, MND, hemoglobin, trigliserid, albumin, transferrin, diyabetes mellitus, GFH(ml/dk/1.73 m2), HCO3 parametreleri değerlendirildi. Edmonton kırılganlık skalası ile yaş, MND, serum albümin, GFH arasında diğer faktörlerden bağımsız ilişki saptandı. Fried's kırılganlık skalası ile yaş, MND ve GFH arasında diğer faktörlerden bağımsız ilişkili idi. Sonuç: Bu çalışma KBH olan hastalarda kırılganlık ile nütrisyonel parametrelerin ilişkisini araştırıldığı literatürdeki ilk çalışmadır. Sonuç olarak, KBH olan hastalarda kırılganlık ve malnütrisyon, tüm diğer faktörlerden bağımsız bir şekilde ilişkilidir. Kronik böbrek hastalarında erken evrelerden itibaren malnütrisyon taramalarının yapılması ve uygun hastaların tedavi edilmesi, gelişmesi muhtemel kırılganlığın önlenebileceği düşündürmektedir. Kronik böbrek hastalarında malnütrisyonun tedavi edilmesi ve kas gücünü arttıran egzersiz yapmak, tanımlanmamış medikal durumları saptayarak erken kapsamlı değerlendirme yapmak, özellikle yatış sırasında nütrisyonel destek vermek, ilaçlarını düzenleyerek gereksiz ilaç alınımından kaçınmak, erken mobilizasyon yapmak ve sosyal koşulların iyileştirilmesini sağlamak gibi girişimlerin KBH olanlarda kırılganlık üzerindeki ilişkisinin araştırılacağı prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.Öğe Multipl skleroz hastalarında atak ve remisyon dönemlerinde serum sitokin düzeylerinin karşılaştırılması, özürlülük ölçeği (EDSS) ile ilişkisi(Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi, 2016) Gezer, Aslıhan; Ekmekçi, Ahmet HakanMultipl Skleroz, demiyelinizasyon, inflamasyon ve dejenerasyonla seyreden progresif seyirli, özürlülüğe yol açan bir hastalıktır. Etyopatogenezinde immun sistemin rol oynadığı bilinen MS'deki inflamasyonda sitokinler önemli görevlere sahiptir. Sitokinler hücresel ve humoral immun yanıtın düzenlenmesinde rol alarak MS'de relaps ve remisyonların oluşumuna katkıda bulunurlar. Amaç: MS'de sentezlenen sitokinlerin hastalığın gelişiminde nasıl bir rol oynadıkları belirsizliğini korumaktadır. Ayrıca MS'de hastalık aktivitesini gösteren objektif bir belirteç bulunmamaktadır. Çalışmamızda MS'de serum sitokin düzeylerinin atak ve remisyon dönemlerinde değişip değişmediği ve bunun Özürlülük Ölçeği ile ilişkisi araştrıldı. Gereç ve yöntemler: Çalışmamıza 29 MS olgusu (atak ve remisyon) ve 29 kontrol olmak üzere toplam 58 kişi alındı. Çalışmaya kabul edilen kişilerin atak ve remisyon dönemlerinde olmak üzere iki kez, antikoagulan içermeyen vakumlu tüplere venöz kan örnekleri alındı. Santrifüj edilip serumları ayrılarak serum sitokin düzeyi ölçümleri için -80° C deki derin dondurucuda saklandı. Çalışma günü tek seansta ve aynı ekip tarafından serumdan TNF-α, IFN-γ, IL-10, IL-6 ve Neopterin düzeyleri ölçüldü. Tüm katılımcıların aynı kişi tarafından genel fizik ve nörolojik muayeneleri yapıldı, "EDSS" puanları hesaplandı. İstatistiki değerlendirme için SPSS for Windows 18,0 programı kullanıldı. Sonuçlar ortalama ± standart sapma olarak belirlenip, gruplar karşılaştırıldı ve p<0,05 ise anlamlı kabul edildi. Yine serum sitokin düzeyleri, Özürlülük Ölçeği arasında korelasyon olup olmadığı araştırıldı. Bulgular: MS'lilerin yaş ortalaması 33,26 ± 11,50, kontrollerin 29,28 ± 7,90 olarak hesaplandı. Gruplar karşılaştırıldığında istatistiksel olarak yaş bakımından anlamlı bir fark saptanmadı (p> 0,05). MS'in başlangıç şekli en sık %38,5 ile Optik Nörit, ikinci sırada ise %23,1 ile duyusal semptomlar olarak belirlendi. Hastalığın atak profilinde ise en sık %38,5 ile duyusal semptomlar saptandı. IFN-γ ve IL-10 düzeyleri MS'lilerde anlamlı yüksek bulundu (p<0,05). Ancak Neopterin, IL-6 ve TNF-α düzeylerinde anlamlı fark bulunmadı (p>0,05). Serum sitokin düzeylerinden IFN-γ atak değeri ve serum IL-6 remisyon değeri ile EDSS değeri arasında anlamlı ilişki bulundu (p<0,05). Serum IFN-γ remisyon değeri ile atak dönemindeki EDSS değeri arasında pozitif (r=0,28), remisyon dönemindeki EDSS değeri arasında negatif (r=-0,24) bir korelasyon bulundu. MS olgularında immunmodülatör ilaç kullananlar ile kullanmayanlar arasında serum sitokin düzeyleri arasında anlamlı fark bulunmamıştır (p>0,05). Sonuç: MS olgularında Optik Nörit ve duyusal semptomların daha sık görüldüğü; MS'lilerde serum sitokin düzeylerinde anormallikler olabileceği; serum sitokinlerinden sadece IFN-γ ve IL-10'un atak ve remisyon dönemlerinde anlamlı yüksek olduğu ve sitokinlerden IFN-γ'nın EDSS değeri ile anlamlı korelasyon gösterdiği belirlenmiştir. Bunun yanında sitokinlerden IL-6 ve TNF-α ile otoimmün hastalıkların aktivite ve yaygınlığını gösteren bir belirteç olan Neopterin'in atak ve remisyon dönemleri karşılaştırıldığında anlamlı korelasyon bulunamamıştır. Bu nedenle IFN-γ ve IL-10 gibi sitokinler MS'de hastalık aktivitesini değerlendirmede spesifik biyomarker olarak kullanılabilir ve bu sitokinlere etkili medikasyonlar da MS'in medikal tedavisinde kullanılabilir